Bir Avuç Ceviz-Dilaver Ayyıldız

Dört yılın sonunda yeniden bir yeterlilik sınavına girerek, on aylık bir bekleme sonunda Bitlis’in, yeşil bağrını Van Gölü’ne açmış ceviz diyarı ilçesi Adilcevaz’a Fransızca Öğretmeni olarak atandım.

Sıcak yaz günlerinin, herkesin tarlalarda çalıştığı, sadece yaşlı insanların köyde kalıp kahve önlerinde, yarı sohbet yarı şekerleme yaptıkları bazı günler, sıska derecesinde zayıf, sekiz-on yaşlarında ürkek ve çekingen bir çocuk geçerdi kahvelerin önünden.

Bu yaşlı insanlar çocuğu çağırıp Necip Fazıl’ın şiirlerinden birinin son beş-on dizesini okuturlardı ona. Çocuk da her seferinde itirazsız okurdu bu şiiri. Ama, çocuk niçin bu insanların her zaman kendisine şiir okuttuklarını hiç bilmezdi. Bu ihtiyar ve sevimli, okul görmemiş insanların şiire düşkünlükleri neydi, niçindi hiç bilemedi yıllarca. Bu köylü insanlar, şiiri mi çok severlerdi, yoksa “ş” ve “s” seslerinin ikisini de aynı şekilde, peltek “s” olarak telaffuz eden bu çocuğun telaffuzundaki aksaklığın sevimliliği mi onları cezbederdi? Kısa şiir faslından sonra, “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna “Doktor olacağım.” ya da “Mühendis olacağım.” cevabını verdiğimi hiç hatırlamıyorum. Bunları hatırlamıyorum ama, “Öğretmen olacağım.” cevabını verdiğimi de hiç hatırlamıyorum. Dahası, o zaman da böyle sorular sorulurdu çocuklara ama, bana sorulur muydu, ben ne cevap verirdim? Bu konuda en küçük bir hatıra kırıntısı yok hafızamda.


Bildiğimiz tek test kitabı, gönderilen örnek test fasikülleriydi. Bu örnek fasiküllere abone olmayı düşünme şansımız hiç yoktu; çünkü ne bir umudumuz, ne de bir imkanımız vardı paradan yana.

Büyük oğlumun “O zaman kolaymış ve öğrenci azmış.” iddiasıyla kazanmamdaki kerametin bende olmadığını ima ettiği üniversite sınavının iki aşamasını da geçerek liseden mezun olduğum yıl üniversiteli oldum. Fransızca Bölümünü kazandığım üniversitede iken öğretmenlik en önemli bir seçenek olarak hep durdu hafızamda. Karakter yapıma, yaradılışıma uymayan başka “paralı” meslekler de hafızamı yoklamıyor değildi.

Hayallerimi, planlarımı öğretmenlik üzerine yoğunlaştırmamın nedeni, öğrencilik hayatım boyunca karşılaştığım olumsuz öğretmen örnekleri miydi de “Ben bunlar gibi olmayacağım.” fikriyle bu mesleğe gönlüm ısındı, yoksa başka bir sebeple miydi bu seçim, hiç hatırlamıyorum.

Dört yılın sonunda yeniden bir yeterlilik sınavına girerek, on aylık bir bekleme sonunda Bitlis’in, yeşil bağrını Van Gölü’ne açmış ceviz diyarı ilçesi Adilcevaz’a Fransızca Öğretmeni olarak atandım.

Ağır kolilerimle Tatvan’da otobüsten indikten sonra, beni Adilcevaz’a götüreceğini zannettiğim bir minibüse binerek Van Gölü boyunca uzanan yılan yollardan, bir açık hava müzesini andıran kümbetler kenti Ahlat’a vardım. Ne var ki başka yolcu olmadığı gerekçesiyle minibüsümüz Adilcevaz’a kadar gitmiyordu. Şoför beni bir lütufta bulunuyor edasıyla Ahlat’ın çıkışında bulunan bir lastik tamir dükkanına bıraktı. Buraya bıraktı, zira benzin tankerlerinin mola yeriydi burası. Kaptanlar bir yandan yandaki çay ocağından çaylarını içiyorlar, bir yandan da tamiratın bitmesini bekliyorlardı.

İkindiyi geçmiştik. Nisanın tam ortasındaydık ama, hava çok serindi ve ben üşüyordum. Gökler de hafif hafif ağlıyordu bu halime. Hava kararmaya başladığında, hayatımın her deminde hissettiğim yalnızlık ve bahtsızlık hissi yine gelip çöreklendi içime. Nöbet nöbet gelen burkuntularla bazen kendi kendimi teselli ediyor, bazen de yüreğimin yangınını serbest bırakıyordum. Memleketimden yüzlerce kilo-metre uzakta, soğuk bir akşam vakti ne işim vardı tanımadığım bir lastikçi dükkanında? Tanker bulursak iyi de, bulamazsam ne yapardım bu küçük ve yabancı kentte? Otel var mıydı? İki ağır koli ile ne yapardım?

