İnsanlık tarihine bakıldığında insanların yaşadığı her coğrafyada vuku bulan olayların başında göç gelir. Hatta farklı topluluklara gönderilen bütün Peygamberler yaşadıkları toprakları terk edip başka diyarlara sığınmak ve hicret etmek zorunda bırakılmışlardır.
Hz. Peygamber'in Mekke'den çıkmaya mecbur bırakılması İslam tarihi için bir dönüm noktası "hicri takvim" in başlangıcı olmuştur.
Tarih boyunca yaşadıkları topraklardan ayrılan insanlar, ayrıldıkları toprakları özlemiş ve birgün tekrar memleketine dönme hayaliyle yaşamışlardır. Fakat bu dönüş çoğu zaman mümkün olmamıştır. Hatta günümüzde yapılan araştırmalarda göçmenlerin sadece yüzde üçü geri dönebilmiştir.
Hz. Peygamber Mekke'den çıkarılınca Mekke'nin dışında geriye dönerek "Ey Mekke! Seni çok seviyorum, eğer beni zorla çıkarmasalardı çıkmazdım" derken, doğduğu, duyduğu ve elli yaşına kadar biriktirdiği özlem dolu hatıraların son bulmasını istemiyordu. Hâlbuki o dönemin Mekke'si kurak ve çölden ibaretti.
İnsanlar hayatlarını geçirdiği yerleri ne kadar terketseler de hep özlerler. Ne kadar zor ve kötü şartlarda yaşasa da, köyünde bulunan birçok taşla, ağaçla, toprakla, eviyle olan bağını bir anda söküp atamıyor.
Muhsin Kızılkaya'nın dediği gibi; "…şehirler de uzun süre ayrı kaldığımız dostlarımıza benzer. Uzun süre görmediğimiz dostlarımızla ilk karşılaşmamızda bir değişiklik hissederiz ama o değişikliğe ilk anda bir anlam veremeyiz. Bazılarının göbeği büyümüştür mesela, bazılarının saçı beyazlamış, bazıları zayıflamıştır, bazıları da yüzündeki gülümsemeyi kaybetmiştir.
Medine'de Mülteciler
Hz. Peygamber ve diğer Müslümanlar Mekke'de yaşama ümitlerini kaybedince inançlarını rahat yaşayacakları ve fikirlerini özgürce ifade edebilecekleri mekân arayışında girdiler. Evleri, barkları, sıcak yuvaları, içecek suları varken gidecek yeri belli olmayan insanlar haline geldiler.
Mekke oligarşisinin baskı ve işkencelerine dayanamayan Müslümanlar Habeşistan'a göç ederken daha sonra Medine'li Müslümanlarla yapılan sözleşme gereği Medine'ye hicret ettirildiler.
Medine'ye göç eden Müslümanlar sokaklara salınmadılar. "Saldım çayıra mevlam kayıra" demediler. Herkes başının çaresine baksın da denilmedi.
Göçmenler hususunda Hz. Peygamber insanlık tarihi boyunca örnek olacak bir "strateji" geliştirdi.
Müslümanların arasında daha önce de Hicaz coğrafyasında çaresiz ve kimsesizlere uygulanan "kardeşleştirme" projesi uygulandı.
İmkânı olanları olmayanlara veyahut beraber yaşayabilecek olanları kardeş ilan etti.
Mekke'den gelenler büyük oranda kardeş ailelere yük olmak istemeyip kendilerinden "pazarın yolunu gösterin" diyerek üretmeye başladılar. Medine'de yaptıkları ticaretle topluma katma değer sağladılar.
Mesela, Mekke'den gelen Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman gibi insanlar daha önce de ticaretin kurallarını iyi bildiklerinden, hicret ederken malını ve mülkünü Mekke'de bırakmasına rağmen Medine'de kısa sürede zengin oldular.
Ticaretin kurallarını ve esaslarını bildiğimizde bazen ticari krizler yaşasak da kriz fırsata dönüşebilir. Ekonomik krizler her zaman çöküşü değil, bazen de ticarî hayata ivme kazandırır.
Anadoluyu da bir zamanların ticaret merkezi yapan göçlerdir. Anadolu şehirlerine bakıldığında göçmen olmayan var mı? Herkes bir şekilde savaş, ekonomik vb sebeplerle ya Orta Asya'dan ya Balkanlardan ya Akdeniz'e kıyısı olan ülkelerden ya da Kafkasya’dan gelip Anadolu'yu mesken edinmiştir.
