Yer ve gök adalet ile kaimdir. (Hadisi şerif)
Adalet mülkün temelidir. (Hz. Ömer)
Adil insan, huzurun teminatıdır. (Söyleyen bilinmiyor)
Bir insanın yaşaması için güneş, hava, su ve gıda ne kadar gerekli ise, bir toplumun huzur, güven, sosyal ve iktisadi refah içinde yaşaması için adalet ve hukuk o kadar önemlidir. Şu var ki en medeni toplumdan en barbar topluma kadar her toplum şu veya bu şekilde varlığını sürdürebilir. Ancak huzur, refah ve güven içinde yaşayan bir toplumun yaşantısı ile açlık, sefalet, korku ve endişe içinde yaşayan bir toplumun yaşantısı farklıdır. Birinci toplumda fazilet, erdem ve güven hakim iken, ikinci toplumda korku, kaos ve kargaşa egemendir.
Adalet yargısal kararlarla sınırlı olmayıp insani ilişkilerin tamamını kapsamaktadır. Ancak adaletin hayati önem taşıdığı iki alan vardır. Biri devletin idari işleri, diğeri yargısal kararlar. Bunların birincisine, işi ehline vermek, ikincisine adalet ile hükmetmek denmektedir. İsimleri farklı olmakla birlikte her iki konu da adaletle bağlantılıdır. Zira devletin bir makamını ehline tevdi etmek adalet, nâehil birine tevdi etmek ise haksızlık ve zulümdür. İşi ehline tevdi etmek, toplum hayatında adil yargıdan daha fazla önem taşımaktadır. Çünkü bir hâkimin verdiği yanlış veya haksız bir karar bir kişi veya bir kısım insanların hakkını ihlal ederken, ehliyetsiz bir vali, bir şehre, ehliyetsiz bir bakan veya devlet başkanı bir ülkeye zarar verebilir. Bu nedenle âyeti kerimede işi ehline vermek, insanlar arasında adalet ile hükmetmekten önce zikredilmektedir: “Allah, emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğinizde de adaletle hükmetmenizi emrediyor…” (Nisa, 4/58.)
Âyeti kerimede geçen “emanetler” kavramı umumi olup devletin tüm işlerine şamil gelmektedir. Hz. İbn Abbas da âyetin umumi olup herhangi bir işten sorumlu olan herkese şamil geldiğini ve her idarecinin emaneti ehline tevdi etmesi gerektiğini söylemektedir. Buna göre bir makamı temsil edip yetkili olan bir kimsenin, hiçbir ayrım yapmadan her işi ehline tevdi etmesi, Cenâb-ı Allah’ın açık emridir. Hz. Peygamber de, “Üç şey, berr ve facir (iyi ve kötü) her insana tevdi edilir: Emanet, ahid ve sıla-i rahim.” (İsfehani, Tefsirü’l-İsfehani, III, s. 1284.) buyurarak konuya açıkça dikkat çekmektedir. İslâm bilginleri de gerek iyi olsun gerek kötü olsun emanetin ehline verilmesi gerektiğini söylemektedir. (Kurtubî, el-Cami li Ahkami’l-Kur'ân, V, 256.)
Adalet ve Hukuk Herkes İçindir
İslâmî değerler evrenseldir, kişilere göre değişmez, inanan ve inanmayan tüm insanlar için geçerli olup herkes için uygulanır. Müslüman, gerek anne ve babası olsun, gerek diğer yakınları olsun, gerek zengin, gerek fakir olsun, herkese karşı adil ve dürüst davranmakla mükelleftir. Âyeti kerimede, “Ey iman edenler, kendilerinizin veya anne ve babanızın veya akrabanızın aleyhine olsa bile adaleti gözetleyin ve Allah için (hakkı söyleyen) şahitler olun. Şayet (aleyhine şahitlik ettiğiniz kimse) zengin veya fakir ise Allah ona daha evladır. Nefsinizin arzusuna uyup adaletten sapmayın…” (Nisa, 4/135) buyrularak bu hususa dikkat çekilmektedir.