Korktuğum olmadı ve bir benzin tankeriyle Adilcevaz’a ulaştım. Kaptan beni, daha sonraki dört yıl boyunca her gün arşınlayacağım Van Gölü’nün kenarında indirdi. Bir yamacı göstererek, “Hocam buradan dümdüz git, doğru varırsın çarşıya.” diyerek Erciş’e doğru yola koyuldu. Çevreme bakındığımda anladım ki, Adilcevaz’a varmak için daha belki beşyüz metrelik bir yokuşu çıkmam gerekiyordu zifiri karanlıkta. Öyle de yaptım. Kolinin biri sırtımda, biri elimde o soğukta kan-ter içinde çarşıya vardım. Ama parmaklarım koptu kopacak.

Bir otel sordum. Şehirlerin en ücra yerlerindeki gecekonduların bile daha planlı ve düzenli kaldığı bir yapının en üst katına çıktım dar ve biçimsiz merdivenlerinden. Bir tek hayal bile kuramadan uyuya-kalmışım.

Ertesi gün, elbise ve kitap kolilerimi otelde bırakarak sadece elimdeki bir-iki belgeyle okula gittim. Okul müdürüyle kısa bir tanışmadan sonra öğretmenler odasına girdim. On dakika geçmemişti ki, okul müdürü odaya girdi ve beni “Hocam kot pantolonla olmaz böyle.” diye uyardı. Kolilerimin otelde olduğunu, henüz açmadığımı söylediysem de “Tamam da, artık öğrenci değilsiniz, öğretmen oldunuz.” diyerek tersliğini sürdürdü.

Meslek hayatımın ilk onbeş dakikasına azar işiterek girmiştim. Baştan ayağa bütün vücudum yanıyor, yüzümün kulaklarıma kadar kızardığını hissediyordum. Ağzımdan bir tek kelime daha çıkmasına imkan yoktu.”Öğretmenlik nasıl bir şeymiş böyle!” cümlesi kafamda dolanıp durdu. Şoktaydım.

Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Ben artık öğrenciye, okula, öğretmen arkadaşlarıma ve çevreye alışmıştım. O kadar ki, öğrencilikten henüz yeni çıktığım için rahatça empati yapabiliyordum. Bu yüzden oldukça sevecen, anlayışlı, daha hoşgörülü bir öğretmen olmuştum öğrencilerimin gözünde.

Deneyimli öğretmen arkadaşların benim tavırlarımı fazla sevecen, fazla hoşgörülü bulduklarını hissediyor, onların bulundukları ortamlarda öğrencilere daha resmi davranıyordum. Muhtemelen onlar da benim bu durumumu toyluğuma veriyorlardı. Zaman zaman, öğrencilerin yaptıkları yaramazlıkların en uç örneklerini sıralayarak benim davranış biçimimin yanlış olduğunu  dolaylı bir biçimde ima ediyorlardı. Böyle yaparak beni onlara çok da fazla güvenmemem konusunda uyarmak istiyorlardı. Kuşkusuz hepsi de iyi niyetli insanlardı arkadaşların. Ama ben de, öğrencilerimin gönüllerine girmeden beyinlerine ulaşamayacağıma inanıyordum.

Bu tür telkinler bazen o kadar yoğunlaşırdı ki, farkında olmadan bu uyarılarla öğrenicilerim hakkında gereksiz vesveselere kapılır, onların her tavrında, edasında ve sözünde bir “Acaba?” şüphesi hep dolanır dururdu kafamda. Onların, benim toyluğumdan faydalanarak beni gülünç durumlara düşüreceklerini, karmaşık sorularla, sabrımı zorlayıcı davranışlarla beni yanlış sözler söylemeye ve yanlış davranışlarda bulunmaya çalışabileceklerini düşünürdüm.

Bu duyguların baskın geldiği bir zaman diliminde olmalı. Lise birinci sınıflardan iki şubeyi art arda gelen saatlerde aynı soruları sorarak bir sınav yapıyorum. Sınıfın birindeki sınavı bitirdim. Öğrencilere teneffüse çıkmamalarını, benim hemen öbür lise birinci sınıflara gireceğimi ve sınav  yapacağımı söyledim. Onları dışarı salmayarak diğer sınıfa soruları vermelerine engel oluyordum. Diğer sınıfın soruları almamaları için bütün güvenlik tedbirlerimi almıştım.

