"el-İslâm mahcûbun bi’l Müslimîn"
"Müslümanlar İslam’ın Anlaşılmasına Perdedir."
"Düşündüğün gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi düşünürsün."
"İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanırsın."
Dinin temelleri inanç, ibadet, ahlak, helâl ve haramlardır. Diğer hususlar bunların üstüne inşa edilir. Dinin teorik temelleri sağlam olmazsa pratik/amel şekilden ibaret kalır. Kılınan namazların, tutulan oruçların, okunan Kur’ân’ların, yapılan camilerin, eda edilen hac ibadetlerinin birey ve toplumda etkisi olmaz. Bu durum tıpkı kolonları olmayan binayı ayakta tutmaya benzer. Sahici ve gerçek hayat olmaz. Böyle bir bina en küçük sarsıntıda yıkılır.
Geçen gün iyi ve kaliteli gözlem yapan eğitimci bir arkadaşla güzel demlenmiş, hoş kokulu çay eşliğinde sohbet ediyorduk. Kendisine, bugün yeryüzünde altmışa yakın “İslam Ülkesi” mevcut. Bu ülkelerde sana Hz. Ebu Bekir’i, Hz Ömer’i, Hz. Ali’yi, Hz. Ömer b. Abdilaziz’in adaletini, güvenirliliğini, şeffaflığını, dürüstlüğünü, cömertliğini, sade hayatını, zühdünü, hukuka olan bağlılığını, başka inançlara mensup insanların haklarını korumadaki titizliğini hatırlatan var mı? dedim. Arkadaş, biraz düşündükten sonra kafasını sağa-sola sallayarak birazda içi burkularak, varsa da bilmiyorum dedi.
Sosyal medyada dolaştığı gibi çoğunun dilin de Hz. Ömer, dünyaya bakışları ve hayat tarzları kurgusal karakter olan komedi filmindeki "Turist Ömer" gibidir. Hz. Ömer’in makamında olup dünyanın ilk yüz ülkesinin en zengin yöneticileri en fakir İslâm ülkelerinde olması garip değil midir? Eğer bir toplumun idarecileri zenginse halkı fakirdir. Halkı zenginse yöneticiler yoksuldur.
Kendisi ile sohbet ederken internetten çıktısını aldığım bir haberi okudum. Haber şöyledir: “Dünya’nın en fakir devlet başkanı” olarak bilinen Jose Mujika, Uruguay’da gerçekleştirilen seçimin ardından iki dönemdir yürüttüğü görevine veda etti.
Mütevazı yaşantısıyla Uruguay halkının sevgisini kazanan Mujika, aylık 12 bin dolar olan maaşının yüzde 90’ını vakıflara bağışlayarak geçimini ortalama bir Uruguaylının maaşıyla sağlıyor. Uzun yıllar hapiste yatmış devlet başkanı, kendisine maaşı dışında verilen primleri de almıyor. Basit bir hayat yaşamayı tercih eden Mujika, göreve gelince devlet başkanlığı sarayına taşınmadı. Uruguaylı lider, eşinin arazisi üzerine kurulu tek odalı bir evde kalıyor. Halkın vergileriyle masrafları karşılanan makam araçlarının oluşturduğu konvoylarla seyahat etmeyi kabul etmeyen Mujika, devlet başkanlığı ofisine kendi kullandığı 1987 model arabasıyla gidip geliyor. Mujika bir mülakatında, “Bana en fakir devlet başkanı diyorlar. Ben fakir değilim. En fakir olan, yaşamak için çok fazla şeye ihtiyacı olandır. Pahalı yaşam tarzını sürdürmek için sürekli daha fazlasına ihtiyacı olandır. Çok fazla mal varlığınız yoksa onları devam ettirmek için bir köle gibi bir ömür boyu didinip durmak zorunda kalmazsınız.” demiş.
