Adalet İlla Adalet

Prof. Dr. Zeki TAN

"Gerçek şu ki, Allah adaleti emreder…" (Nahl, 16/90)

“Doğrudan yanayım, kim söylerse söylesin.

Adaletten yanayım, kimin yanında ya da karşısında olursa olsun”

Malcolm X

Dünyada en iyi hukukçularını yetiştiren üniversitelerin ilk sırasında Harvard Üniversitesi, Hukuk Fakültesi gelir. Fakültede adalet kavramını (Words of Justica) en iyi anlatan farklı kültür ve düşünce insanlarına ait özlü ifadeler teşhir edilmiş.

Sergilenen mekânda adaletle ilgili alıntıların bulunduğu sergiye insanların "en yakınları aleyhinde" bile olsa adaletli olmaya çağıran Nisa Sûresinin 135. Âyeti de asıldı. Göklerin hitabındaki âyetin meali şöyledir:

"Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun.

Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anneniz, babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır.

Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adaletten ayrılmayın! Eğer dilinizi eğip bükerek gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şahitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır."

Âyette korunması ve uyulması gereken temel esasın adalet olduğu vurgulanmaktadır. Sistemler adaleti varetmek içindir. Yoksa adalet sistemi korumak için değildir. O zaman adalet kavramı zıddına dönüşür.

Harvard Üniversitesi Hukuk Fakülte dekanı Martha Minow "Bu duvarlardaki deyişler, adalet düşüncesinin gücünü ve bastırılamaz oluşunu ortaya koyuyor. Bunlar insanlığın adalet ve haysiyete olan hasretinin daimi olduğuna şahitlik ediyor. Bu sergi; öğrenciler, fakülte idaresi ve mensuplarının ortak çalışmasıyla gerçekleştirildi. Burada ifade edilenler, özlemler ve idealler âdil yasalar için mücadele edenlere ilham kaynağı olmaya devam edecek." dedi.

Harvard'ı Harvard yapan emsalsiz kütüphanesidir. Çünkü zengin kütüphane ve kitap sayısı aynı zamanda üniversiteler için akademik kriterdir.

Başkanlar okulu olarak bilinen ve ABD'nin boston şehrinde bulunan Harvard Üniversitesi 1817’de açılmış bünyesinde bulunan 20.4 milyon kitapla Harvard Universitesi, dünyada en büyük kütüphaneye sahiptir.

 Harvard Üniversitesi Kütüphanesi'nde aynı zamanda 400 milyon makale, 10 milyon fotoğraf, 124 milyon arşivli internet sitesi ve 5.4 terabayt dijital veri (dijital makale, dijital kitap, fotoğraf) mevcuttur. 

TÜİK'in 2017 yılında yayınladığı istitastiklere göre ülkemizde eğitim veren Üniversite kütüphanelerindeki kitap sayısı 16 milyon 385 bin 532 dır.

İbn Sina "bilim ve sanat, itibar görmediği toplumları terk eder" derken itibarın nesnesine işaret eder.

Bu âyetin fakültenin panosuna asılması âyeti daha anlamlı yapmaz. Vahyin temel gayesi ve esası olan adaletin evrensel bir değer olduğunu anlıyoruz.

İnsanlığa sunacak teknolojimiz veya virüs aşımız olmayabilir. Fakat âdaletli olduğumuzda bizi evrensel boyutta farklı yapar.

Âdalet gündeme geldiğinde ilk akla gelen Müslümanlar olmalıdır. Fakat ne yazıkki İslam coğrafyası adalet fakiridir. Uluslararası hukuk endekslerinde çok gerilerdeyiz.

Elmalı’lı Nisa Sûresinin 135. âyetin tefsiri ile ilgili şöyle der: “…Başkasının sizde bir hakkı varsa, kendiniz ikrar ve itiraf ediniz; ananız, babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa hükümden, şahitlikten kaçınmayınız demektir "

Mesela; İstanbul eski müftülerinden Ali Fikri Yavuz Çaykara’da daha gençlik yıllarında yeri geldiğinde neye mal olursa olsun doğruluktan, hakikati ifade etmekten ve haksızlıkları önlemekten çekinmez, hatta babası ve komşuları arasındaki arazi anlaşmazlıklarında komşusu lehine, babasının aleyhine mahkemede şahitlikte bulunması babasını bir hayli şaşırtmıştı.

