Bilgi Ağası Olmak

Prof. Dr. Zeki TAN

Geçen gün öğleden sonra alışveriş için bir dükkâna girdim. Artık nereden icap etti bilmiyorum. Dükkân sahibi hemen “hocam nerelisiniz? diyerek söze girdi. Ben de çokca sorulan bu soruya geçmişten antremanlı olduğum için “güzel kardeşim! Hiç masraf yapmadan ayağına kadar gelen müşteriyi dükkâna ısındırmak için hocam ne içersiniz? Hatta daha da imkânın varsa ne yersiniz? demeniz gerekmez mi? dedim.”

Bazen, bazı insanların “söylediğinden söylemek istediğini” çıkarmak mümkündür. Bu niyet okuma değil, kelime veya cümledeki manayı anlamaktır. Dükkân sahibi biraz mahçup bir edayla “hocam ne olur! Kusura bakmayınız. Sorumdan rahatsız olacağınızı bilmiyordum yoksa sormazdım. Bizim ki de boşboğazlık ve alışkanlık diyerek” mahçubiyetini ifade etti.

Nerelisin sorusunun arka bagajında “kendine benzeyeni” arama duygusuyla, Şiî misiniz, Sünnî misiniz? Türk müsünüz, Kürt müsünüz? Sorularına cevap arama var.

Hâlbuki mezhebim, fikirlerim benim tercihim, başkasını ilgilendirmez. Etnik kökenim, ırkımın ve tenimin rengi (tercihim olmadığı halde) bilgisine olan merak var. Keşke merakını oturduğu sokağın bitmek bilmeyen çamuruna, soluyamadığı şehrin havasına, içemediği suyuna, ticaretini daha fazla geliştirmeye yönlendirebilseydi. Fakat yazık, hem de çok yazık!

Bu fikirsizliği de içeren acınası ilkel durum, Afganistan’dan İrân’a, Libya’dan Sudan’a, Tunus’tan Arabistan’a kadar ülkeleri ahtapot gibi sarmış. Mesela; Afganistan, çok kültürlü, dilli, dinli, mezhepli bir toplumdur. Yaklaşık 40 milyon nüfus; Peştun, Tacik, Hazara, Özbek, Türkmen, Beluç gibi etnik gruplardan meydana gelirken iktidarı ele geçiren Peştunların diğer etnik gruplara hayat hakkı tanımadığı bir ülke haline getirildi.

Yerkürede yaşayanlar know-how/yeni şeyleri üretme ve yapabilme bilgisiyle yatıp kalkmaktadır. Biz de geçmişte yaşayarak mehter marşı ve tarihî diziler eşliğinde  “eski günler” güzellemeleriyle vakit öldürüyoruz. Ve ne yazık ki halen insanların ırkı, dinî, mezhebî, cinsiyeti üzerinden iletişim kurmaya çalışıyor ve farklılıkları tanımlıyoruz.

Bilgi üretmek yerine mazeret üretenlerin “bilgi toplumu” olan ülkelerle baş etmeleri kolay değil. Hatta onlarla yarışmak için daha kat edecek çok yolumuz vardır. Başkalarının ürettiği aşının, tıbbi cihazların, akıllı telefonların, kuraklığa dayanan tohumların, uzun ömürlü pillerin ve elektronik malzemelerin beyni mikroçiplerin tüketicisi konumundayız.

Önceliklerimiz Nelerdir

İnsanların ırkı ve mezhebleriyle ilgilenirken Türkiye’de Cuma ve bayram namazları hariç tutulursa “dinin direği” kabul edilen beş vakit namazı düzenli kılma oranı % 25 lere kadar gerilemiş. Hızlı bir şekilde de geriliyor. Tabana vurduğunda ayılırız fakat çukurdan çıkmak zordur.

Kürtçe kavgası verenler yeni neslin Kürtçe konuşamadığının farkındalar mı? Birkaç yıla kalmaz, Kürtçe’nin “unutulan diller listesine” girmesi muhtemeldir. Bu da toplum için kayıptır. Çünkü medeniyeti medeniyet yapan, farklı din, dil, ırk, kültürle barışık ve uyum içinde olup talebi teklik değil çoğulculuktur.