Ayrıca Mujica, dünya liderlerine yönelik “yaşam tarzımdan dolayı ben fenomen filan değilim, fenomen onlar. Benim bir suçum yok. Maddi konular hayatımı zorlaştırmıyor. Yaşım zaten 80 ve kefenin cebi yok. Halkları oluşturan insanların büyük bir kısmı devlet başkanlarının yaşadığı gibi bir hayatı yaşamıyor. Ben ülkenin büyük bir bölümünün yaşam tarzı nasılsa öyle yaşıyorum. Devlet başkanlarını azınlıkta olan bir grubun yaşadığı sisteme dahil etmeye çalışan bir mekanizma var. Düşündüğün gibi yaşamalısın. Aksi takdirde yaşadığın gibi düşünmeye başlarsın. İnsanlara benim gibi yaşamalarını istesem beni öldürürler. Öyle yıllar geçirdim ki sadece bir döşeğe sahip olmak bile beni mutlu ederdi.” dedi.
Vergiyi İnsanlara Dağıtmak Üzere Toplamak Gerekir
Bir devlet başkanıyla ilgili anısını anlatan eski Uruguay Devlet Başkanı, “Başkan olmuş bir tip bana dedi ki: “Gizemli bir atmosferde yaşamayı sürdürmek gerekiyor.” Ne gizemi! Halkın çoğunluğu nasıl yaşıyorsa öyle yaşamak gerekiyor, parası olan ve israf eden azınlık gibi değil. Bunlardan benim için önemli olan vergilerini versinler ve usulsüzlük yapmasınlar. Daha fazla kazanırlarsa, dağıtmak üzere daha fazla vergi alırız.” dedi.
Köpekler İnsanlardan Daha İyi besleniyor
Diğer tarafta zıtlıklara dikkati çeken Mujica, Avrupa’da Afrika’daki insanlardan daha iyi beslenen köpeklerin olduğunu kaydederek, insanoğlunun global düşünmesi gerektiğini söyledi. Katolik Kilisesi’ne karşı büyük saygı duyduğunu belirten solcu lider Mujica, “arkadaşı” olarak tanımladığı Papa Francisco’yu kısa bir süre önce Roma’da ikinci kez ziyaret ederek "göç ve iklim değişikliği" üzerine konuştuklarını aktarmış.
Hayatta hafif olmak, bagajsız olmak daha fakir olmak değildir, özgür olmaktır. Bildiğim kadarıyla para ve zenginlik diğer dünyaya götürülemiyor. Yaşama bayılıyorum, onu satın alamazsınız ve elinizden gidiyor. Ülkemi ve halkımı çok seviyorum. Ben gidince geriye onlar kalacak ve mücadeleye devam edecekler. Parayı çok sevenlerin sanayi ve ticaretle ilgilenmesini ve bunun vergisini ödemeleri gerektiğini düşünüyorum. Siyaset para biriktirmek için değildir. Halka hizmet ederek kendini mutlu hissetmek içindir. Basit olmak, halk gibi sıradan bir vatandaş gibi olmaktır.” dedi. (http://www.cumhuriyet.com)
Bunları yazarken Mujica’nın bütün görüşlerini paylaşıyorum anlamına gelmez. Aliya İzzet Begoviç’in dediği gibi “her dindar ahlaklı, her dinsiz/ateist ahlaksızdır” şeklindeki genellemenin geçerli olmadığını belirlemektir. Dindar olup ahlaki zaafları olan, inanmayıp vicdanlı ve ahlaki özelliklere sahip insanlar vardır. Şunu unutmamak gerekir; insanları “etkilemenin” yolu “retorik”/hitabet değil amel/ahlâk, aksiyon ve yaşanan hayattır. Bir inanca bağlanmakla inancın gereğini yapmak farklı şeylerdir. Yoksa ahlakın değerini anlatırken şirkin en büyük zulüm olduğunu, tevhidî bakıştan sapmanın hayata anlam katmayacağını da bilmek gerekir.
Mujica’nın bazı fikirlerine katılmak mümkün değildir. Fakat yaşadığı sade hayat birçok insanı etkiliyor. Tam bir derviş gibi yaşıyor. Tasavvuf ilminde anlatılan "züht" tam da bu ateistin üzerine oturuyor. Şekilden uzak “sahici” bir hayat yaşıyor.