İslâm’da hissiyata yer yoktur. Müslüman kendi namına değil, Cenâb-ı Allah’ın emrine göre hareket etmekle mükelleftir. Müslüman intikam duygularıyla da hareket edemez, dost ve düşman, sevdiği veya sevmediği herkese karşı adil davranmak zorundadır. Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “…sizi mescidi haramdan alı koyduklarından dolayı bir kavme olan kininiz, sizi tecavüze sürüklemesin, iyilik ve takva üzere yardımlaşın, günah ve tecavüz üzere yardımlaşmayın…” (Maide, 5/2.), “Ey iman edenler, adil olun ve doğru konuşun, bir kavme olan kininiz sizi adaletsiz olmaya sevk etmesin, adaletli olun, bu, takvaya daha yakındır…” (Maide, 5/8.)
Bu âyetler Mekke müşrikleriyle ilgilidir. Onlar, İslâm’ın doğuşundan Mekke fethine kadar tam 21 yıl boyunca Hz. Peygamber, İslâm ve Müslümanlara karşı amansız bir savaş verdiler. Buna rağmen Cenâb-ı Allah onlara karşı adil davranmayı emretmektedir. Çünkü İslâm adalet anlayışı kişilere göre değişmez.
Adil İdarecinin Sevabı, Zalimin Azabı Vardır
İslâm inancına göre insanoğlu yaptığı iyi veya kötü her fiil ve hareketinden sorumludur. İslâm’da keyfiliğe asla yer yoktur. Devlet başkanları da dâhil hiç kimse sorumsuz değildir, keyfi hareket edemez, iyilik yaparsa mükâfatı, kötülük yaparsa cezası vardır. Âyeti kerimede “Allah yaptığından sorumlu tutulmaz, ancak insanlar yaptığından sorumludur.” (Enbiya, 21/23) buyrularak bu hususa dikkat çekilmektedir. Dolayısıyla yapılan her şey kanun ve mevzuata veya hakiki manada halkın maslahatına uygun olmalıdır. Amme maslahatına değil de bir zümrenin; bir siyasi partinin, bir cemaatin, bir tarikatın veya benzeri bir grubun lehine yapılan bir hareket, amme maslahatı olmadığından dinen makbul değildir. Bir köyde maslahata binaen yapılan bir işin meşru olması için köyün tamamının veya ilgili kimselerin tamamının yararlanacağı bir iş olması, ülke bazında maslahata binaen yapılan bir icraatın meşru olması için her kesimden insanların yararlanan bir iş olması gerekir. Bir kısım insanların veya bir zümrenin lehine yapılan herhangi bir hareket dinen maslahat sayılmaz.
İdarecilik ağır bir iş olup hem iyi hem de kötü yönleri vardır. Bir idareci meşru bir yoldan idareciliği elde edip adil, dürüst ve namuslu bir şekilde halkına hizmet ederse uhrevi mükâfatı büyüktür. Bir hadisi şerifte ifade edildiğine göre mahşer günü 7 (yedi) kısım insan Arş’ın gölgesinde gölgelenecektir, bunlardan biri de adil idarecidir. (Buhârî, Zekât, 16) Diğer bir hadiste ifade edildiğine göre bir gün adamın biri Resûlullah (s.a.v.)’ın yanında idarecilik ne kötüdür! dedi. Resûlullah (s.a.v.) bu sözü tasvip etmedi ve şöyle dedi: “Hakkıyla ve helal bir şekilde alan kimse için idarecilik ne güzeldir! Hakkı olmadan ve helal olmayan bir şekilde idareciliği alan kimse için ise idarecilik ne kötüdür! Kıyamet günü onun üzerine hasret ve pişmanlık olur.” (Hadisu Ali b. Hacer, s. 461)
İdareciliğin iyi yönü olmakla birlikte, mesuliyeti ağır basmakta olup çoğu zaman insanı uhrevi vebal altında bırakır. Çünkü idareci adil, dürüst, namuslu ve gayretli olmak durumundadır. Önce kendisini ve çevresini değil, halkını düşünmelidir. Bunu yapabilmek ise kolay değildir. İnsanların kahir ekseriyeti kendi çıkarlarını öncelemektedir. Bundan olmalıdır ki Hz. Peygamberin amcası Hz. Abbas idarecilik talebinde bulununca Resûlullah (s.a.v.) ona şöyle cevap verdi: “İdarecilik isteme, zira o, dünyada kişiyi bir derece yükseltmiyor ki ona karşılık ahirette ondan bir derece düşürmesin.” (Muafi, b. İmran el-Musılî, ez-Zuhd, s. 229)