Evrensel değerleri dikkate almayıp yerel olmaya özenenler problem çözemezler. Bırakalım Şii Şii olsun, Sünnî Sünnî olsun, Kürt Kürt kalsın, Türk Türk kalsın, Arap Arap kalsın, Çerkes Çerkes kalsın, Alevî Alevî olsun. Kimse kimseyi “ergitme potasına” atarak başkalaştırmasın. Bütün dinler, diller, mezhepler, tarikatlar, cemaatler, cinsler, ırklar, Anadolu bahçesinin gülleridir. İnsanların sahip oldukları kimlikleri onları diğerlerinden farklı kılan şeydir. Hiçbir insan biyolojik ve psikolojik olarak diğerinin aynısı olarak yaratılmamıştır. 

Geçen gün sınıfta söz, farklı ırk, dil, din, kültür ve mezhepten açılınca öğrenciler “hocam! “Keşke sınıfta Hristiyan, Yahudi, Yezidî, Nasturî, Ermenî olsa da inançlarını, kültürlerini onlardan öğrensek” dediler. Öğrencilere “Anadolu topraklarında bir zamanlar bunlardan bolca vardı. Ne yazık ki geçinemedik gittiler. Sıra kendi kendimize geldi…” dedim.

Aldığımız yanlış eğitimden olsa gerek, farklı renklerin bulunduğu bahçeyi hem akla hem fıtrata hem de ilahî iradeye aykırı olmasına rağmen “tek tipleştirmeyi” seviyoruz. İlahî irade tek tipçilere imkân verse “kendilerinden başka” kimseye bir bardak su bile içirmezler.

Nasıl bir ülke olduk biz? Dünya nerede biz neredeyiz?  Biz kamikaze/intihar pilotları gibi birbirimize musallat olmuşuz. Hâlbuki farklı fikir sahibi olanlar, fikirleri ne kadar aykırı olsa bile, bulundukları ülkelerde saygı ve itibar görüyorlar. Çünkü yanlış bile olsa bazen hakikate giden yolda yardımcı olabiliyor. Yeterki ürettiğin fikir eksik de olsa orijinal olsun.  Piyasada alıcısı vardır. Konumuza geçelim.

Ekonomi Teknolojiye Dayanıyor

Bir toplum bilgide ne kadar güçlüyse o toplum uluslararası ilişkiler, strateji, insan hakları, hukuk, eğitim ve iktisatta aynı oranda güçlüdür. Bilginin üretim merkezi üniversitelerimizin uluslararası sıralamalarında üstte olması aynı zamanda ülkenin de üst seviyelerde olması anlamına gelmektedir. Bugün uluslararası "rule of law ındex"  "hukukun üstünlüğü endeksinde" üst seviyede olanlar bilgi problemini büyük oranda çözen ülkelerdir.

Bilgi problemini çözdüğünüzde ülkenizin temel haklar, şeffaflık, kişilerin can ve mal güvenliği, hukuki ve idari düzenlemelerin uygulanması, vatandaşların adalete erişebilirliğini büyük oranda çözersiniz. Çünkü bu özelliklerin iyi olduğu toplumlar bilgi problemini çözen ülkelerdir.

Eskiden zenginliğin ölçüsü çok fazla miktarda araziye sahip olmaktı. Fakat bugün yeryüzünün zenginleri arasında Yeşilçam filmlerinde de geçtiği üzere "toprak ağası" yoktur. Toprak ağalarının pabucu dama atıldı.

“Bilgi ağası” olanın dünyada sözü geçtiği bir döneme girdik. Yaratıcı fikir ve buluş sahibi olanlar dünyada daha çok kazanıyor. İnsan beyninin ürettiği yeni buluşlar bütün pazarları ele geçiriyor. Bilginin saltanatının daha üst seviyeye çıktığı bir dünya kuruluyor. Bu saltanat daha da hüküm süreceğe benziyor. Şunu da unutmamak gerekir; bilginin de sürekli ve anlık değiştiği bir dünyada yaşıyoruz.