Güvensizliğin dip yaptığı, fakat “fırka-i nâciye” olduğundan “emin coğrafyayı” anlamaya çalışıyorum. Ahlaklı bir hayat, Müslüman veya ateist olsun fark etmez, emek verilerek kazanılır. Ahlaklı veya âdil olmak kimsenin tekelinde değildir. İnsanlar ahlaklı doğmaz, ahlaklı olmaya “müsait fıtratta” dünyaya gelirler. Ahlak yolculuğu da tamamen insanın gayret ve çabasına kalmıştır. Kur’ân; “Kim kendini geliştirip arındırırsa, o kesinlikle ebedî mutluluğa ulaşacaktır. Kim de kendini geliştirmeyip (içindeki iyilik tohumunu) çürütürse, o kesinlikle kaybedecektir.” (Şems, 91/9-10) derken kazanma, kaybetme, geliştirme veya köreltme insanın çabasına bırakılmıştır. Bu ilahî uyarı ahlak üretme yolunda önümüzde pusula gibi durmaktadır. Din insana sadece destek olur. Zorla ahlaklı yapmaz. Yolunu gösterir. Yolu da insan yürümelidir. Fatiha Sûresinde “İhdinâ-s-sirâta-lmustakîm” “bize doğru yolu göster” diyoruz. Vahiy, yolu gösteriyor yürü bakalım diyor. Biz de vahyin kolumuzundan tutup bizi zorla yürütmesini bekliyoruz. Bu zorlama insana verilen “hareket özgürlüğünü” yok saymaktır. Hatta vahiy bizatihi problem çözmez. Çözmek için “insan aklına destek” verir. Fakat bizler “sırt üstü yatarak” bütün ihtiyaçların; bilim, sanat, ekonomi, hukuk, iletişim, sağlık, siyaset ve mimariyle ilgili “hazır formüllerin” dini metinlerde olduğunu sanıyoruz. Öyle olsaydı İslam coğrafyası dünyanın “en yaşanabilir” toplumları olurdu. Problemi insan çözer, din ise yol gösterip destek verir… İnsan bir dine mensup olmadan da fıtratı sayesinde “iyi insan” olabilir. Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekir Müslüman olmadan önce de iyi insanlardı. İyi insan olan dinin rehberliği sayesinde “İyi Müslüman” olabilir. Aliya İzzetbegoviç’in “İyi insan olmadan, iyi Müslüman olunmaz” dediği de bu olabilir.
Mesela; ilk dönemde nâzil olan sûrelerden birisi olan Beled Sûresinde insanların karşılaşacağı sarp engel ve yokuşları sıralarken köleleri özgürleştirmek, toplumun itilmiş ve sahipsizleri; yetim ve yoksulları doyurmaktır. (Beled, 90/11-17) Daha sonra da “iman etmeyi” tavsiye eder. Bu şu demektir; nice iyi insanlar var Müslüman değiller. Nice Müslümanlar var iyi insan değiller. Yani, iyi insan olunmadan iyi Müslüman olunmaz. Aslında din iyi insana rehberlik eder. Müslüman olup olmayacağı kişinin kendi tercihine bırakılmıştır.
Zengin Fakat Gelişmemiş Ülke; Suudi Arabistan
Zengin olmakla kalkınma ve gelişmişlik kriterleri farklıdır. Zengin ülkelerde yüksek binalar, köprüler, tüneller, büyük hava limanlar bolca vardır. Fakat gelişmişlik; halkın yönetime katılması, şeffaflık, hukuk, adalet, güvenirlik, ehliyet ve liyakat, insana verilen değer toplumun gelişmişliğinin ölçütlerinden birkaçıdır. Mesela; Çin’de başka yerde olmayan yollar, binalar, tüneller, yollar var. Fakat aynı Çin’de fikir özgürlüğü, şeffaflık, adalet, farklı olana merhamet yok. Tek tipçilik, baskı ve dayatmanın yüksek seviyede görünür olduğu bir ülkedir.
Dünya devi Almanya tek başına 57 İslam ülkesinden daha çok üreten bir ülke. Bu üretimde ülkeyi yöneten “iyi insanların” rolü inkâr edilemez. Dünyanın "en güçlü yöneticisi" seçilen eski başbakan Merkel, mütevazı apartman dairesinde oturan, sade hayat, abartısız tarzı ve mütevazılığıyla yıllardır aynı elbiseleri giyip gezdiği hatırlatılınca "Ben başbakanım fotomodel değil" der. Hiç çekinmeden 2018 yılında G20 Zirvesi’ne katılmak üzere tarifeli uçakla Madrit üzerinden Arjantin’e uçar.