Adil, dürüst ve şeffaf olmak itibar sebebidir. Bu davranış müftüye toplum nezdinde itibar kazandırmış.

Âyeti çok okuyarak değil hayata aktarılınca anlam ifade eder. Allah'ın emrini ezberleyerek gereğini yerine getirmemenin vebal ve cezası da ağır olur. Bu durum Hz. Peygamberi şöyle konuşturmuştur. "Sizden önceki milletler zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca onu hemen cezalandırırlardı. Soylu, mevki ve makam sahibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim. " (Buhârî, “Enbiyâ” 54)

Bizim de çocuğumuz zülmettiğinde cezasını verebiliyor muyuz? Patronumuz, hocamız, amcamız, dayamız, liderimiz, amirimiz, komşumuz… Zulmettiğinde "sen zulmettin "âdil ol" diyerek yüksek sesle eleştirebiliyor muyuz?

Yoksa Akif'in dediği gibi "Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mânânın; (…) İnmemiştir hele Kur"an, bunu hakkıyla bilin; Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!”

Vahyin yönetim ile ilgili üzerinde ısrarla durduğu husus adalettir. Adaletin bir toplumun hayatiyetini kendisine borçlu olduğu temel esastır. Devletin temel gayesi de toplumda adaleti tesis etmektir.

Devlet, aynı şemsiye altında yaşayan bütün insanların "birlikte yaşamalarını" sağlıklı bir şekilde düzenleyen bir organizasyon ve mekanizmadır.

AYM Başkanı Zühtü Arslan devletin varlık nedeninin temel hak ve hürriyetleri güvenceye almak suretiyle insanın huzur içinde yaşamasını sağlamaktır. Bu, aynı zamanda devletin varlığını devam ettirmesinin de şartıdır. Kısacası insanı yaşatan devlet yaşar." diyerek insanların dili, dini, ırki, kabilesi, rengi, cinsiyeti, siyasi düşüncesi, mezhebi, felsefi inancı, tarikatı, cemaatı, sosyolojik gerçek olarak farklı olabilir.

Zıtları bir arada yaşatan "tarihi tanıklığımız" var. Bahçedeki gül ile dikeni beraber kabullenme. Tıpkı ilahî rahmetin en güzel ikramı olan sudan balarısının da akrebin de içtiği, merhametin tecellisi olan güneş ışığından kurtların da kuzuların da istifade ettiği gibi. Devlet şemsiyesi atında korunan herkese karşı âdil olmalı, ayrımcılık yapmamalı ve herkese karşı hukuk önünde eşit muamele yapmalıdır.

İnsanların belli bir dine mensup olmaları kendi özgür tercihlerine bırakılmıştır. Ne kadar uğraşılırsa uğrasılsın bütün insanlar aynı fikir ve inanca sahip olamazlar. Tıpkı aynı biyolojik özelliklere sahip olmadıkları gibi…

Kargalar farklı ötüyor diye kuşlar tarafından dışlanmıyor. Sami Selçuk'un dediği gibi "...Eğer devlet, sözgelimi bir dini, inancı ya da görüşü benimsemişse; onu sokakta, okulda, her yerde beyinlere dolduracak; onun dışındaki bütün inançları, görüşleri ve de onları benimseyenleri önceden mahkûm edecektir…" Hâlbuki ilahi irade inanma veya inanmama tercihinde insanı özgür bırakmıştır.

Benim istediğim iman etsin istemediğim de etmesin demiyor "…Artık isteyen iman etsin, isteyen inkâr etsin!” (Kehf, 18/29) diyerek inançta özgürlüğe teminat ve güvence getirmiştir.

Herkes kendisini nasıl görüyorsa öyle kabul edilmelidir. Yanlışı varsa, öte dünyada Allah dilerse affeder dilerse cezalandırır. "…O, dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır;" (A^l-i İmrân, 3/129) âyetinde geçtiği üzere ilahi irade ahiretteki affetme ve cezalandırma yetkisini kendi uhdesine alıp kimseye devretmez.

Bu dünyada Allah kendi sözlerini/vahyini tekrarlamayana da hayat hakkı tanıyor. Daha da ötesi nimetlerinden mahrum etmiyor. Belki bir gün kendine gelir.

Bazen bu engin rahmeti düşünürken Hz. Ali'nin "Allah'ım sen tam da benim aradığım ve istediğim bir Allah'sın"  sözü gelir.

