Müftüye Bak! Şekerine Bak!
Yaşanmış hatıralar anlatılmaya değer, her zaman tatlılık ve tazelik taşırlar. Tıpkı daha önce iştahla yediğiniz damağınızda tadı zihinde adı kalan Gaziantep baklavası veya Şanlıurfa lahmacunu veya Adana kebabı gibidir bazı anılar. Hatıralar hafızalarda iz bırakır hatırladıkça onlardan keyif alır sık sık anlatmak istersiniz.
Tıpkı Çanakkale gazisinin yüzlerce kerrat cetveli gibi hatırasını anlatmaktan bıkmadığı gibidir anlamlı hatıralar. Aşağıdaki hatıra bir il müftümüzün tadı zihinde iz ve tat bırakan bayram hatırasıdır.
Van ili Gevaş ilçesi eski şimdinin “emekli” Adıyaman eski il müftüsü Mehmet Ali Öztürkçü bir bayram günü yaşadıklarını şöyle anlatmıştı: “Benim oturduğum mahallenin çocukları bayram sabahı erkenden kaymakamın bayramına gitmişler. Kaymakam çocuklara büyüklere ikram ettiği kaliteli çikolatadan vermiş. Çocuklar kaymakamın çikolatalarını alınca çok sevinmişler. İçlerinden birisi de bizim evi göstererek “arkadaşlar! gelin şimdi de müftünün evine gidelim. O da bize güzel çikolata verir” demiş. Çocuklar hep beraber bize gelirler. Ben de eskiden adet olduğu üzere “çocuk şekeri” olarak satılan sıradan şekerlerden almıştım. Çocuklar gurup halinde gelip zili çaldılar. Kapıyı açtığımda gurup halinde hepsi benim vereceğim özel şekeri dört gözle bekliyorlardı. Ben de içeri girip tabağa ağzına kadar doldurduğum sıradan şekerlerden getirip birer ikişer ikram ettim. Çocuklar şekerlerden aldılar. İçlerinden birisi şekeri avucuna alıp yüzüme ekşi ekşi bakıp biraz da basite alarak “Müftüye bak! Şekerine bak!” demesini yıllar geçmesine rağmen unutamadım.
Kaymakamdan aldıkları şekerle mukayese etmişlerdi. Bu bana ders oldu. Ben de bir daha çocuk şekeri almadım. Büyüklere ikram ettiğim çikolatanın aynısını onlar için de aldım. Fakat daha sonraları çocuklar artık çikolata da almaz oldular. Çünkü ikramın cinsi değişmişti. Şeker gitmiş yerine bayram harçlığı gelmişti.”
Dinde özel bir yeri olan bayram günlerini özletecek hale getiremedik. Biraz daha ileri giderek şunu söyleyelim. Cenneti özlettik mi? Özlettiysek neden ölüme karşı soğuk duruyoruz. Yapılan bir araştırmada insanlara şu soru sorulmuş “cennete gideceğiniz kesin olsa ölmek ister misiniz? Bu soruya insanların %60 hayır ölmek istemiyoruz” cevabını vermişler. Muhtemelen hiçbirimiz ölüme hazır değil; ya gideceğimiz ahiret hakkında bilgimiz eksik ya da dünyaya kazık çakar gibi bağlanmışız. Ölmek istemiyoruz. Ölümün soğuk yüzünden dolayı Mikail, Cebrail, İsrafil ismini kullanırken, Azrail ismini çocuklara vermiyoruz. Kabristanları şehir dışına çıkarıyor, hayatımıza girmelerine ve mesaj vermelerine asla izin vermiyoruz.
İkram ve Hediyelerin Güncellenmesi Gerekir
Eskiden çocukları sevindiren ikramlar günümüzde çok da anlamlı olmuyor. Eskiden bir lokum veya bisküvi makbule geçerken bugün kimse iltifat etmiyor. Hâlbuki çocuklara vereceğimiz ikram veya hediye onların gelecek senenin bayramını özletmeli. Bu da para olabilir. Çocuklara vereceğimiz para onların hoşuna gider.