İslam coğrafyasındaki yöneticilerin ihtişamından bir örnek; G-20 Liderler Zirvesi’nde Mardan Palace Hotel’i 3 günlüğüne kapatan Suudi Arabistan Kralı Salman ve heyetinin özel eşyaları, Antalya’ya getirildi.
16 kamyon özel eşya ve 65 adet özel yapım Mercedes marka otomobil, Mardan Palace Hotel’e nakledildi. Kral Salman ve Prens Telal geceliği 15 bin Euro olan özel villalarda konaklayacak. Mardan Palace’da konaklayacak Suudi Kral Salman ve Prens Telal için altın yaprağı süslemeli tatlılar ikram edilecek. Kraliyet ailesinin üst düzey mensupları için hazırlanan kral dairesi ve villaların geceliği ise 9 bin Euro’dan başlıyor.
Ülkenin milli servetini kendi ve çevresi için harcayan bu açık hırsızların "Şeriatle yönetildiği söylenen" böyle bir lükse sahip insanların memleketlerinde açlıktan kıvranan insanlar yaşıyor. “Şatafat ve lüks kültürünün” bütün özellikleri kendini gösteriyor. Hâlbuki devlet adamının temel vasfı merhamet, şeffaflık, âdilliği ve sosyal adalet anlayışıdır. Müslüman coğrafyada olmayınca başkalarına öykünme veya özenme bir yaşantı ve kültür haline geliyor.
Mercedes marka otomobiller üretenle kullanan arasındaki fark. Üreten mi ahlaklı yoksa tüketen mi?
İslam coğrafyasının problemi kaynak yetersizliği değildir. Yeraltı kaynaklarının yüzde altmışı İslam coğrafyasındadır. Problem vizyon koyamama ve siyasetsizliktir. Yani evrensel siyaset üreterek yönetememedir. Toplumları beslemek için buğday üretimine ihtiyaç duyulduğu gibi yönetmek için de siyaset üretmek gerekir. Bu da büyük oranda siyaset bilimcilerin işidir. Tıpkı hukuk üretmek hukukçuların, dini bilgi üretmek din uzmanlarının göreviolduğu gibi... Bunlar olmayınca yöneticiler lüks ve şatafatı bir yönetim tarzı olarak görüyor. Hâlbuki şatafat kültürü toplumu yıkıma götürür. Bunu da ancak yıkılınca anlıyorlar. Kur’ân’da anlatılan geçmiş kıssalara bakıldığında eski toplumlar “dinsiz” oldukları için değil, “ahlaksız” oldukları için helak oldular. Toplumsal değişimde ahlak, hep belirleyici ve etkileyici olmuştur Mesela; Geçmişteki iki kutuplu dünyanın “süper güçlerinden” sayılan “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği”/Rusya, dünyanın en güçlü silah ve ordusuna sahip olmasına rağmen dağılmaktan kurtulamadı. Çünkü ahlak, adalet ve merhamet problemleri vardı. Timurlenk’in dediği gibi: “Ülkeler kılıçla alınır ama ancak adaletle korunur.” Aksi halde Namık Kemal’in dediği gibi: “Bulunmazsa adalet milletin efrâdı beyninde, Geçer bir gün zemîne arşa çıksa pâye-i devlet.” Yani vatandaşlar arasında adalet kaybolunca, devletin itibarı arşa çıkmış olsa da, bir gün yerin dibine geçer.
Ele Verir Talkını, Kendi Yutar Salkımı
Başlıktaki söz kültür dünyamızda sıkça kullanılır. Kendisinin inanmadığı ve tutmadığı öğütleri başkalarına kolayca veren kimsenin tutarsızlığını anlatır.
Emeviler döneminde iki kişi, bir kalabalığa şahit olmuşlar. Kalabalığa yaklaştıklarında yöneticinin, bir hırsızın elinin kesilmesi olayını infaz ettiklerini görmüşler. Arkadaşlardan birisi diğerine, toplumun çürümüşlüğünü gösteren şu sözü söyler; “Milletin malını gizli çalanlar, açıktan çalanın elini kesiyorlar.” Forbes zenginler listesinin başlarından inmeyen Brunei Sultanı Bolkiah, 20 milyar dolara yakın olan servetini ülkesinin zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına borçlu. Altın kubbeli ve 1800 odalı görkemli sarayı da cabası. Istana Nurul Iman isimli saray, dünyanın en büyük meskûn sarayı.