Bütün insanlığa gönderdiği dinin temel bir esası her türlü baskı ve dayatmanın ortadan kaldırılmasıdır. İkrah; dayatma ve baskının sıfır tolerans kabul edilmesi vahyin kullandığı evrensel bir kavramdır. Mabedi kışlaya çevirme insanları kutsaldan nefret ettirir. Hoşunuza gitimiyor diye bir fikri "susturmak" o fikri daha çok cazip yapar. Mesela; Allah, Hz. Âdem ve Eşine bütün cennet nimetlerinden diledikleri şekilde, diledikleri kadar yemelerini ister. Fakat "şu ağaca yaklaşmayınız" der. Hz. Âdem ve Eşi özellikle yasak ağaçtan yerler. Yasakta çekicilik vardır. (A'raf, 7/19-22)

Şu husus unutulmamalıdır ki her yasak yasaklanana güç ve kuvvet verir. Daha da cazip ve çekici yapar.

Akyol'un dediği gibi:"…yanlış bulduğumuz fikirleri susturmak mı lazım? Hayır, çünkü yanlış bulduğumuz fikirler bile tartışmalara ve yeni bilgi arayışlarına yol açabilir. Dahası, neyin doğru ya da yanlış olduğuna hangi otorite karar verecek?"

Fikirlerin kendisine değil "metoduna" karşı çıkmak gerekir. Eğer fikirler şiddeti teşvik, hakaret ve nefret içeriyorsa bu fikirler kabul edilemez. Çünkü şiddetin olduğu ortamlarda fikri ve zihni gelişme olmaz. Hakaret fikir değil, acizliktir. Fikri olmayanlar söver. Karşılıklı sövgüden fikri gelişme olmaz. Kur'ân, putlara bile sövmeye onay vermez.

 İnanç bağlamında doğru veya yanlışın onay ve yetki makamı Allah'tır. Allah bu yetkiyi de kimseye devretmemiştir. İmam-ı Maturidi'nin vahiyden mülhemle "imanın yerinin kalp olmasının sebebi hiçbir şahsın müdahale etmemesi içindir" tespiti anlamlıdır.

Hiçbir ferde başkasının inancını onaylama/noterlik verilmediği gibi kendi inancımızı da başkasına onaylatma ihtiyacımız yoktur.

Bu bağlamda devletin belli bir inancı, anlayışı, fikri dayatması insan onuruna yapılan en büyük kötülüktür. Bu sebepten "devletin dini adalet, dinin devleti de özgürlüktür." özdeyişi bunu anlatır. Adalet olduktan sonra sistemin adı demokrasi olmuş, monarşi olmuş, aristokrası olmuş farketmiyor. Adalet yoksa isim neye yarar ki! Adaletin olmadığı "İslam Cumhuriyeti" gibi… 

Bir başka ifadeyle devlet yönetimi bir senfoni orkestrasına benzer. Yöneticilerin görevi her kim neye ve nasıl inanıyorsa (putperestlik dâhil) bütün vatandaşların en iyi şekilde ve uyum içerisinde inanmasını sağlamaktır. 

Devlet insanları inanç, fikir ve çalışmalarını özgür ortamda gerçekleştirmelerini temin ederek her türlü baskı ve dayatmalara karşı korumalıdır. Çünkü özgürlüğün olmadığı bir toplumda dinamizm ve kalkınmanın olması mümkün değildir.

Baskı ortamanında üretim azalırken özgür ortamlarda artar. Modern devlet stratejilerinde öncelikli olarak vatandaşın özgürlük ve güvenliği sağlanır. Bu temel ihtiyaçlar sağlandıktan sonra insanlar ürettiğinden devlete de vergi olarak öder.  

Merhum Seyyid Kutub'un tefsirinin mütercimine "Siz tefsiri tercüme ettiniz. Mutlaka istifade etmişsiniz. Bize biraz tefsiri anlatır mısınız?" diye sorulduğunda mütercim bu soruya tek cümle ile cevap verir: "Fizilalu'l-Kur'ân tefsiri bir özgürlük arayışıdır." Merhum Seyyid Kutub'u özgürlükten mahrum bırakanları kim hatırlıyor.