Yargının tarafsız, bağımsız ve adil olması da hayati önem taşımaktadır. Zira herhangi bir vatandaş veya bir zümre haksızlığa uğradığı takdirde başvurup hakkını arayacağı yegane merci yargıdır. Onun için yargının bağımsız, tarafsız ve adil olması gerekir. Aksi takdirde hakkı ihlal edilen, haksızlığa uğrayan ve veya malı elinden alınan bir vatandaşın hakkını arayacağı bir merci olmayacaktır. Yargı kanunları da çağdaş, adil, ihtiyaca cevap verebilecek ve tatmin edici nitelikte olmalıdır. Hâkim ve savcılar da kanun ve mevzuata göre hüküm vermeli, hak ve hukuktan sapmamalı, taraflı ve ideolojik davranmamalılar. Bu kıstaslara bağlı kalmadan karar veren yargıçlar azaba müstahak olacaklardır. Bir hadiste “Hâkimler (kadiler) üç kısımdır. İlimsiz insanların arasında hükmedip birinin malını diğerine veren hâkim ile ilmini bir tarafa bırakıp insanlar arasında haksız bir şekilde hükmeden hâkim cehennemdedir. Allah’ın kitabı ile hükmeden hâkim ise cennettedir.” (Müsned-ü Ebî Hanife) buyrularak dini kurallara aykırı hükmeden bir yargıcın uhrevi azaba müstahak olacağına dikkat çekilmektedir.
Adalet Bolluk ve Bereketin Kaynağıdır
Her şeyin yaratıcısı Cenâb-ı Allah’tır. Göklerin ve yerin hazineleri O’nun elindedir. Âyeti kerimede “Hiçbir şey yoktur ki hazineleri katımızda olmasın…” (Hicr, 15/21.) diye buyrulmaktadır. Gerek bireysel gerekse toplumsal olsun rızkın bol ve bereketli olması veya dar ve bereketsiz olmasının maddi ve manevi birtakım nedenleri vardır. Keza bela ve musibetlerin, bolluk ve refahın da birtakım maddi ve manevi sebepleri bulunmaktadır. İtaat ve ibadetler rızkın bolluğuna, günah ve isyanlar rızkın daralmasına sebep olacağı gibi, devletin adil olması da rızkın bol ve bereketli olmasına vesile olmaktadır. Bunun yaşanmış birçok örneği bulunmaktadır. İslâm tarihinden Hz. Ömer ile Adil Halife Ömer b. Abdülaziz’in hilafet dönemleri bunun apaçık delilleridir.
Hz. Ömer’in hilafeti dönemde yaşanan bollukla ilgili daha önceki yazılarımızda bilgi verilmiştir. Burada hatırlatma babından ve konuya ışık tutması amacıyla Hz. Ömer döneminde toplanan gelir ile daha sonraki dönemlerde toplanan gelirle ilgili bir örnek zikredeceğiz. Ömer b. Abdülaziz bu konuda şunları ifade etmektedir: Haccac’a lanet olsun ki ne dünya işlerini, ne de din işlerini idare edebilirdi. Ömer-i Azam zamanında Irak’ın gelirleri 100 milyon dirhemden fazla olduğu halde Ziyad ile Haccac baskı ve şiddete rağmen 20 milyondan fazla gelir toplayamadılar. (Mevlana Şibli, Asrı Saadet, Kapı Yayınları, II, s. 293.)
Adil halife Ömer b. Abdülaziz’ın hilafet dönemi çok kısa olup sadece 2.5 (iki buçuk) yıl idi. Buna rağmen adeta yer ve gök bereket ve rızık yağdırıyordu. Onun dönemiyle ilgili şunlar anlatılmaktadır: Bir yıl devlet geliri hayli fazla idi. Herkese dağıtıldıktan sonra erzak artakalmıştı. Hazine görevlileri adil Halifenin yanına gidip durumu ona arz ettiler. Halife Yahudi ve Hıristiyanlara verin, dedi. Görevliler onlara da verdik yine arttı, dediler. Halife evlenmek için bekâr gençlere verin, dedi. Görevliler onlara da verdik, yine de arttı, dediler. Halife birkaç grubu saydı. Görevliler hepsine verdik, yine de arttı, dediler. Halife, öyleyse götürün dağların başına saçın, kurt ve kuşlar yesin, gayrimüslimler de bilsin ki İslâm ülkelerinde kurt ve kuşlar dahi aç kalmıyor.