Bazen okuduğumuz kitapların çocuklarımız tarafından da okunmasını isteriz. Hâlbuki bugünün çocuklarına bugüne ait sözler söylemek gerekir. Mevlana’nın dediği gibi “Dünle beraber gitti cancağızım. Ne kadar söz varsa düne ait, Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”
Çocukları geçmişe götürmek değil çocuklarımızın yaşadığı zamana bizim gelmemiz gerekir. Ayak uydurabilir miyiz? Zorlansak da yapmak zorundayız. Bugünün çocuklarına bizim zamanımızda beş taş, eşek oyunu, misket oynardık. Bugün badminton, (raket ve bir tür tüylü topla oynanan tenis benzeri bir oyun) oynamak neymiş denilmez.
Bizim çocukluğumuzda bizi mutlu eden şeker, lokum vb. şeylerin onları mutlu etmediğini bilmek için müneccim veya kâhin olmaya gerek yok. Nasıl ki çocuklarımız dedeleri gibi giyinmiyor, aynı müziği dinlemiyor, aynı oyuncaklarla oynamıyorsa kendilerini bayramda mutlu edecek nesnelerin farklı olması gerektiğini keşfetmemiz kaçınılmazdır. Yoksa “Müftüye bak! şekerine bak! ifadelerini daha çok duyarız. “Çocuktan al haberi” sözü bir hakikati ifade eder.
Bayramların Anlamını Yitirmemesi Gerekir
Bayramların yerini ve zamanını Hz. Peygamber belirlemiş. Tıpkı diğer bazı dini görevler gibi. Bu sebepten bayramları yıllık tatile veya Taha Akyol’un dediği gibi “tatil kaçamağına” dönüştürmemeliyiz.
Bayramlar akraba ve dostların ziyaret edileceği manevi ve özel günlerdir. Yoksa “bayram gelmiş neyime Anam anam garibem. Kan damlar yüreğime Anam anam garibem” dizelerinde anlatıldığı kederli ve hüzünlü hale dönüştürmemek gerekir.
Şair Can Yücel hiç sevmediği bayramların gelmesini dört gözle beklermiş. Hatta büyük bir hasret ve özlemle. Çünkü “çok sevdiği babası” sadece, evet sadece bayramlarda öpüyormuş onu “Onun haricinde bir kere bile beni öpüp okşadığını bilmem" diyerek hüznünü anlatır.
Prof. Dr. Semavi Eyice, dile kolay, 94 yaşında hafızası zehir gibi. 4- 5 yaşındaki bayramlarını şöyle anlatıyor; “...Bayramın büyük bir kısmını da İstanbul'da geçirirdim.” İlk önce gelenekler geliyor aklına ve eski bayramlarda ziyaretler ve ziyaretçilerin çokluğunu anlatıyor. “Ama” diyor, “Bizim derdimiz başkaydı. Ziyaretçilerden çok alacağımız bahşişler ilgilendirirdi.” O zamanki bahşişler de ya 50 kuruş ya 1 lira ama her çocuk gibi o da yağlı kapıyı, yani iyi para vereni unutmuyor.
Mehtap Yılmaz "Bayram ve Harçlık" konusunda şöyle der: "Cebinizde akrep yok...
Çocuklar, elinizi öperken araya laf katmayın... Başınızdan savmayın!
Sakın atar yapmayın! Yanınızdan kovmayın!
Harçlık olayını atlatmaya çalışmayın! Harçlığını vermeden, odasına postalamayın!
Çikolatayla, şekerle “yemleyip” harçlıktan sıyırmaya çalışmayın.
Çocuklar cimriyi gözünden tanır! Öyle çocuktur, anlamaz diye kendinizi avutmayın!