Bir medeniyeti medeniyet yapan kriterlerden birisi de göç alıp, göç vermesidir. Bu sizin insan-insan ilişkinizin turnosol kâğıdı gibidir. Göçmenlere nasıl bakılıyor. Göçmenler asimile mi ediliyor yoksa inanç, ibadet, kültür, dil, din, mezhep, sanat, müzik olarak kendileri gibi mi kalıyorlar?
Türkiye bağlamında baktığımızda dört milyondan fazla göçmene bakmaya sınırlı bütçe dayanır mı? Bu sayı Ankara'nın nüfusuna denktir. Hiç üretmeden sadece tüketerek göçmen problemin üstesinden gelinemez.
Önce şu tespiti yapmak gerekir; Ülkelerinden Türkiye'ye göç eden insanların geliş sebepleri bu insanların kendileri değildir. İslam coğrafyasında başarılı bir yönetimin ve yöneticilerin olmamasıdır. Bu ülkelerin "kaynaklarına konmak" için çıkartılan savaşlardan dolayı insanlar açlık, güvensizlik ve kaos ortamından kaçarak Anadolu'ya sığınmaktadırlar. İnsanlar bazen Aylan bebek gibi sahilde can verse de göç etmekten vazgeçmiyorlar.
Yersiz yurtsuz kalmış göçmenlere kızmak yerine artık problemleri çözmenin şiddet ve savaşla mümkün olmadığını yüksek sesle haykırmak gerekir. Savaşın ve şiddetin olduğu yerlerde göç devam eder ve kalkınma olmaz. Fakat ne yazık ki halen şiddeti ve savaşı kutsayan fetvalar yayınlayan hatta "intihar komandosu" olmayı özendiren "âlimler" fetva yayınlamaktan vazgeçmiyorlar. Bu fetvalar iktidardaki despotların ömrünü uzatarak ülkelerini kendi insanlarına yaşanmaz hale getiriyor.
İslâm coğrafyasındaki savaşlar totaliter, beceriksiz yöneticileri kahraman/mücahit yapmakta despotik rejimlerin ömrünü uzatmaktadır. Bunun için bazen demokratik olmayan yöntemlerle ülkelerini yönetenlerin tercihi iç veya dış savaştır. Savaş âdeta vasıfsız despotların "can suyu"dur. Becerisizliklerini de tıpkı tarihte Kur'ân'ın Firavun prototipi üzerinden anlattığı sözler üzerinden işe yarayacağına inanırlar; "…hiç şüpheniz olmasın, çoğunuzun ellerini ayaklarını kesivereceğim; ve yine hiç şüpheniz olmasın ki, pek çoğunuzu da hurma kütüğüne asacağım…" (Ta-hâ, 20/71) Bu tehditler yönetimin istikrarı için işe yarasaydı vahiy anlatır mıydı?
Özellikle "İslam Cumhuriyeti" veya "İslam Devleti" adı altında ahlakî alt yapısı eksik yönetimler başarılı olamadı. Yönetimler yakınlarına rant, makam-mevki dağıtmak, adaletsizlik, hukuksuzluk, yolsuzluk, farklılıklara tahammülsüzlük, kapalılık, güvensizlik, baskı ve dayatmalarla anıldılar. Ülkelerin vatandaşları ilk fırsatta bir batı ülkesine "kapağı atmak" için Afganistanda olduğu gibi uçağın tekerleklerine bile sarıldılar. Tıpkı dünyaya umut ve ümit va'd eden sosyalizmin manevi ve ahlakî alt yapısı eksikliğinden dolayı başarısızlığa uğradığı gibi…
Tarih boyunca insanlar Hz. İbrahim'in duasında da geçtiği üzere "emin belde" arayışından hiç vazgeçmediler. Çünkü insanlar, fikirlerini, inançlarını, ibadetlerini özgürce yapacak mekân arzuluyorlar. Bir zamanlar devletin üst yönetiminde bulunanların çocukları bile başörtüsü ve "ikna odaları" yüzünden "kravatlı talibânların" hışmına uğradığı için doğduğu yeri terk etmek zorunda bırakılmadılar mı?