Evet, Yüce Mevla’nın emrettiği ilahi adalet o kadar tesirlidir ki gökten bereketin adeta yağmur gibi yağmasına, yerden de su gibi fışkırmasına vesile olur. Evet, bugün İslâm coğrafyasında yüzbinlerce hatta milyonlarca insan karnını duyuramıyor, akşam evlatlarını aç karnına uyutuyorsa bu ayıp asla İslâm’ın ve Yüce Kur'ân’ın değildir. Bu ayıp tüm Müslümanların, ancak öncelikle iki kısım insanındır. Birinci kısım hakkı haykırmayan ulema, ikinci kısım İslâm’a ve ümmete gerektiği gibi hizmet etmeyen, dini ve devlet imkânını kendi çıkarı için alet eden umera.
Burada bir örnek daha verelim. Birkaç yıl önce Hayatu’l-Heyavan’da şöyle bir kıssa okumuştum: Bir ara bir kral veziriyle birlikte bir yolculuğa çıkar. Akşamüzeri yolun kenarında bulunan bir eve misafir olur. Ev sahibinin bir nar bahçesi vardır. Evde bir kadın kızıyla birlikte yaşamaktadırlar. Susadığı için kral su ister. Kız bahçeye gidip bir nar sıkar, suyunu bir bardağa doldurur, getirip krala ikram eder. Kral bir süre sonra tekrar su ister. Kız tekrar gidip bir nar sıkar, bardağa doldurur, getirip krala ikram eder. Kral kaç nardan bu kadar su çıktığını sorunca, kız bir nar, diye cevap verir. Bahçenin büyük olup verimli olduğunu düşünen kral veziriyle istişare ederek bahçeye vergi koymaya karar verir. Kral sabahleyin tekrar su ister. Kız gidip bir nar sıkar, bardak dolmaz, ikinci narı sıkar bardak yine dolmaz, üçüncü narı sıkınca bardak dolar ve gözlerinden yaşlar akar bir halde bardağı krala getirir. Kral kızın gözyaşlarını görünce sebebini sorar, kız sultan bize zulüm yapmak istemiş olmalı ki bahçemizden bereket kalkmıştır, bir nar ile bir bardak dolarken üç nar ile ancak bardak doldu, diye cevap verir. Kral kıza bunu nereden bildiğini sorunca kız şöyle der: Babalarımız ve atalarımız âlim idi. Onlar şöyle derdi: Sultan adil olursa yerde bereket olur, sultan zalim olunca yerden bereket kalkar. Bunun üzerine kral kendisinin sultan olduğunu, vezir ile istişare ederek bahçenize vergi koymak için karar aldığını, ancak bundan vazgeçeceğini, söyler. Kız tekrar bahçeye gider, bir nar koparıp sıkar ve önceki gibi bir narın suyu ile bardak tam dolar. Tabi ki bu bir kıssadır, ancak bu gibi hususlar imkân dâhilindedir. Garipsememek gerekir.
Devlet Kademelerinde Adalet Nasıl Sağlanır?
Sanayi öncesi dönem ile sanayi sonrası dönemdeki toplum yapısı farklılık arz etmektedir. Sanayi öncesi dönemlerde okuma yazma oranı oldukça azdı, devletler pek gelişmemişti, devlet vazifelerinde istihdam edilen insanlar da sınırlı idi. Bir yere görevli gerektiğinde devlet başkanı veya vali uygun birini bulup görevlendirirdi. Günümüzde okuma yazma oranı artmış, üniversite mezunları çoğalmıştır. İnsanlar görev almak maksadıyla yıllarını eğitime vermektedir. Tahsilli bu insanların istihdam edilmesi için hiçbir müdahalenin olmayacağı merkezi sınavlar yapılmalıdır. Ülkemizde bazı alanlarda merkezi adil sınavlarla alım yapılırken hâkim ve savcılık gibi önemli görevlere referansız alım yapılmaktadır. Bu ise adalet ve hakkaniyete aykırıdır. Ülkede var olan sağ sol ve benzeri çatışmaları daha da körüklemektedir. Bu nedenle tüm birimlerde adil merkezi sınavlarla alım yapılmalıdır. Bu yapılmadığı sürece hangi kesim iktidara gelirse diğer kesim ona düşman kesilir. Devlet imkânları ayrım yapılmadan vatandaş arasında bölüştürülür ve vatandaşın eşit şartlarda devletin imkânlarından istifade etmesi sağlanırsa ülkede var olan didişme ve çatışma ortamı da asgariye iner.