Çocukların gözünden hiçbir şey kaçmaz ona göre! “Ayyyyy cüzdanımı almamışıııım...” hikâyeleri okumayın! “Yaz duvara, kalsın öteki ramazana...” diye kahkaha atmayın!
“Şimdilik bozuğum yok ama borcum olsun...” edebiyatı yapmayın!
“Daha bankaya uğramadım... Para çekmedim...” diye çamura yatmayın!
“Haaanııııım!, Beee eeeeey!” diye ölümü komşuluğa atmayın!
“Amcan harçlık verdi diii miii?, Teyzen harçlığını verdi di mii?” diye el kesesinden cömertlik yapmayın!
“E bayramda harçlık topladın ya...” diye çocuğun harçlığını okul harçlığına saymayın!
“Sen de benim harçlığımı ver” şakaları yapmayın! Çocukların harçlıklarına göz koymayın!
Büyük çocukların, miniklerin harçlıklarını yağmalamasına izin vermeyin!
Ve en önemlisi... Her birey, kendi vereceği harçlıktan sorumludur ilkesini unutmayın!
Bozuğun yoksa paşa paşa “bozulmamış” harçlığı terlersin arkadaşım!
Cüzdanını almadan “bayramlaşmaya” çıkmazsın!
Bayram gelmeden, “harçlık” sorumluluğu duyup, bankaya uğrarsın!
Öyle İslami meselelerde mangalda kül koymayanlar...
Her şeyi, herkesten iyi bilenler...
Her biri allame-i cihan olan, üst akıllar...
Akıllı Bıdık’lar...
“Çap”lılar, medeniyet tasavvurcuları, artistik hitabet pozları veren yazarlar, yazamayanlar, büyük başlar, kıymetli insanlar...
Namazlılar, niyazlılar, ağzı Kur’an’lılar, oruçlular... Cüppeliler, cüppesizler, çınarlar, kaideler, bel kemikleri, olmazsa olmazlar...
Hiiiç arazi olayım demeyin! Çocuklara kuru kuru dua etmek, başını sıvazlamakla durumu kurtaramazsınız!
El öptürmekle yetinmeyin! Biraz da vermeyi deneyin!
“El bahilu aduvvullah velev kâne salihan...” Benden size söylemesi!
Allah cimrileri sevmez! Ben de sevmem!
Hele bayramda el öpmeye gelen gençler, çocuklar hiç sevmez!
Gelin bu Bayramı fırsat bilip, “kötü alışkanlığınızdan” kurtulmaya çalışın!
“Bir verene, Allah bin verir”, unutmayın!
Bu yüzden eli titreyenler, “verme” engelliler, el kesesinden cömertlik edenler...
Bu bayram kendinize ve ailenize bir iyilik yapın.
Cimrilikten sakının! Hatta kendinize “harçlık” terapisi yapın!
Vermeye çalışın... Kendinizi “vermeye” zorlayın...
Cebinizde akrep yok! Etinizden, et kopmayacak...
Canınız çıkmayacak! Ölmeyeceksiniz inanın!
Verdiğiniz küçük harçlıkları toplayarak “fakirlik korkusuyla” bunalım takılmayın!
Hem “veren el, alan elden üstündür” değil mi biriktirici dedeler, eli sıkı nineler, hesapçı amcalar, babaneci teyzeler, yengeler...
Hadiiii... Deneyiiiin...
Yapabilirsiniiiz... Bir şeycik olmaaaz...
Az yiyin, el öpenlerinizi harçlıksız koymayın!
Bu arada çocuklar!
Ha bu iyiliğimi unutmayın! Eli sıkılara önce yazımı okutturup, fırsattan yararlanın!"
Biteni Özlüyor muyuz?
Mesela; namazımız bittiğinde “yeniden ne zaman kılacağım” diye özlüyor muyuz?
Ramazan ayı göçüp gittiğinde “gelecek seneyi dört gözle” bekliyor muyuz? Yoksa Mübarek onbir ay geliyor diyoruz. Eskiden işte yine gitti “Ramazancığımız” derlermiş.