Geçen yıl kullandığımız bilgisayar programı bu yıl değişiyor. Bu hususta bilgimizi yenilemezsek hayatın dışında kalıyoruz. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş sürecinde, bilgi arttıkça zenginlik de artıyor. Mesela plastik boru ve benzeri mamüller ile cep telefonları aynı hammaddeden imal edilmektedir. Fakat plastikten imal edilen cep telefon satanların "katma değerleri" bilginin teknolojiye dönüşmesi ile kat kat katlanmaktadır.

Kum ve onun üretim aşamaları buna örnek teşkil edebilir. Kumu sadece kum olarak aldığımızda, kullanım alanı en alt düzeydedir. Sadece inşaatta kullanılır. Kumla ilgili bilgilerimiz biraz daha artınca, artık kumdan cam üretebilir hale geliyorsunuz. Bir sonraki aşamada ise yeterince bilgi sahibi olunduğunda, artık kumdan ileri teknoloji ürünleri bilgisayarlar üretilebiliyor. Tüm bu mamullerin ana maddesi kum olmasına rağmen, aralarında çok ciddi bir fiyat farkı var. İşte bu değer artışının temelinde “bilgi” var. Farklılıklar bilgi ile buluşunca kalite meydana gelir.

İktisatçı Altan şu analizi yapar: “...Tarım toplumunda servetin ve gücün kaynağı kas gücü idi. Kas gücüne yani daha çok erkek evlada sahip olanlar daha çok kazanıyordu. Erkek evlada sahip olmak da toplumda bir üstünlük anlamına geliyordu. Hatta daha çok erkek evlada sahip olmak için yarışılırdı. Yatırım “beyne” değil “bedene” yapılırdı. Bir müddet sonra yüzlerce insanın üreteceği işi tek başına makineler yaparak sahneyi makineler almaya başladı. Bu dönemde de yatırım insana değil makineye yapıldı. Bütün bunlardan sonra günümüzde makineler yerini bilgiye bıraktı. Bundan sonra ki süreçte farklı sürprizlerin olacağı görülmektedir. Bugün dünyanın en çok kazananlar listesine bakıldığında servetlerinin tamamını bilgiden kazanan kişiler olduğu görülmektedir.

Mesela Larry Page ve Sergey Brin’in 1998 yılında Stanford Üniversitesinde doktora yaparken kurdukları Google, kısa sürede baş döndürücü bir hızla büyüyerek 159 milyar dolar, diğer teknoloji şirketlerinden IBM 101 milyar dolar, Apple 1,38 trilyon dolar, Microsoft ise 1,27 trilyon dolar… Bütün bunlar beyinsel yaratıcılığın dünyaya kazandırdığı nimetlerdir. Kol gücünün yerini beyin gücüne bıraktığı bir dünya kuruluyor...”

İcat Yapmak

Günümüz dünyasında yeni icatlar yapma daha çok kalkınma sağlıyor. Artık başkalarını sömürerek değil yeni ve yenilikler peşinden koşarak toplumsal kalkınma sağlanır. Ürettiği kazakları 1000 liraya satan bir şirket, kazakları 100 liradan üretip kendi markasını kullanarak para kazanıyor. Uluslararası markaların çoğu sadece patentini kullanarak para kazanıyor. Mesela Denizli’de tekstilciler ürettiği kazakları 1000 tl’ye satamazken, aynı kazağı Fransa'nın en önemli giyim ve aksesuar markalarından biri olan Lacoste firması timsah logosunu yapıştırarak bunu üç kat fiyatına zahmet çekmeden ve üretmeden geliştirdiği dünya markası sayesinde pazarlıyor. Lacoste firması sadece kazağını değil ayakkabısını, saatini, parfümünü, gömleğini de satıyor.

Burada insanlara güven veren bir de statü kazandıran markanın insan psikolojisi üzerindeki etkisini hesaplamak gerekir. Yoksa aynı kumaş ve aynı dikişe sahip iki gömleğin veya kazağın sadece üzerindeki timsah logosu ile fiyat farkının on katına kadar çıkmasını anlayamayız.