Dünyadaki en büyük Roll-Royce otomobil koleksiyonuna sahip olduğu belirtilen Brunei Sultanı'nın 500'e yakın arabası var. Otomobil koleksiyonunun toplam değeri ise 4 milyar dolar civarında. Bolkiah, yalnızca Brunei Sultanı ve Başbakanı değil aynı zamanda Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ve Maliye Bakanı unvanlarına sahip. Brunei'de 2014 yılından bu yana “Şeriat hükümleri” uygulanıyor. Öte yandan yeni uygulamaya geçecek Şeriat hükümleri bununla sınırlı değil. Hırsızlıkla suçlananların el ve ayaklarının kesilmesi gibi sert cezalar da var. Brunei'de tecavüz, zina, hırsızlık, din değiştirmek ve Peygamber'e hakaret etmek de idamla cezalandırılıyor. Kürtaj olan kadınlar ise insanların içinde kamçılanıyor.
Bolkiah, "İslami öğretilerin güçlendirilmesi" çağrısında bulundu ve "Brunei adil ve mutlu ülkedir. Vatandaşlarına mütevazı bir yaşam sürmelerini öğütledi. Sadece camilerde değil diğer kamusal alanlarda da ezan okunmasını istedi.” (https://www.bbc.com/turkce/ha) Ne yazık ki bu dinî faaliyetler; adaletsizlik, hukuksuzluk, israf, zulüm, despotluğun siperi ve görüntüsüdür. Din ve şeriat adına yapılan çirkinliklerin “fetvalarını” almaktan da kaçınmazlar. Böylece hem vicdanlarını rahatlatır hem de hırsızlıkları ibadet aşkıyla yaparlar. Yaşadığı hayat dine uymazken “mış gibi yaparak” dini kendine uydurur. Tıpkı Platon’un “Adaletsizliğin en büyüğü, âdil olmayıp âdil gibi görünmektir” dediği gibi. Müslümanların durumu sahici olmayan “dinî görüntü” fotoğrafıyla “gürültü çıkararak” gücünü ve nüfuzunu dinden alıp farkında olsun veya olmasın dine zarar vermekten başka işe yaramıyor. Çünkü Thomas More’nin dediği gibi; “Büyük çoğunluk yoksulluk içinde kıvranırken, doymak bilmez bir avuç insana memleketin bütün zenginliklerini sömürten bir devlette mutluluk olamaz.”
Tarihçi İbn Haldun kişisel özellik olan dindarlık, yöneticinin yönetici olmasının öncelikli niteliği değildir. Esas olan yöneticedeki ehliyet ve liyakatın olmasıdır. Çünkü dindarlık kişiyle Allah arasındaki gizli ilişkidir. Bu ilişkiye kimse müdahale edemediği gibi kimse "hüküm de" veremez.
Yöneticiden istenen adalet, hukuka riayet, şeffaflık, güvenirlik, merhamet, her ferdin inancını yaşama ve tebliğde özgürlüğün teminidir. Bu özellikler dindarlarda olması gerekirken, dindar olmayanlarda da olabilir. Yaşadığımız dünyada örneklerini görmek mümkündür.
Mesela; Hasan el Beşir’le uzun yıllar boyunca Müslüman Kardeşlik temelinde birlikte çalışmış dini lider Hasan el Turabi, henüz iktidardan devrilmemiş olan Hasan el Beşir ve öbür yöneticiler hakkında şöyle konuşuyordu “Yollarımız ayrıldığında yolsuzluk daha kötü bir hale gelerek herkesi kapsadı. Bütün Sudanlılar bunu biliyorlar. Oysa ilk başlarda bizzat kendisi, eğer ailem için bir ev inşa ettiğimi görürseniz beni asın derdi. ”İktidara gelmeden önce böyle konuşan siyasetçi, bırakın evi, iktidarı kaybettikten sonra evine yapılan baskında 130 milyon dolar nakit para bulunan, Suudi Arabistan kralından milyonlarca dolar “hediye” aldığını kabul eden bir adam haline gelmiş. (http://www.serbestiyet.com)
Aliya İzzet Begoviç’in “Müslüman bir siyasetçinin yolsuzluk yapmasını aklım almıyor” diyerek şaşkınlığını ifade etse de artık normal karşılanıyor. Aliya, yazar Albayrak’ın tanıtımıyla İrfan ehli, ilim ehli, adalet ehli, cihad ehli, merhamet ve infak ehli bir güzel adamdı. Yakın dostlarına şöyle der; “İktidara gelirseniz, hal ve hareketlerinize dikkat edin. Kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun. Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur. Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah’ın huzurunda hesap verecektir.” Bu konuşmadan bir sene sonra ahirete irtihal etti. Oğlu Bakir İzzetbegoviç babasının mal varlığını “(Dünya malı namına) Ondan geriye kalan sadece iki takım elbise ve bir çift ayakkabıydı.” der.