Terfi ve Nakillerde Kıstaslar Belirlenmeli
Adaletin sağlanması, hakkaniyetin gerçekleşmesi ve insanların kendilerini yetiştirmeleri için memur ve idarecilerin nakil ve terfilerinde de adil birtakım kıstaslar belirlenmelidir. Terfilerde hem süre hem de birtakım ölçüler getirilmelidir. Örneğin bir kişi öğretmen olarak atanınca bir süre öğretmenlik, bir süre okul müdürü veya müdür yardımcılığı, bir süre milli eğitim şube müdürlüğü yaptıktan sonra milli eğitim müdürü olarak atanabilsin. Adil birtakım kıstaslar belirlenir ve bu ölçüler dâhilinde hareket edilirse, adalet, ehliyet ve hakkaniyet sağlanır, inanan ve inanmayan herkes mutlu ve huzurlu olur. Yükselme imkânı olan kimseler de kendilerini ortama göre hazırlayıp yetiştirmeye çalışırlar. Söylenen bu şeyler yapılmadığı takdirde haksızlık, adam kayırma ve tarafgirlik yapılır. Bu da tabii olarak ekranlarından hiçbir farkı olmayan, hatta liyakatsiz ve ehliyetsiz bazı insanların hak etmedikleri yerlere gelmesine sebep olurken, liyakatli ve ehliyetli bazı insanların harcanmasına, devlette verimsizliğe ve Cenâb-ı Allah’ın gazabına sebep olur. Bu durum Müslümanlara yakışmaz, dost ve düşman herkese adil davranmayı emreden Kur'ân emrine de açıkça muhalefettir.
Nitekim “Şüphesiz Allah, adaleti ve ihsanı emreder…” (Nahl, 16/90) âyetinde olduğu gibi adaletle ilgili âyetler umumi lafızlarla varit olup tüm insanlara hitap etmekte ve her insanın herkese karşı adil davranmasını emretmektedir. “Sana emredildiği gibi dosdoğru ol, onların arzularına uyma ve De ki: Allah’ın indirdiği kitaba iman ettim ve aranızda adalet yapmakla emredildim…” (Şûrâ, 42/15.) âyeti kerimesi ise bizzat Hz. Peygambere hitap etmekte olup onun dosdoğru olmasını ve hiçbir ayrım yapmadan insanlar arasında adalet ile hareket etmesini emretmektedir. “Muhakkak ki elçilerimizi beyyineler/açık ayetlerle gönderdik, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik ki insanlar adalet ile kaim olsunlar…” (Hadid, 57/25.) âyeti kerimesi de ayrım yapılmadan adaletin tüm insanlar için gerekli olduğunu, peygamberlerin gönderilmesinin ve kitapların indirilmesinin amacının adaleti sağlamak olduğuna dikkat çekmektedir.
Netice itibariyle Müslümanlar, savaş hali dışındaki durum ve zamanlarda inanan ve inanmayan herkese karşı adil davranmak durumundadır. Ülkemizde var olan sağ sol veya dindarlarla laikler arasındaki didişme ve çekişmeler de adaleti terk etmek için yeterli bir gerekçe olamaz. Zira bu çatışma küffara karşı yapılan cihat ile eşit değildir. İnanan bir Müslüman da inanmayan biriyle aynı davranamaz. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Seni emin bilene emaneti geri ver, sana ihanet edene ihanet etme.” (Dâremi, III, s. 1692.) Hz. Peygamber de hiçbir zaman Ebû Cehil gibi davranmamıştır. Mekke müşrikleri tam 21 yıl İslâm’a karşı amansız düşmanlık yaptıkları halde Mekke fethinde hepsini serbest bırakmıştı. Onlar da bu alicenap tavra karşı gelip Müslüman oldular.
İnsanları kazanmanın en etkili yolu da onlara karşı adil davranmak ve kendilerine iyilik yapmaktır. Bizler Müslümanlar olarak birini düşman bilir ve ona düşmanca davranırsak o da hem bize hem de İslâm’a düşman kesilir. İnsanlara şefkat ve merhamet ile yaklaşırsak hidayetine vesile olabiliriz.
Selam ve dua ile.