Edremit'te yıllardır zeytini ham madde olarak kullanan bir firma tarafından üretilen “zeytin kahvesi”, çok yakında bizim cezvelerimizde de yerini alacak gibi duruyor. Dünya çapında ilk kez Edremit'te üretilmesi nedeniyle büyük önem taşıyan “zeytin kahvesi”, hem lezzetli hem de sağlık için çok faydalı görünüyor. (www.yasemin.com)

Zeytin yaprağında bulunan oleuropein isimli etkin maddenin kovid 19 virüsüne karşı korunmada etkili olduğu bilimsel olarak kanıtlandı. Bu durumun ardından zeytin yaprağına ilginin artmasıyla birlikte birçok kişi zeytin yaprağı çayı tarifi araştırmaya başladı.

Duymuş muydunuz? Malatyalılar kayısı çekirdeği kahvesi üretti.

Tasarım üretimden daha değerli hale geldi. Sen bir fabrika inşa ediyorsun ama o fabrikanın bir parçasını sıfırdan üreten/tasarlayan kişi fabrikanın üretiminden daha fazlasını alıyor. Hiç üretim yapmadan marka değerini satan girişimciler var. Girişimciler günümüzde artık bilgilerini satıyorlar.

İlk Şart, Sabırdır

Marka olmak değil, sürdürmek önemlidir. Bu hususta sabır ve süreklilik ilk şarttır. Mesela, Türkiye’nin en değerli 100 markasının toplam değeri 30 milyar dolardır. Amazon tek başına 254.2 milyar dolar değere sahip.  Bu değeri sağlayan Amazon'un kurucusu Jeff Bezos için kâr uzun vadede ulaşılacak bir şey. Bir şirketin başarılı olması için önce müşterilerinin mutlu olması gerekiyor ve bunun ne pahasına olursa olsun sağlanması şart. Bezos'un müşteri memnuniyetini kısa dönemli kârın üzerinde tutma yaklaşımını "sistemli" kelimesiyle özetliyor.

İnovasyon/yenilikçilik

Marka şehir olma iddiasında bulunan kentler mutlaka inovasyon/yenilikçilik çalışmaları yapmalıdırlar. Örneğin cevizin yeşil kabuğundan içindeki ince zarına kadar endüstriyel bir ürüne dönüşebilir. Bu hususta Bitlis Eren Üniversitesinin Ar-Ge’sine ihtiyaç vardır. Üniversite sanayiye destek vermez sadece memur istihdam edilen bir kurum haline gelirse gerçek fonksiyonunu yitirir.

Bir ürünün yüksek üretim ve pazarlamaya geçebilmesi için öncelikle “bilgi” gereklidir. Mesela Türkiye fındık üretiminde ilk sıralarda yer almasına rağmen fındıktan yılda 3 milyar ciro yapmaktadır. Bilginin ve teknolojinin rehberliğinde fındığı işleyerek Nestle veya başka markayı ortaya çıkaranlar yıllık olarak 10 milyar ciroyu aşmış durumdalar. Aynı denklemi cevizimiz, peynirimiz, geven balımız, reçelimiz, bulgurumuz için de yapabiliriz. Ürettiğimiz ürünleri Nuh Nebi’den kalma ambalajlarla satıyoruz. Bu hususta marka üretmenin peşine düşmüyoruz. Bitlis'in Adilcevaz cevizini un torbalarından kurtarıp farklı ambalaj tasarlayan Veysel Koşar'ı da hayırla anmış olalım.

Yıllar önce bir köyde bakkala uğramıştım. Benden hemen sonra bakkala gelen yaşlı teyze “evladım! Bana ülker’in çubuk krakerini verir misin?” dediğinde şaşırmıştım. Okula bile gitmemiş yaşlı teyze marka olanı tercih ediyor.

Dünyanın en kaliteli cevizini üretseniz bile (üretiyorsunuz) marka haline getiremediyseniz, ondan fazla para kazanamazsınız. Siz üretirsiniz başkası sizin ürününüzü farklı ambalajlarla “kendi markası” ile satarak sizden daha fazla para kazanır.