Arabalara Sığmayan Paralar
Afganistan dünyanın en fakir ve güvensiz ülkelerin başında gelmektedir. Afganistan'a giden uçak pilotlarına "nasıl cadde ve sokaklar gezebiliyor musunuz? Sorulduğunda pilotlar şu cevabı vermişler "cadde ve sokakları gezmeyi değil çoğu zaman uçaktan bile inmek istemiyoruz. Çünkü başımıza ne geleceğini bilemiyoruz" diyorlar.
Siyasi istikrarsızlıkla başı ağrımaya devam ediyor. Ülke Taliban'ın eline geçtiğinde Cumhurbaşkanı Eşref Gani can derdine düşüp ülkeden erkenden kaçtı. Cumhurbaşkanı Gani kaçarken yanında yüklü para da almış. Görevliler nakit parayla dolu dört araba, paranın bir kısmını helikoptere yerleştirmeye çalıştılar, fakat hepsi sığmadı. Bu nedenle paranın bir kısmı uçuş pistinde bırakıldı. Bu da gösteriyor ki; İslam coğrafyası toplumunu değil kendisini düşünen ilk sıkıntı anında gemiyi terk eden kalitesiz, kabiliyetsiz, liyakatsiz, kamu malıyla şahsi cüzdanı arasında fark gözetmeyen, yapıştığı koltuktan kalkmasını beceremeyen, ormandaki Arslan kadar bile adaletten nasipsiz, zerafetle değil kabalıkla ilişkileri düzenleyen, ehliyetsiz yöneticilerle idare edilmeye devam etmektedir.
Taliban'ın Kabil'i ele geçirmesi sonrası ülkeden kaçmaya çalışan üç kişi bir askeri kargo uçağının tekerine asıldı. Uçağın havalanması sonrası düşerek hayatlarını kaybettiler.
Onlar Biz, Biz Onlarız
Yeni Zelanda’daki camileri hedef alan terörist, elli kadar Müslümanı acımasızca katletmişti. Yeni Zelanda’nın günümüzde pek alışık olmadığımız insanî duruş sahibi kendisine modern dönemin Nuşirevân’ı “bu işin ne gerektirdiğini biliyorum ve artık bu işin hakkını verecek kadar enerjim olmadığını da biliyorum. Artık gücüm kalmadı” diyerek gözyaşları içinde görevini bırakan eski başbakanı Jacinda Ardern görevdeyken oldukça kucaklayıcı, acıları içtenlikle paylaşan duruşuyla, adeta tüm Yeni Zelanda halkını bu alçakça saldırı karşısında seferber ederek, bu acımasızlığa karşı verilmesi gereken cevabı vermişti.
Yaşanılan acılar ne kadar trajik olursa olsun, hiçbir politik hırsa, öfkeye ve gösterişe kapılmadan, insanca bir merhamet ve üzüntüyle davranmak, böylesine bir tevazu, merhamet ve insaniyeti göstermek zor değildir. Hem bu tip bir tutum, öncelikle bize, biz Müslümanlara yakışır. Bu sadelik, bağışlayıcılık, tevazu, kardeşlik vb.