Tarihe baktığımızda baskı ve dayatmayı devlet politikası ve stratejisi haline getirip daha sonra tarihe mal olan Mihail Gorbaçov”a Sovyetler Birliğinin niçin dağıldığı sorulduğunda o da "bizde insanlar çalışıyor gibi yapıyordu, fakat çalışmıyorlardı. Biz de onlara para veriyormuş gibi yapıyorduk fakat onlara para vermiyorduk. Ne onlar çalıştı, ne de biz para verdik. Herkes herkesi kandırıyordu." dedi.

İnsanlar baskı ve dayatmadan dolayı inanıyor gibi görünüp inanmıyorsa toplumda "güven" zemini kaymıştır.

Cemil Meriç "Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak, kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak; bu canım memleketi bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir." der.

 Sistemin ölçütlerine aykırı olup standart şekle uymayanların küstürüldüğü bir toplumda ilmi ve fikri gelişme gerçekleşmez. Farklı fikirlerin kabul görmediği yerde de toplumsal kalkınma beklentisi hayaldir. İnsan sevilip sayıldığı yerden göç etmez.

Baskı Yapmak Kaplandan Daha Korkunçtur

Adalet mekanizmasının aksayan yönleriyle ilgili fikirlerini yazılı ve görsel olarak yüksek sesle dile getiren Danıştay Eski Başkanlarından Prof. Dr. Sami Selçuk "fikri durgunluk ve tıkanıklığın" temelinde baskının olduğunu şu anekdot üzerinden anlatır:

Konfüçyüs, öğrencileriyle birlikte Thai Dağının eteklerinde gezinirken ağlayan bir kadın görür. Öğrencilerinden biri (Tze-Lu) kadına neden ağladığını sorar.

Kadın: Çok acı çekiyorum. Bu çevrede bir kaplan var. Önce kaynatamı parçalayıp yedi. Sonra kocamı, şimdi de oğlumu öldürdü, der.

Konfüçyüs söze karışır ve öyleyse niçin bir başka yere gitmiyorsun? diye sorar.

Kadın şu ilginç yanıtı verir: "Çünkü burada insanlara baskı yapan bir devlet yok.

O zaman Bilge Konfüçyüs öğrencilerine şunları söyler:

"Kadıncağız haklı, çocuklarım. Baskı yapan devletler kaplanlardan daha korkunçtur. Bunu hiç unutmayınız."

Baskının olduğu zeminde fikrin, düşüncenin, kalkınmanın neşvu nema bulması imkânsızdır. Bu durum tıpkı kilitlenmiş dişlerle şarkı söylemeye benzer.

Fikri özgürlükler, adalet ve hukukun güvencesi altında olmalıdır. Yönetimde güvence hukuk ve adalette değilse şahıslara ve konjoktöre göre değişir.

Adaletin toplum ve fertteki psikolojik etkisini Nevzat Tarhan şöyle açıklar: "Toplumda hukukun üstünlüğünün üç tane belirtisi var;

Birincisi, sabah sütçü veya kapıcıdan başka kimsenin uyandırmayacağına emin olmak.

İkincisi, karakola düştüğün zaman kural dışı bir şey yapılmayacağından emin olmak.

Üçüncüsü de mahkemeye düştüğün zaman güçlünün değil haklının kazanacağından emin olmak. Bu güven duygusu yoksa orada huzur olmuyor. İstediği kadar zenginlik olsun. Avrupa’ya göçün sebebi zenginlik değil Avrupa’da hukuk üstünlüğünün olması.

Adalet duygusu sosyal çadır gibidir, korunma sağlar ve geleceğimizi güvende hissettir. Adalet duygusu olmayan yerde insan ortada kalıyor. Adalet varsa çadır etkisi var. Adalet duygusu güneş gibi içimizi ısıtır, korkularımızı giderir, özgürlüğümüzü arttırır, sorumluluk hissettirir, empatik bakış sağlar. O yüzden adalet duygusu bireysel bir duygu değil, sosyal bir duygudur." Toplumda yaşayan dinli-dinsiz, inançlı-inançsız bütün bireylerin taleplerinin dikkate alınmasıdır.

Adalet “bir şeyi ait olduğu yere koymak”, yani “her işi yerli yerince yapmak, herkese eksiksiz fazlasız hakkını vermek, layık olduğu muameleyi yapmak” zulüm de bir şeyin yerli yerine konmamasıdır.

Eskilerin ifade ettiği gibi "küfür bir şekilde devam eder, fakat zulüm devam etmez" veya "Allah, Müslüman ama zalim bir fert veya topluma yardım etmez, fakat âdil olup Müslüman olmayan toplum veya fertlere yardım eder."

