Ahlak insanın başkasına karşı gösterdiği tavır ve hareketlerdir. Ahlak biri güzel diğeri de çirkin olmak üzere ikiye ayrılır. Güzel ahlak insanlar tarafından hoş karşılanan, onurlu ve haysiyetli davranıştır. Kötü veya çirkin ahlak insanlar tarafından hoş karşılanmayan hareket ve davranışlardır. Ahlaklı olmak, kişinin yalan konuşmaması, sahtekarlık ve hile yapmaması, söylediği ile yaptığının birbiriyle çelişmemesi, insanlar tarafından hoş karşılanmayan, insan onuruna yakışmayan söz, fiil ve hareketlerden sakınması, onurlu, şahsiyetli, erdemli ve insanlar tarafından hoş karşılanan hareket ve tavırlar göstermesidir.
Güzel ahlak, fert ve toplum hayatında son derece önem arz etmektedir. Cenâb-ı Allah, “Şüphe yok ki sen yüce bir ahlak üzeresin” (Kalem, 68/4) buyurarak beşeriyete hidayet rehberi olarak gönderdiği Hz. Peygamberi güzel ahlak ile övmektedir. Hz. Peygamber de bir hadisinde “Ben ancak güzel ahlakları tamamlamak üzere gönderildim” buyurarak gönderiliş amacını güzel ve erdemli ahlakları tamamlamaya bağlamıştır.
Bu hadisi açıklama sadedinde birkaç örnek verebiliriz. Zina başkasının namusunu kirletmek, şerefini ve haysiyetini rencide etmek, toplumda babası belli olmayan insanların var olmasına sebep olduğundan yasaklanarak haram kılınmıştır. Yalan konuşmak hakikatin üstünü örtmek, başkasını kandırmak ve insanların birbirine güvenmesini yok ettiğinden yasaklanarak haram kılınmıştır. Zekât imkân sahibi kimselerin, ihtiyaç sahibi kimselere iktisadi olarak yardımcı olmak, ekonomik dengeyi sağlama konusunda katkı sağmak anlamında olduğundan farz kılınmıştır. Bu gibi hususlar dinî emir ve yasakların ahlaki boyutudur. Bu nedenle zina yapmak ve yalan konuşmak gibi hareketler gayri ahlaki davranışlardır. İffetli ve doğru sözlü olmak ve zekât vermek gibi hareketler erdemli ve ahlaki davranışlardır.
Burada şunu da ifade edelim ki din farklı ahlak farklıdır. Ahlak hem din hem kültür hem de bireylerin fıtratıyla yakından alakalıdır. Dolayısıyla her Müslümanın ahlaklı her gayrimüslimin ahlaksız olduğunu düşünmek yanlıştır. Bazen tam tersi olabilir.
Peygamberler insanlar için hidayet rehberi olarak gönderildiği, ahlaki olarak da model alınması gereken insanlar olduğundan en güzel ve en yüce ahlaka haizdirler. Bu nedenle önce peygamberlerin yüce ahlakından birkaç örnek zikreder, daha sonra diğer insanların onurlu ve ahlaklı hareketlerinden birkaç örnek zikretmeye çalışacağız:
Hz. Yusuf kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, Cenâb-ı Allah’ın koruma ve inayetiyle oradan çıkarılmış ve nihayet Mısır’a maliye bakanı olmuştu. Maliye bakanı iken kardeşleri birkaç sefer gidip ondan gıda maddeleri almıştı. Nihayet Hz. Yusuf’u tanıyınca mahcup olmuş, başlarını önlerine eğmişlerdi. İşte bu sırada Hz. Yusuf, “Bugün size azarlama yoktur, Allah sizi bağışlayacaktır…” (Yusuf, 12/92) diyerek hem onları affetmiş, hem de daha fazla mahcubiyet hissetmelerine mani olmuştu. Bu gibi kıssanın Kur'ân’da zikredilmesi Müslümanların örnek alınması içindir.