Hac ibadetini yerine getirdikten sonra “Mekke’ye yolum düşer mi” diye düşlüyor muyuz?
Kur’ân okurken keyif alıyor muyuz? Hz. İkrime’nin "en sevgilinin kitabı" Kur’ân’ı yüzüne gözüne sürerek “Bu benim Rabbimin kitabıdır” sevgisini gösterebiliyor muyuz?
Hâsılı, bayramlar biterken sevdiğimizi geriden bırakırken gerisin geriye dönüp baktığımız gibi üzülüyor muyuz? Yoksa bitti çok şükür mü diyoruz.
Hâlbuki Adana’da yediğimiz kebap, Urfa’da tadına doyulmaz lahmacun, Hatay’da künefesi damakta tat bıraktığı için hep özlenir.
Bir toplum adetlerini ibadetleştirir, ibadetlerini de adetleştirirse kulluktan beklenen maksat gerçekleşmez. Seküler hale getirilip içi boşaltılan bir bayramın da toplumda sevgi, kardeşlik tesis etmesi mümkün değildir. Çünkü bayramın ruhu gitmiş cesedi ve adı kalmıştır.
Mehmet Görmez bu hususta şöyle der: “Namazlarımız aerobik hareketlerine orucumuz perhize dönüşmemelidir. Yoksa ibadetlerden beklenen anlam gerçekleşmez. İslam dünyasını kuşatan illetlerden bir tanesi de, dindarlığı sadece ritüellere indirgemek, ibadetleri de sadece şekle indirgemek, ruhunu ve hikmetlerini kaybetmek, Allah tarafından konulan gayeleri terk etmektir. En büyük musibetlerden birisidir bu. Haclarımız neden bizi iyilik/birre kavuşturmuyor? Sorusunu sorarken bunun üstünde durmalıyız. İbadetlerimizi şekle indirgiyoruz ve vesileler gayemizin önüne geçiyor. Yeniden bunların üstünde düşünmeye ihtiyacımız var. Bu konuda insanları aydınlatma görevi de bize aittir. Yeniden nasıl bu ibadetleri yaşar ve insanlara anlatırız? Eğer hac, bizim hayatımızda bile bir milada dönüşmüyorsa rehberliğini yaptığımız hacı adaylarımızın hayatında nasıl milat olsun. Üzerinde düşüneceğimiz bir husus var. Bu kadar dua ediyoruz, neden kabul olmuyor? İbadetlerimiz neden bizleri kâmil mümin yapmıyor? Sorularının üzerinden düşünmemiz gerekiyor.”
Muhtemelen, inanç şekil ve görselliğe dönüşüp ruhu kaybolmuş. Bunu yeniden kazanmamazı gerekir.
Kıssadan Hisse: Karı-koca hafta sonu müstakil bahçeli evlerinde hoşça vakit geçirmek isterler. Yanlarına oğullarını da alarak sabahleyin çiçeklerle donattıkları bahçelerinde kahvaltı yaptıktan sonra, evin beyi çim biçme makinesiyle bahçedeki çimleri biçmeye koyulur. Minik oğulda merakla babasını izlemektedir. O esnada evin telefonu çalar ve karı-koca birlikte içeriye koşarlar. Telefon konuşmaları uzar. Bahçeye çıktıklarında, bir de ne görsünler: Minik yavruları, tıpkı babası gibi, çim biçme makinesiyle aylarca özene bezene yetiştirdikleri o güzelim çiçekleri biçmiştir. Baba, çok sinirlenir ve çocuğun üzerine yürür. Anne, eşinin önüne geçerek kocasını uyarır: “Hayır, yapma! Bizim görevimiz, çiçek yetiştirmek değil; çocuk yetiştirmektir.” Diğer bütün değerler gibi çocuklara nasıl davranmamız gerektiğini bilmeliyiz. Çok söz değil, doğru davranış esastır.