Müftülüğe veda ederken bana hediye edilen Cumali Usta’nın elinden çıkmış, cep telefonundan daha hafif “ergonomik” özelliğe sahip baston fakültedeki odamda halen asılı duruyor. Ziyarete gelenlere ceviz ağacından yapılmış ebrulu bastonun özelliklerini anlatınca hayret ediyorlar.

Adilcevaz bastonunu yeteri kadar tanıttığımız söylenemez. Daha fazla bilgi ve gayret gerekiyor. Çünkü bir şehrin “yıldızlaşması” çıkardığı markalar ile mümkündür. Hiç bir başarı tesadüf değildir. İnsanların sizi keşfetmesini “tesadüfe” bağlarsanız daha çok beklersiniz. “Keşfedilmeyi” beklemeyip kendinizi ve değerlerinizi “keşfettireceksiniz.” Yoksa terminale uğrayıp geçen bir yolcunun vay be! Burası da çok güzelmiş repliği yetmez.

Böyle Bir Doğa Harikasını Nasıl Saklıyorsunuz?

Başlığa çektiğim sözler Prof. Dr. Ahmet Maranki’ye aittir. Maranki Bitlis’in güzel ilçesi Adilcevaz hakkında şu ifadeleri kullanır. “...Bu bölgede 115 farklı endemik bitki türü tespit ettik. Ve bunların hepsi sağlık açısından büyük öneme sahiptir. Ayrıca 2600 rakımda PH 7’nin üzerinde olan böbrek için çok sağlıklı bir su var. Ayrıca burada doğa harikası bir krater gölü mevcut. Bu güne kadar buraların nasıl “keşfedilmediğine” inanamıyorum. Ayrıca Süphan dağında çok önemli taşlar var. Bu taşlar kötü enerjiyi kendine çekiyor. Adilcevaz’a gelin, burada Van Gölü kıyısında, Süphan Dağı eteklerinde sağlıklı yaşayın…”

Ölmeden Önce Adilcevaz Mutlaka Gezilmeli, Görülmeli

Maranki şöyle devam eder “…Adilcevaz’a daha önce gelmediğim için pişmanım. Ben Avrupa’nın birçok yerini gezdim. Adilcevaz dağlarında kar varken göl kıyısında oturup çay içilebilen nadir memleketlerden bir yer. Doğası muhteşem. Yeşil ile mavinin buluştuğu oksijenin yoğun olduğu muhteşem bir yer. Buranın kıymetini bilmek lazım.

Her insanın ölmeden önce görmek isteyeceği, en iyi “şaşırtıcı yerler” listesinde olması gereken şehirlerin başında Adilcevaz niçin olmasın ki?

Bu bölgede yetişen Kuzu etlerinden yiyen şifa bulur. Ayrıca Ceviz ve ceviz reçeli ilçede üretilen en değerli ürünlerdir. Yüksek rakımda yetişen bu cevizlerin faydası saymakla bitmez…”

Kıymetli dostum ziraat mühendisi Suat Yılmaz, “bizim tek ürünümüz cevizimiz, onu da iyi pazarlamak lazım” demişti. Fakat ne yazık ki, Türkiye’nin en kaliteli ve yenilebilir cevizine, havasına, suyuna ve coğrafyasına sahip olup ürünlerini “pazarlayamayan” bir yer.

Bir değeri üretmek yetmiyor. Bunu mutlaka marka haline getirip pazarlamak gerekir. Aynı hesabı turizm için yapabilirsiniz. Gelen turistten para kazanmak için müzeniz, galeriniz, mekân ve ürünleriniz olmalı. Dünyanın sayılı dağlarından birisi de Süphan dağıdır. Dünyanın en güzel göllerinden birisi de Van gölüdür. Dünyanın en güzel yaylaları yine bu bölgededir. Bilgiye yatırım yapmadıktan sonra işin hamallığını yapmaktan öteye gidemeyiz. Bilimsel inovasyon/yenilikçilik/le elimizdeki hammaddeyi daha verimli şekilde bilgi, akıl, sanat ve tasarımla dönüştürmedikten sonra işin kaymağını başkası yer, biz de bön bön bakarız.