Herşey sadece şekil ve kabuk değiştiriyor. Zihniyet aynı. Sadece birisi kravatlı, diğeri sarıklı. Baskı ve dayatma kimden gelirse gelsin Kur'ân'ın ifadesiyle "ikrâh" çirkindir. Çünkü baskı nefret ve tiksinti doğurur. İsterseniz dünyanın en güzel yemeğini "zorla yedirin" mide bulandırırsınız. Din de böyledir. Din adına, din için yapılan baskı insanları dinden uzaklaştırır.
Kendisi gibi olmayanı göçe zorlayarak "vahşi batının" ekmek ve suyuna mahkûm ve mecbur etme anlaşılır gibi değil. Bu mu sağlıklı İslâm anlayışı? Hayır.
Asıl konumuza gelelim; Sağlıklı bir mülteci politikası oluşturulması halinde kontrölü sağlayabiliriz. Yoksa sokakların denetimsiz, kontrolsüz, uyuşturucu kullanan, suça bulaşmaya ve yüz liraya "kâtil" olarak kullanılmaya müsait ipini koparmış "serserilerle" dolması kaçınılmaz olur. Bir de kışkırtılmaya müsait kalabalıklar!
Her şey olup bittikten sonra çözüm üretmenin anlamı kalmayabilir. Halk irfanında "araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur" sözünde geçtiği üzere doğru ve sağlıklı kararların ve staratejilerin uygulanması zamanında yapılmalıdır. Yoksa çaresizlikten ne yapacağını bilmeyip yol gösterene de eleştirene de "söyletmen vurun" aklıyla hareket edilir.
İki şeyin şakası yoktur. Hatta başlatırsınız kontrol bile edemezsiniz; savaş ve yangın.
Neler Yapabiliriz?
Tarih bize retrospektif/olayların gerisine, geçmişine bakmayı öğretir. Böylece gerçeklikle yüşleşmiş oluruz. Yoksa toplumsal gerçekliği okumayarak problem çözemeyiz.
Bu bağlamda belediyeler, sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı sahip olduğu imkânları kullanabilirler. Problemleri mahallinde çözmek gerekir. Türkiye'de 81 il ve 911 tane ilçe bulunmaktadır. Bu ilçelerin kapasitesine göre yirmi veya otuz aile yönlendirilseydi, o il veya ilçenin görevlilerine bu insanların toplumla entegre sağlamaları için dil eğitiminden sonra da meslek edindirerek devletin yüküne katkı sağlayabilirlerdi.
Seksen beş bin (85 000) caminin bulunduğu bir toplumda her camiye "kardeş aile" zimmetlenerek sahip çıkılabilirdi. Kendilerini hem öteki hem de yabancı hissettirmeyen farklı projeler de üretilebilir zaman geçmiş değil.
Vaazlarda "Mescid-î Nebî'nin" kimsesizlerin sığınağı olduğunu anlata anlata bitiremiyoruz. Retorikle iktifa edip "mülteci stratejisi" üretemedik.
Fakat ne yazık ki Suriye'li göçmenlerden bazısını sahiplenme adı altında "ikinci eş" olarak alandan, çok düşük ücretle çalıştırana kadar yüzümüzü ak etmeyen ve bizi mahçup eden görüntüleri medyada görmek mümkündür.
Açlıktan intihar edene, ekmek bulamadığı için adam öldürene, çocuğu yetim kaldığı için fuhşa sürüklenene kadar her türlü suçlu da vardır.
Yapılan araştırmalarda eğer göçmenler topluma uyum ve entegre edilip eğitimden geçirilmezse on yıl sonra sokaklarda farklı manzaralarla karşılaşabiliriz. Çünkü açlık insana her suçu işletir. Aç kalan insan inancını bile yer. Yani ekmek uğruna inanç değiştirir.
Sağlıklı Strateji Geliştirme
Türkiye’de 2019’un sonu itibarıyla geçici koruma statüsü verilmiş, yani kayıt altına alınmış, kimlik verilmiş Suriyeli sayısı 3.587.566 kişidir. Son üç yılda 120 bin Suriyeli de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. Irak, Türkmenistan, Suriye, İran, Özbekistan gibi ülkeler olmak üzere 170 ayrı uyruktan Ağustos başı itibariyle 1 milyon 179 bin 119 kişi bulunuyor. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün sitesina bakıldığında 500 bin civarında Afganlı bulunduğu ifade ediliyor. Bunların zaman zaman giriş çıkışları da olabiliyor. Akademisyen Murat Erdoğan'ın yaptığı araştırmaya göre on yıl geçtikten sonra ülkelerine geri dönen göçmen sayısı sadece yüzde üçtür. O da büyük oranda yaşlı olanlar "gideyim de memleketimde öleyim" diyenler.