 

Sınavını bitirdiğim sınıftan çıkarak koridorun öbür yanındaki diğer sınıfa vardım. Kapının hemen önünde, sınavını bitirdiğim sınıftan bir öğrenci duruyor. Okulda yeniydim, ama Fırat’ı yeşil gözlerinden ve düz saçlarından hemen tanıdım. Çok kızdım. Onca uyarıma rağmen soruları bir çırpıda ulaştırmıştı demek ki. Yanına varıp “ Sen ne arıyorsun burada? Ben sınıftan çıkmamanızı söylemedim mi?” diye çıkıştım. Çocuk gayet sakin “Ben bu sınıftayım hocam!” deyince hiç tereddütsüz benim yeni olmamı kullanıp beni faka bastırmak istediğine karar verdim. Sinirlerim daha da bozuldu. Sınıfa girip “Bu arkadaş sizin sınıfınızda mı?” diye sordum. Sınıf “Evet hocam.” dedi. Çocuğa “Oğlum az önceki sınıfta seni yazılı yaptım, yalan konuşuyorsun!” deyince, “Hocam o benim ikizim” demez mi? Ben artık bu öğrencinin işi iyice azıttığını, çığırından çıkardığını düşünüyor, nasıl davranacağım konusunda bocalıyordum. Üstelik sınıf da “Evet Hocam, öbürü bunun ikizi.” diye onayladı.

Kendi kendime öğrencilerin beni toy bulup benimle oynadıklarını düşünürken aklıma öyle bir plan geldi ki, Fırat’ın ve tüm sınıfın yalanını yüzlerine vuracaktım ve kendilerinin o kadar da akıllı olmadıkların anlatacaktım. Fırat’ı yanımda tutarak, bir başka öğrenciyi öbür sınıfa gönderdim.”Çağırın bakalım şunun ikizini de bir görelim!” dedim. İçimden  “Hadi bakalım şimdi ne yapacaksınız?” diyordum. Yalanlarını yakalamama, onların bu tuzağına düşmeyecek kadar akıllı olduğumu göstermeme az kalmıştı.

Ama olmadı. Çok az bir zaman sonra yanımda duran Fırat’ın aynısından bir tanesi daha karşımdaydı. Bir tuhaf oldum, şaşırdım. Tabi ki derin bir mahcubiyetle ve gülümseyerek ikisinin de yanaklarına hafifçe vurur gibi yaparken “Hay Allah iyiliğinizi versin. Ne çok benziyorsunuz oğlum! “dedim. Çok uyarı, aşırı hassasiyet ve sonunda öğrencilerime karşı derin bir mahcubiyet duygusu.

Öğretmen arkadaşlarımın uyarıları bu amaç için değildi ama, istenmedik bir sonuçla karşı karşıya kalmıştım. Onlar uyarmaya, ben öğrencilerimle olan samimiyetimi ilerletmeye devam ediyor, diğer öğretmenlerin yanında olabildiğince öğrencilere karşı resmi tavırlar takınıyordum.

Hep böyle ürkek ve ikircikli adımlarla geçti aylar. Ders dışı zamanlarda, koridorlarda, bahçede zaman zaman sohbetler ediyor, dersine girdiğim-girmediğim bütün öğrencilerimle güçlü bir muhabbet bağı kuruyordum. Dostluklar kuruluyordu mini mini yüreklerle. (Henüz sekiz yıllık zorunlu eğitim yoktu o zamanlar.)

 

Lisenin kullanılmayan, mezbelelik bir odasını bir hafta sonu öğrencilerimle birlikte badana yapmış, okulun kullanılmayan eski masalarını hem tamir etmiştik hem de cam parçalarıyla zımparalamıştık. Verniklemeyi de ihmal etmedik. Öğrencilerimin yardımlarıyla toz ve örümcek ağlarıyla dolu bu izbe yeri tertemiz bir Fransızca Yabancı Dil Odası haline getirmiştik. Duvarlarını parlak, renkli afiş ve Fransızca gramer kurallarını içeren tablolarla donattım. Evden bir de kasetçalar getirip koymuştum öğretmen masasının yanındaki Fransızca kitaplığımın hemen dibine. Teneffüs saatlerinde öğrencilerim diledikleri gibi radyo dinleyebiliyorlar, kitaplığımdaki kitapları karıştırıyorlardı. Bir çoğu teneffüse çıkmaz, bu zamanlarını bizim dar, ama sevimli sınıfımızda geçirirdi.