Yeni Zelanda eski başbakanı ile ilgili hususiyetleri şöyledir; bu hanımefendi yoksulları ve mağdurları savunarak iktidara geliyor. Başbakan olduğu zaman kaldığı evi değiştirmiyor, özel bir koruma talebinde bulunmuyor, doğum yapacağı zaman devlet hastanesine giderek normal bir koğuşta doğum yapıyor. Yine kendi imkânlarıyla evine dönüyor ve kısa bir süre sonra da işine başlıyor. Birleşmiş Milletler toplantısına katılmak için yanında bebeğiyle ilgilenmesi için eşini de götürüyor ama yol masraflarını kendisi karşılıyor… Tüm bunlar ne kadar bizim savunduğumuz değerlere yakın değil mi? Peki çevremizde bunları uygulayan bir lider, hatta bir bakan, bir milletvekili, bir genel müdür, bir vali… var mı? Haklarını almayalım. Kuşkusuz, birkaç istisnai örnek var. Ama bu temel örnekliği bizim dünyaya öğretmemiz gerekmez miydi? Tevazuyu, adaleti, merhameti, paylaşımı, sadeliği, barışı… https://www.emekveadalet.org/no) İlahiyatçı yazar Prof. Dr. Faruk Beşer, kırk yıl önce "İslam’da Sosyal Güvenlik" adlı doktoramı hazırlarken, İslam’ın öngördüğü sosyal güvenlik sistemine en yakın ülkenin Yeni Zelanda olduğunu o zamandan tespit etmiştim" derken dinî alanda yazılanlar, İslam Coğrafyasında değil başka ülkelerde karşılık buluyor. Bu kusurlarımıza rağmen "kahraman" olduğumuzu, dünyaya adalet ihraç edeceğimizi de ihmal etmiyoruz. Fakat ne yazık ki gelinen nokta İslam Coğrafyasında insanların ölümü göze alarak Ege ve Akdeniz'in soğuk ve derin sularında bir şekilde yurt dışına kapak atma arayışı devam ediyor. Bu da hepimizi derinden üzüyor.
Kur’an-ı Kerim toplumları ve fertleri değerlendirirken sıfatları üzerinden değerlendirir. (Mü’minun, 23/1-9) Bu bağlamda çağdaş âlimlerden Nursi'nin dediği gibi: Bir Müslüman, Müslüman olmasına rağmen kâfir sıfatı taşıyabilir. Bu sıfatları taşıması onu kâfir yapmaz. Fakat kâfir gibi yaşamaya götürür. Yani bir insan Müslüman olmasına rağmen, yalancı, tembel, güvensiz, cimri, zalim... Olabilir. Ahlakî üstünlük nerde duruyorsa başarı ordadır.
Yukarıda geçtiği üzere bir insan da kâfir olmasına rağmen, Müslüman sıfatları taşıyabilir. Yani bir insan kâfir olmasına rağmen; dürüst, çalışkan, güvenilir, yardımsever, âdil, merhametli... Olabilir. Kâfir'in bu sıfatlara sahip olması mümkündür. Benim de bu şekilde tanıdığım Müslüman olmayan insanlar var. Akibet nasıl olur onu kimse bilemez. Müslüman olan kâfir gibi yaşayarak küfre kayabilir. Kâfir de günün birin de Müslüman vicdanına ve “fıtratına” kulak verip Müslüman olabilir.
Ahlakın kaynağı sadece din değildir. Dinin yanı sıra aklını kullanmak ve fıtrat/vicdanını harekete geçirmekte insanı ahlaklı yapabilir. İnanmayıp ahlaklı olan insanlar hem akıllarını kullanıyor hem de fıtratlarının sesine kulak veriyorlar.
Bir dine “mensubiyet”, o dinin inanç ve ahlakını yaşamaya her zaman yetmiyor. En çok iyilik yapan ülkelerin listesine baktığımızda ilk sıralarda Müslüman ülke yoktur.
Toplumların hem saygınlık hem de can damarı olan ahlak, adalet, özgürlük, eleştirel düşünce, hukuk, çevre, insan hakları, hesap verebilirlik/şeffaflık, merhamet vb. sadece belli bir ırkın, dinin, mezhebin, gurubun tekelinde olan değerler değillerdir. Bunların gereğini kim yapar, hayata kim aktarırsa onun olur; dinli-dinsiz, ateist-deist, Budist vb. fark etmez.
Müslümanların elinde hiçbir harfi değişmeyen, “hak etmedikleri halde” Allah’ın kendilerine indirdiği kitaplarının olması problemlerinin çözülmesi anlamına gelmiyor. Çünkü ilahî kitap bizatihi problem çözmez, problem çözmek için rehberlik/hidayet, yol-yöntem gösterir. Gerisi aklını kullanacak ve alın teri dökecek insana havale edilmiştir