Suriye'liler ve diğer göçmenler için sık sık kullanılan kötü argüman “Türkiye’nin demografisini bozuyor” şeklindeki "öğretilmiş rahatsızlık" kokan lümpen slogan mevcut plotikasızlığımızın ürünüdür. Bir arada yaşama kültürü ve ahlakı inşa edemeyişimizin sonucudur. Aslında sağlıklı iltica politikası gelişitirenler için mültecilik nikmet/ceza, bela değil nimettir. Belki de bunun yaşanan bir örneği şudur;
Koronavirüs aşısını geliştiren BionTech’in kurucuları Dr. Özlem Türeci ve Prof. Dr. Uğur Şahin çifti Almanya'ya göç eden ailelerin çocuklarıdır. İkisi de küçük yaşlardan itibaren Almanya’da yetişmiş, eğitimlerinde, şirketlerinde, yaptıkları hiç bir şey de Türkiye’nin bir katkısı yok. Göç ettikleri Almanya'ya ilmi ve iktisadi alanda yaptıkları katkı oldukça fazladır.
Financial Times'te, “göçmen çocukları insanlığı kurtaracak” başlıkları atılıyor. Onları yılın insanları ilan ediyor. New York Times’dan CNN’e, haklarında açıklamalar yapan siyasilerden, yazarlara kadar herkes "Türkiyeli iki göçmen" olduklarını vurguluyor.
Almanya'da koronavirüse karşı ilk aşıyı geliştiren BioNTech şirketinin kurucuları Prof. Dr. Uğur Şahin ve Özlem Türeci, ülkenin en üst düzey "Yıldızlı Liyakat Nişanı'na" layık görüldü. (https://www.trthaber.com) BM’nin Kovid-19 için düzenlediği liderler zirvesine bağlanıp, dünya liderlerine bilgi verdiler. Almanya Başbakanı Merkel, onlarla bir video görüşmesinde bir araya geldi ve çifte "sizinle çok büyük gurur duyuyoruz" diyerek "milliyetçilik" havası estirmedi. Bizdendir veya ötekidir demeyerek üretilen değere prim verdi.
Toplumu kucaklayarak başka mültecilerin de değer üretmesi için "sizinle çok büyük gurur duyuyoruz" sözleriyle kapı araladı.
BM’nin 75. yıldönümü için Bundestag’da bir konuşma yapan BM Genel Sekreteri Guterres, konuyu Şahin-Türeci çiftine getirip, “Kendilerine buradan saygılarımı sunuyorum. Aşının geliştirilmesine büyük katkılarından dolayı kendilerine şükranlarımı sunuyorum. Bütün Almanlar, ikisinin performansıyla gurur duymalıdır" dedi. (https://www.karar.com)
Dünyada ilk onaylanan BioNTEch'in, Almanya ekonomisinin büyümesini yüzde 0,5 artırabileceği açıklandı. Alman Makroekonomik Politika Enstitüsü'nden Prof. Dr. Sebastian Dullien "tek bir şirketin Alman GSYİH üzerinde bu kadar etkili olduğu başka bir örnek düşünemiyorum" diye konuştu.
Almanya'daki göçmenler Alman olmaktan değil Almanya'da yaşamaktan ve Almanya'ya katkı sağlamaktan mutluluk duyuyorlar. Fakat ne yazık ki bazen "azgın milliyetçilerin" saldırısına uğrayan milli futbolcumuz Mesut Özil'in yaşadığı tatsız olaylar tazeliğini koruyor. Irkçı yaklaşımlar minimize edilir yoksa sıfırlanmazlar. Bunu da büyük oranda mülteci karşıtlığı üzerinden siyaset yapan aşırı sağ ve ırkçı partiler yapmaktadırlar.