Resûlullah (s.a.v.) Mekke’de doğup büyümüş ve orada kendisine vahi gelmiştir. Tebliğe başlayınca Mekke’nin kahir ekseriyeti kendisine karşı düşmanlık yapmış ve amansız bir mücadele başlatmıştı. Mekke müşrikleri tarafından Müslümanlara her türlü haksızlık ve işkence yapılmış, Müslümanlar hicret etmek zorunda kalmış, hicretten sonra da Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında Bedir, Uhud ve Hendek savaşları vaki olmuştur. Bu savaşlarda her iki taraftan onlarca kişi ölmüştü. Uhud ve Hendek savaşları Müslümanları toptan yok etmeye yönelikti. Nihayet hicri sekizinci yılda Resûlullah (s.a.v.) gidip Mekke’yi fethetti. İmanını gizleyenler dışında Mekke halkının tamamı henüz müşrik idi. Resûlullah (s.a.v.) dileseydi onları ağır bir şekilde cezalandırabilir; bir kısmını kılıçtan geçirir, bir kısmını hatta tamamını da esir olarak alabilirdi. Ancak öyle yapmadı. Onları Kâbe’nin yanında topladı, kısa bir hitaptan sonra benden ne beklersiniz? diye sordu. Onlar sen iyi bir insan ve iyi bir insanın oğlusun, bizi affetmenizi istiyoruz, dediler. Resûlullah (s.a.v.) Hz. Yusuf’un kardeşlerine söylediği sözün aynısını söyledi: “Size azarlama yoktur, gidin hepiniz serbestsiniz” dedi ve özel suçları olan birkaç kişi dışında hepsini affetti.
Evet, işte erdem ve ahlak budur: İnsanın ezeli düşmanını bile affetmesi. Şu an Müslümanlar olarak Resûlullah (s.a.v.)’ın yaptığının binde birini bile yapmıyoruz. Başkası güçlü olunca hak hukuk ve adalet naraları atıyoruz. Güç bize geçince her şeyi unuturuz. Burada şunu da ifade edelim ki iyi Müslümanlar, erdemli ve ahlaklı tavırlarıyla gayrimüslimlerin Müslüman olmasına vesile olan kimselerdir. Devlet düzeyinde düşünürsek hukuk ve adalet konularında İslâm ülkelerinin dünyanın öncüleri olması gerekirken, bu konuda batı ve ABD öncü durumdadır. Tabi ki burada her ülkenin kendi içindeki hukuktan bahsediyoruz. Kafirlerin Müslümanlara karşı adalet ve hukuku yoktur. Çıkarları söz konusu olduğu zaman da durum aynıdır.
Bir gün bir kabile reisi Resûlullah (s.a.v.)’ın yanına gelir. Bu zatın bir kızı başkası ile evli iken eşi ölmüş kızı dul kalmıştı. Ö dönemde Arapların önde gelenleri kızlarını sıradan kimselerle evlendirmek istemiyordu. Bu zatın dul kalan kızı harika bir güzelliğe haiz idi. O dönemde bu gibi kadınlar için Arapların en güzel kadını, tabiri kullanılıyordu. Bu kadın da aynen böyle idi. Gelen zat Resûlullah (s.a.v.)’a şöyle bir teklifte bulundu: Kızım biriyle evli idi, eşi öldü kendisi dul kaldı. Kızım Arapların en güzel kadınıdır. Gönlüm onu senin dışında biriyle evlendirmeye razı olmuyor. Kızımı seninle evlendirmek istiyorum, onu kabul et. Resûlullah (s.a.v.) teklifi kabul etti. Adım köyüne dönüp kızını Resûlullah (s.a.v.)’a gönderdi. Kadını hazırlayıp bir odaya koydular. Kadın çok güzel olduğundan Resûlullah (s.a.v.)’ın eşleri Hz. Âişe ile Hz. Hafsa kadını kıskanarak kendisine komplo kurdular ve ona şöyle bir tavsiyede bulundular: Resûlullah (s.a.v.) senin yanına varınca deki: “Allah’tan sana sığınırım.” O bu sözden hoşlanır. Kadın bunun ne anlama geldiğini bilmediğinden bir komplo olduğunu anlamadı. Resûlullah (s.a.v.) odasına girip eline kendisine uzatınca, aldığı tavsiye doğrultusunda “Allah’tan sana sığınırım” dedi. Resûlullah (s.a.v.) sen büyük birine sığındın, dedi, yüzünü örttü ve hemen dışarı çıktı. Daha sonra kadına bir şeyler verip memleketine geri gönderdi.