“Ceviz Çayı” ile ilgili yazı yazdığımda ilgilenen olmayıp hatta garipsenmişti. (01.02.2014) Şayet girişimci ruhlu birisi çıkıp ceviz çayının “patentini” alarak piyasaya sürerse Adilcevazlılar ürettiği ürünün tüketicisi konumuna düşerler.

Genç girişimciler yerel gündemden sıyrılıp ajandalarına bu projeyi alırsa ilçelerine “marka kazandırmış” olur. Bir de bayrak yarışı misali bu görevi ileride bir başka genç girişimciye devrettiğinde arkasından “yeller” esen değil “eserler” bırakan olarak anılır.  Bunun da yolu gıda mühendisliği bölümü olan bir üniversite ile işbirliği yapmaktır.

Karadenizli hamsinin pidesini, pilavını, tatlısını, ekmeğini, kolonyasını, lokumunu, mıhlamasını, turşusunu vb. yapıyor da ceviz niçin sadece ceviz olarak kalıyor. Anlamak mümkün değildir.

Farklı Kültürlerin Ebrusu Adilcevaz kitabımdaki (s. 255-258) 29.08.2009 tarihli yazıda dediğimi tekrar edeyim. Şehirlerin turizme açılması için gerekli olan hususlar; 1-Ulaşım, 2-Tanıtım, 3-Konaklama. Bir de şunu ilave edeyim.  4-Bilgi ve teknoloji.

Marka uzmanı Didem Moralıoğlu’nun dediği gibi sahip olduğumuz ürünleri sadece dünyaya anlatmak değil adeta “bağırmamız” gerekiyor. Kimsenin bizden haberi yok. Iğdır Üniversitesinde kıymetli dostum Nihat Tatar’la Adilcevaz’ı tanıtan semineri yaptığımızda dinleyicilere “Farklı Kültürlerin Ebrusu Adilcevaz” kitabı da hediye etmiştim. Bazıları burası doğuda bir şehir mi? Ne kadarda habersiz kalmışız diyerek hayranlıkla hayret etmişlerdi. Hâlbuki Iğdır’dan Adilcevaz’a mesafe karayolu ile 3 saattir. İstanbul’da karşıdan karşıya bu sürede ancak geçilir.

Farklı Kültürlerin Ebrusu Adilcevaz kitabını komşuma hediye etmiştim. Kitabı okuyup geldi.  “Hocam! Ben yeryüzünde Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün mübarek olduğunu biliyordum. Fakat Adilcevaz’ın bu kadar “mübarek şehir” olduğunu bilmiyordum. Kitabı okuduğumda Adilcevaz’ın tarihi, kültürü, doğası, güzelliği, ilim ve gönül adamları ile bu kadar zengin olduğunu ilk defa öğrendim” dediğinde ben de hayret etmiştim.

“...O mâ(h)îler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” yani "denizin içinde olduğu halde denizden habersiz balıklar gibi...” Balıklar denizin kıymetini karaya vurduklarında anlarlar. Fakat iş işten geçmiştir artık. Bir nimetin kıymetini elde iken bilmek gerekir.  Yoksa nimet gittikten sonra “keşke” demenin anlamı yoktur.

Sözün özü: “İnsan kalbini, bir mucidin kendi beyninin yarattığı bir ürünün başarıya ulaştığını görmesinden daha fazla heyecanlandıran bir şey olduğunu düşünmüyorum.” (Nikola Tesla)

Kıssadan Hisse: Hezarfen Ahmet Çelebi’nin, kendi yaptığı takma kanatlarla Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçuşundan sonra başına gelenleri Evliya Çelebi şöyle anlatıyor: "İptida, Okmeydanı’nın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Ba’dehu Sultan Murad Han Sarayburnu’nda Sinan Paşa Köşkü’nden temaşa ederken, Galata Kulesi’nin taa zirve-i bâlâsından lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar’da Doğancılar meydanına inmiştir. Bu olay Osmanlı Devleti’nde ve Avrupa’da büyük yankı buldu ve dönemin padişahı IV. Murad tarafından da beğenildi. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: “Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir âdemdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekası caiz değil” diye Gâzir’e (Cezayir) nefyeylemiştir (sürmüştür). Orada merhum oldu.”

Bugün de yeniliğe bakışımız değişmedi.