Mülteciler Ve katma Değer Sağlama
Bugün yeryüzünde kapılarını ve gönüllerini sonuna kadar göçmenlere açan ülkelerin başında Yeni Zelanda, Kanada, İzlanda, Avustralya'dır. Bu ülkeler göçmenlere sıcak bakarak toplumda katında mültecileri şeytanlaştırmamaktadırlar. Göçmenlere ihtiyaçları vardır. Hatta kendi ülkelerine gelen "iyi yetişmiş insan gücüne" konmayı kim istemez ki!
Kanada'ya göç eden bir grup için karşılama proğramı hazırlanmış. Proğramın iyi bir piar/halkla ilişkiler çalışmasıyla hazırlandığı belli. Göçmenlerin salona girişinde Hz. Peygamberi Medine'ye girişte karşılayan "talea'l-bedru aleyna" ilahisi, göçmenleri duygusallık alıp götürmüştü.
Bu ülkeler kabul ettiği mültecileri topluma entegre etmede önce dil eğitiminden geçiriyorlar. Bunlara dil öğretirken "siz bu toplumda yaşıyorsunuz en küçük ihtiyacınızı bile dil bilmeden karşılayamazsınız" diyerek ikna ederek yapıyorlar. Daha sonra sahip oldukları meslekleri de dikkate alarak, meslek edindirme kurslarına alıp topluma kazandırıyorlar. Bunu da "sizler burada yaşamak istiyorsanız kabiliyetinize göre üretmeniz gerekiyor" diyerek bazen seminer ve meslek edindirme kurslarından geçiriyorlar. Böylece mülteciler ürettikleriyle hem kendileri kazanıyor hem da sığındıkları topluma katma değer katıyorlar.
Göçmenlerin gittikleri ülkeler "açık toplum" vasfını da kazanarak ülkelerini yerellikten evrenselliğe taşıyorlar. Çünkü yeni ve farklı değerler üretmek için evrensel kültürle buluşmanız kaçınılmazdır. Bu da büyük oranda göçle mümkün olmaktadır.
Göçmenlerin gittikleri yerlere taşıdıkları bilgi, sanat, kültür, resim, roman, hikâye, felsefe, müzik, resim vb. kültürel çeşitlilik hem gittikleri toplumun insanların ruh dünyasını, hem de o ülkenin kültürel hafızasını zenginleştirmektedir. Bundan kim kaçınır ki yeterki olayları yönetme kabiliyetimiz olsun.
Göçmenler bu ülkenin gerçeğidir bunu kabullenmek ve gerekirse "göçmen bakanlığı" kurarak yeni staratjiler geliştirmek zorundayız. Sevsek de sevmesek de bazı toplumsal olayları kabullenmeliyiz. Bunlardan birisi de isteksizliğe rağmen "göçmenlerin kalıcılığı"dır. Bunu "istismar" etmeden bir arada yaşamanın ve yaşatmanın formüllerini bulmak zorundayız. Tıpkı tarihte Rusya'dan balkanlara Afganistan'dan İrak'a değişik ülkelerden gelenler veya getirilenler gibi…
Anadolu coğrafyasının kaderi göç kavşağı olsa gerek!
Yıldıray Oğur "…10 yıldır düzenlerini Türkiye’de kurmuş, iyice entegre olmuş dört milyon insanı davul zurnayı bırakın, Ümmü Gülsüm’le, Feyruz’la bile Türkiye’den gönderemezsiniz.
Davulu zurnayı da susturup zorla göndermeye kalkarsanız da adınız tarihte ülkedeki Hintlileri bir gecede kapı dışarı eden İdi Amin’le aynı sayfalarda yazılır…" der.
Türkiye'nin son Şam Büyükelçisi Ömer Önhon şu tespiti yapar: "…sığınmacının geri dönmesi için öldürülmeyeceğinden ve tutuklanmayacağından emin olması lazım. Döndüğü zaman bir aş ve iş olması lazım. Başının üstünde bir çatı bulacağını bilmesi lazım. Minimum da olsa sağlık koşulları iyi olması lazım. Döner mi dönmez. Bunların hiçbiri yok çünkü.
Kendimizi onların yerine koyalım. Ankara’ya gelmişsin iyi kötü bir evde oturuyorsun, iyi kötü bir işin var, kimse seni öldürmek peşinde değil. Böyle ortamdan Suriye ortamına döner misin, dönmezsin…"
Tarih Müslüman toplumları nasıl yazacak, bakalım görelim. Vesselam.