Bu olay neticesinde Resûlullah (s.a.v.) ne o kadına nahoş bir söz söylemiş, ne de Hz. Âişe ile Hz. Hafsa’ya kızmıştı. Resûlullah (s.a.v.)’ı kendi şehvetine düşkün olmakla ayıplayan kimselere bu olay yeterli bir cevap hatta bir şamardır.
Mustalık Oğulları gazvesinde erkek, kadın ve çocuk toplam 200 civarında kişi esir alınarak Medine’ye getirilmişti. Bunların taksimi sırasında küçük bir çocuğunu kaybeden bir kadın can havliyle sağa sola koşuşturuyordu. Bir ara Resûlullah (s.a.v.)’ın önünden geçmiş, Resûlullah (s.a.v.) kadına bakmamak için başını eğmişti. Neden böyle yaptın? Sorusuna karşılık, terbiyemiz başka bir milletin kadınına bakmaya müsaade etmez, diye cevap vermişti.
Hz. Peygamberin Zeyd b. Harise adında bir kölesi vardı. Gerçekte köle değildi, aslen Suriyeli idi. Henüz çocuk iken kaçırılmış ve Mekke’de köle olarak satılmıştı. Validemiz Hz. Hatice’nin bir yakını Zeyd’i onun için köle olarak satın almıştı. Hz. Hatice Hz. Peygamber ile evlenince Zeyd’i ona hediye etti.
Hz. Zeyd’in babası uzun bir süre onu aramış, nihayet Mekke’de Haşimoğulları kabilesine mensup olan Muhammed adında bir zatın yanında köle olduğu haberini almıştı. Bu haberi alan Harise oğlunu almak için bir miktar parayı fedye-i necat olarak yanına almış ve kardeşiyle birlikte Mekke’ye varmıştı. Hz. Muhammed’in yerini sormuş, Kâbe’nin yanında olduğunu öğrenmişti. Direkt Kâbe’nin yanına varmış, Resûlullah (s.a.v.)’ı görünce merhamet duygularını tahrik etmek amacıyla şiirler söyleyerek onu ve kabilesini uzunca övmüştü. Resûlullah (s.a.v.) hadisenin mahiyetinden habersiz idi. Harise sözlerini/şiirlerini bitirince Resûlullah (s.a.v.) kim olduğunu, neden geldiğini ve ne istediğini sordu.
Harise, senin yanında köle olarak bulunan Zeyd’in kendi oğlu olduğunu, kaçırılıp köle olarak satıldığını ve fidye karşılığında onu alıp memlekete götürmek istediğini söyledi. Harise karşısında bulunan zatın bir Peygamber adayı olup yüce bir ahlaka ve büyük bir alicenaplığa sahip olduğunu bilmiyordu. Resûlullah (s.a.v.), Zeyd’i çağıracağım, ona tercih etme hakkı tanıyacağım, şayet seni tercih ederse fidye almadan sana teslim edeceğim, memleketine götür, şayet beni tercih ederse, seni kendime tercih edemem, yanımda kalacaktır, dedi.
Zeyd çağrıldı ve geldi. Resûlullah (s.a.v.) bu adamları tanır mısın? diye sordu. Zeyd kendilerine işaret ederek, şu babam, şu da amcam, dedi. Resûlullah (s.a.v.) bunlar seni alıp memlekete götürmek istiyorlar ne dersin? dedi. Zeyd, senin yanında köle olarak kalmayı anneme, babama ve tüm kabileme tercih ediyorum. Zira senden gördüğüm şefkat ve merhameti hiç kimseden görmedim, diye cevap verdi.
Bu olay Resûlullah (s.a.v.) henüz Peygamber olmadan cereyan etmiş ve bu olaydan sonra Resûlullah (s.a.v.) Hz. Zeyd’i evlat edinmişti.
Resûlullah (s.a.v.) döneminde bir adam zina yapmıştı, şahitleri yoktu. Resûlullah (s.a.v.)’ın yanına gelip suçunu itiraf etmiş ve cezasının tatbik edilmesini talep etmişti.