Adaletsiz Toplum Fıkralaşır

Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı varmış. Bir gün Karakuşi Kâdı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.

Karakuşî Kâdı, fırıncıya:

- 'Ben bunu aldım' demiş. Kâdıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş. Az sonra ördeğin asıl sahibi gelmiş.

- Hani bizim ördek?

Fırıncı boynunu büküp

-Uçtu? deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış. Gayrimüslim de peşinde kovalıyor.

Bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış. Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşî Kâdı'nın karşısına çıkarmışlar. Kâdı sırayla sormuş.

Ördeğin sahibi,

- Bu adam ördeğimi hiç etti? diye şikáyet etmiş.

Karakuşî Kâdı, fırıncıya sormuş.

- Ne yaptın bu adamın ördeğini?

Fırıncı

- Uçtu? demiş.

Kâdı, kara kaplı defterini açmış.

- Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar ''uçar" anlamına gelir. O halde ördeğin uçmasını söylemek suç değil? diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.

Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikayetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş.

- Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla?

Davacı:

- Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak? diye sorunca Karakuşi Kâdı,

- Şimdi? demiş? Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.? Tabi gayrimüslim şikayetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş.

Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşi Kâdı,

- Tamam? Demiş. Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak. Böyle olunca adam da şikayetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye,

- Senin şikáyetin nedir bre? Yahudi bir süre düsündükten sonra ellerini açmış,

- Ne diyeyim kâdı efendi? demiş? Adaletinle bin yaşa Sen, e mi!?

Kemal öztürk'ün "Bir ülkede yapılan adaletsizlik, vatandaşın sisteme yabancılaşmasına neden olur. Bu yabancılaşma haksızlıkla beslendikçe, öfkeye, sonra da düşmanlaşmaya doğru evrilir." sözleri dünya genelinde meydana gelen itirazların arka planını anlatır.

Bir Amerikalı bir yılda ortalama olarak doksan Hindistanlının tüketebileceği kaynakları tüketmektedir. Dünyadaki adalet anlayışının kutsal metinler bağlamında yeniden düzenlenmesine ihtiyaç vardır. Yoksa şairin;

“...Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul

Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.

Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa...”  serzenişi aktüel olma özelliğini korumaya devam edecektir.

Artık üniversitelerde sadece adalet vecizelerini asmakla yetinmemeliyiz. Bugün dünyanın "mış gibi" değil sahici bir adalete ihtiyacı vardır. Yoksa İtalyan hukukçusu Carrara’nın ifadesiyle “insanlar insanları cezalandırıyor değil, insanları adalet cezalandırıyor.”

Kıssadan Hisse: Sultanahmet’teki Firuzağa Camisinin minaresi sağda değil sol taraftadır. Minarenin sağ tarafa yapılması bir teamüldür.

Firuzağa Camisinin minaresinin sol tarafa yapılmasının sebebi ise şudur. Caminin minaresi sağda olursa bitişikteki evin güneşine mani olacaktır. Bu sebepten ev sahibi kâdıya başvurarak minarenin sağda yapılması halinde evine gelen güneş ışıklarına engel olduğunu söyler. Kâdıya başvuran gayrimüslim ev sahibinin itirazını haklı bulur ve minarenin alışılmışın aksine sola yaptırılmasına karar verir. Minare caminin sol tarafına inşa edilir. 

İslam, aynı coğrafyada beraber yaşadığımız insanları, ırkı, dili, cinsiyeti, mezhebi, inancı ne olursa olsun önemser, hassasiyetlerini dikkate alır; onlara "iyi ki varsınız, sizler bizim için değerlisiniz, bu vatana ürettiklerinizle katkı sağlıyorsunuz" dediğimizde hayatlarını Akdeniz veya Ege'nin soğuk ve derin sularında sonlandırmaz ve kendi vatanlarını terk etmezler.

Adaletin olduğu yere tıpkı kelebeklerin ışığa yöneldikleri gibi insanlar oraya yönelirler. Mekke'de akrabalarının zulmünden kaçan Müslümanların Habeşistan Kralı Necaşi'ye sığındıkları gibi… Bize ne oldu da adaleti batıda arar olduk.

Hz. Peygamber (sas) medeniyeti bilgi, adalet ve ahlakla inşa etti. Sonrakiler "silahla" yıktılar.