Sınıfı yeni oluşturduğumuz ilk zamanlardı. Teneffüs sonuna doğru, sınıfa girerken benim dışarıdan geldiğimi gören bir öğrenci, öğretmen masasına oturup bir yandan radyo dinlerken, bir yandan da kitaplığımı karıştıran minik öğrencim Suna’yı “ Kitapları karıştırma, öğretmen geliyor! “ diye uyardı. Ben o anda içeri girmiştim ve Suna kitap elinde kalakalmıştı. Oradan çekilmeye fırsatı olmadı. Henüz orta birinci sınıfa giden narin yapılı, çilli yüzü kızarmıştı Suna’nın. Ben yanına vardım. Her zaman beline doğru uzanan çift örgülü saçlarını okşayarak “Bu kitapları siz karıştırasınız diye buraya koydum kızım, bakabilirsin!“  dedim. Suna’nın yüzü aydınlandı, gözleri ışıldadı ve tatlı bir şekilde gülümsedi gözlerini kısarak. Belli ki bir hayli korkmuştu. Ben bu minicik yüreğin, bir öğretmenden bu kadar korkuyor olmasına çok üzüldüm. Onları daha çok sevmem ve sevgimi daha belirgin bir şekilde göstermem gerektiğini düşündüm. Yüreği böylesine korkuyla çarpan bir çocuğun ruhuna nasıl girebilirdim ki?

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Öğle paydosunun sonuna doğruydu. Öğrencilerin yemekten okula döndüğü saatlerdi. Bahsi geçen Yabancı Dil odasında otururken komşumuzun ince yapılı, ağzı var dili yok karakterli orta birinci sınıf öğrencisi Engin, yarı açık olan kapıyı vurup başını içeri uzatarak “Öğretmenim, Suna seni çağırıyor!“ dedi. Bir an şaşırdım. Yani, öğrenci öğretmeni çağırıyor ne demek? Nasıl bir şey bu? “Niye? “ dedim.”Nerde? Gelsin!” dediysem de, Engin, “Utanıyor, gelmiyor!” dedi. Yerimden kalktım ve koridora çıktım. Suna, siyah önlüğü, yine çift örgülü saçıyla öylece duruyordu başı önünde. Yanına vardım.”Gelsene kızım !” dedim.”Yok!” dedi sadece başını kaldırmadan. İki elini siyah önlüğünün sağ cebine daldırdı ve minicik avuçlarının alabildiği kadar cevizi çıkararak bana uzattı. Bir yandan da kaçamak bakışlarla arada bir bana bakıyordu. Cevizleri uzatırken “Bunlar senin olsun, sana getirdim…” dedi hafif bir sesle. Suna, sevgisini, yüreğini yüklediği bir avuç cevizi bırakıverdi avuçlarıma ve hızlı adımlarla uzaklaştı dışarı doğru. Sevgili minik Suna “sensiz, sana-size” sözcükleri arasında bir tercih yapmaktan ziyade, sevgi dolu yüreği hangi sözcükleri diline gönderdiyse öyle hitap ediyordu bana. Dilin nezaket kurallarını ezip geçen sıcak ve samimi sevgisi, bu ifadelerindeki masumiyetin, samimiyetin ağırlığı tatlı bir acı hissi bıraktı yüreğime. Bir şeyler düğümlendi içimde.

Neden ceviz? Rize’de çay, Aydın’da incir, Malatya’da kayısı neyse, Adilcevaz’da ceviz odur da ondan. Adilcevaz’da festivaller düzenlenirdi ceviz için. İşte, bu yüzden ceviz.

Tumturaklı sözcüklerin ifadede kifayetsiz kaldığı ”sevgi”yi, böylesine masumane ve katıksız, billurlaşmış bir şekilde, bir avuç cevizle yüreğime bırakan Sevgili Kızım Suna’yı hiç unutmadım. Tahtaya kaldırdığımda, ona pek ters gelen Fransızca dersinde bazı sorularımı bilemediğinde kızaran sevimli ve hafif çilli yüzünü, buğulanan kara üzüm tanesi gözlerini ve “Bilmiyorum.” diye fısıldayan titrek sesini hiç unutmadım. Hiç unutmadım sevgili kızımın tayinim çıktığında döktüğü gözyaşlarını. Hala gözlerimin önündedir avuçlarındaki bir avuç cevizle duran naif bir kızın silueti. Ben o silueti her gördüğümde “İyi ki öğretmenim!...” diyor ve şükrediyorum.

Dilaver Ayyıldız
Fransızca Öğretmeni

Bizlerle Paylaşmak İstediğiniz Yazılarınızı, Düşüncelerinizi ve Önerilerinizi İletişim Sayfamızdan, www.adilcevaz13.com@hotmail.com mail adresimize gönderin ''Sizden Gelenler'' Köşemizde Yayınlayalım...

KÜLTÜR/SANAT Haberleri

Geçmişten Günümüze İlçemizin Kültürü
Yüzyıllık Çömlek Geleneği Devam Ediyor
Gelenek Göreneklerimiz