Medine’de bir kadın yatsı namazına giderken yolda birisi tarafından cinsel tecavüze uğramıştı. Karanlık olduğundan kadın adamı tanımamış, filanca kişi olduğu sanmıştı. Ertesi gün şikâyet amacıyla camiye gidip, ey Allah’ın Resulü, dün gece yatsı namazına gelirken filanca kişi bana tecavüz etti, diye şikâyette bulundu. Gerçek fail ismi söylenen kişi değildi, ancak gerçek fail de oradaydı, kalkıp suçunu itiraf etmiş, kadına tecavüz eden kişinin kendisi olduğunu söylemişti.
Burada mukayese amacıyla Narin Güran olayını zikredebiliriz. Bu olay medyaya yansıyıp günlerce medyaya konu olduğundan zikretmemizde bir mahsur olmasa gerek. Bu olay 2024 yılı Ağustos ayında Diyarbakır’ın bir köyünde cereyan etmişti. Henüz 8 yaşında bir kız çocuğu olan Narin henüz açıklanmayan bir sebepten dolayı bir yakını tarafından boğazı sıkılarak öldürülmüş ve bir dere kenarına gömülmüştü. Bu cinayetin fail veya failleri kendisini biliyorlar. Olay açığa çıkınca fail veya failler mert bir tavır sergileyip suçunu itiraf etseydi. O aile için de memleket için de daha hayırlı olurdu. Cinayeti işleyenler suçunu itiraf etmediğinden hala birçok kişi hapiste yatmaktadır. Kişinin suçunu itiraf edip ilgili kimselerden özür dilemesi ve cezasına rıza göstermesi ahlaklı ve erdemli bir tavırdır. Kişinin bir suç işleyip başkasına atması ise ahlaklı, onurlu ve şahsiyetli insanlara yakışmayan bir harekettir. Âyeti kerimede de “Kim bir hata veya günah/suç işleyip sonra da suçsuz olan birinin üstüne atarsa ağır bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur” (Nisa, 4/112) buyrularak bu konuya dikkat çekilmektedir. Evet, Narin olayı ahlaklı, onurlu ve erdemli olmanın toplum hayatında ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermektedir.
Bir iki örnek de gayrimüslimlerden verelim:
Almanya’nın eski başbakanlarından biri, bankadan normalinden daha düşük faizli bir miktar kredi çekmek istiyor. Bunun için banka müdürünü arayıp talebini kendisine bildirir. Daha sonra halk tarafından başbakanın banka müdüründen normalinden daha düşük faizli kredi istediğini duyar. Normalinden daha düşük faiz ile kredi çekmek istediği duyulunca başbakan kendisine yakışmayan bir harekette bulunduğunun farkına varıp başbakanlıktan istifa ediyor. Böyle bir tavır erdemli, ahlaklı ve onurlu bir harekettir.
Japonya’nın deprem uzmanlarından birisi bir ara depremi 5 saat önceden haber veren bir tesis yapmak istediğini, bunun için 50 bin liraya ihtiyacı olduğunu söyleyip devletten bu parayı ister. Bunun üzerine devlet bu zata 50 bin lira para verir, Adam bir tesis yapar, ancak daha sonra deprem olunca tesis depremi 5 saat önceden değil, aksine sadece 5 dakika önceden haber verir. Bu da bir işe yaramaz. Bunca harcamaya rağmen yaptığı makine veya tesis işe yaramadığından adam devletini zarara uğrattığını düşünür ve gidip intihar eder.
Dinî açıdan intihar tabi ki günahtır ve kişinin kendi nefsine katil olmasıdır. Ancak ahirete inanmayanlar açısından intihar normal bir olay olarak kabul edilebilir. Netice itibariyle böyle bir tavır erdemli ve onurlu bir harekettir. İnsan deruhte ettiği bir işi yapamayınca onurlu bir tavır sergileyip istifa etmelidir. Oysa ülkemizde böyle onurlu bir tavır göremiyoruz. Örneğin ülkemizde birçok siyasi parti vardır. Bazı partiler defalarca seçime girmiş ve yüzde bir dahi oy almamıştır. Buna rağmen bu partilerin genel başkanları hala partisinin başındadır.
Gerek ülkemizde olsun gerek diğer İslâm ülkelerinde olsun devlet başkanları bazen ayakta duramayacak kadar hasta veya yaşlı oldukları halde hala devletin başında olurlar. Oysa böyle bir durum ahlaki değildir ve yanlıştır.
Selam ve dua ile.