"Kur'ân, nazil olduğu Arabistan coğrafyasında
Kirletilen inancı, bilgiyi, ibâdeti ve ahlâkı temizledi"
Günümüzün psikolojik hastalıklarından biri narsizm/benmerkezciliktir. Bu da “hep ben” diyerek kendisini merkeze alma, özel ve üstün görmedir. Bir de mezheb ve dinî narsizm var. Bazı din ve mezheb mensupları kendilerini "özel imtiyazlı ve seçilmiş topluluk" olarak gördüklerinden dolayı kendileri dışındakilere hayat hakkı tanımazlar. Sadece kendilerine tahammül gösterip kendilerine âdildirler. Hatta bazı toplumlara karşı kin ve nefretle doludurlar. Bunu da eğitimlerinin parçası haline getirmişlerdir. Son vahiy olan Kur'ân'ın onaylamadığı bu esas, din adamları tarafından Yahudiliğin "temel taşı" haline getirilmiştir. Kendi ürettikleri ve "kutsallık peçesiyle" örtmedikleri zulüm, vahşet ve barbarlık kalmadı. Fakat Johnson’un "sosyal kibir" olarak kavramlaştırdığı psikolojik durumu, din adamları zulmün ayrılmaz parçası haline getirdi.
İsrail devletinin "dağdan gelen bağdakini kovar" anlayışıyla sonradan gelip Filistin topraklarına yerleşmesinde ve zulümlerinde tahrif olmuş din anlayışının sahibi olan din adamlarının büyük rolü var. Yahudilerin seçilmişlik; üstün ırk, Hıristiyanların teslis/üçleme; Tanrı, Oğul ve Kutsal Ruh doktrinleri din adamlarına ait fikirlerin ürünüdür. Hatta Kur'ân'ın vahiy ürünü olduğu esasına sataşmanın sebebi vahyi bulandırmaktır. Çünkü bunların kayma ve sapmalarını Kur'ân tashih ediyor.
Bu sapmayı ve problemi Yahudilik üzerinden değil, Kudüs'ü tamamıyla Yahudileştirip "bir arada yaşamayı" baltalayan Yahudiliği, devletin "resmi ideolojisi" haline getiren din adamları ve İsrail devletinin yanlış teolojisi ve stratejisinde aramak gerekir. Aksi takdirde Hz. Musa'ya verilen on emir arasındaki "öldürmeyeceksin" emri ile "komşunu kendin gibi seveceksin" ilkesi bir anlam ifade etmez. Aksine "dindarca öldürmenin" yolunu açarlar ve açıyorlar da. Öldürdükleri her Filistinli'den dolayı "sevap" kazandıklarına inanıyorlar. Bu anlayışın hangi din olursa olsun "sahih dinde" olması mümkün değildir.
Kavmi aidiyet/kavmiyetçilik dini aidiyete baskın geldiğinde sizin gibi olmayanları (Filistinlileri) öldürürken mabedin girişinde coşkuyla eğlenirsiniz. Tıpkı Roma yangınını seyreden Neron gibi… Hepsi böylemi, hayır. İnsaflı Yahudiler (Al-i İmran, 3/113-114) ve ırkçı, faşist siyonistler arasındaki çatışma sürüyor. Mesela; İsrailli 180 yazar ve akademisyen, ülkeleri aleyhine Uluslararası Ceza Mahkemesine mektup yazdı. Haaretz’e ilan veren İsrail insan hakları örgütü B’tselem, ülkesini ırk ayrımcılığına dayanan "apartheid rejimi" diye yapılanlardan sorumlu tuttu. Çok az da olsa bazı Yahudiler de Filistin'lilerin topraklarını savunma mücadelelerini desteklemektedir. İsrailli yerleşimcilerin taş ve sopalarla Filistinlilere yönelik düzenledikleri saldırıya karşı çıkanlardan biri de 70 yaşındaki insan hakları aktivisti olan Hagar Gefen Yahudi’dir. Saldırıda o da yaralandı.
Hagar Gefen’in akrabası Sarah Gefen, “70 yaşındaki bir kadın, torunu olabilecek gençler için nasıl bir tehdit olabilir? Sabah kalkıp görevi yaşlıları dövmek olan gençler nasıl aramızda olabilir? Yahudilere yaptıkları buysa, Araplara neler yapmazlar?" demiştir.
İsrail’in Filistin’in Gazze Şeridinde Samir Nasrallah'ın evini yıkmaya çalışan İsrail buldozerinin karşısında durduğundan buldozer tarafından başı ezilerek öldürülmüştü. Günümüzde Gandhi veya Martin Luther King gibi merhametli ve duyarlı olan Rachel Corrie annesine "Dünyada böyle bir zulmün kıyamet koparmadan gerçekleştirilebileceğine inanamıyorum. Dünyanın böyle korkunç bir hâle gelmesine göz yumuşumuza tanıklık etmek, canımı yakıyor, geçmişte de yaktığı gibi" diyerek tepki gösterir. Başka bir röportajında “…İnsanlarla akşam yemeğine oturuyorum ve bazen şunun farkına varıyorum: Kocaman bir askeri makine bizi kuşatmış ve bu makine, birlikte yemek yediğim insanları öldürmeye çalışıyor…” der.
İsrail'in önemli gazetelerinden Haaretz, İsrail ordusunun abluka altındaki Gazze Şeridi'ne başlattığı ve 11 gün süren saldırılarında öldürülen Gazzeli çocukların fotoğraflarını yayımladı. Fotoğraflarına yer verilen haber için "Gazze'de 67 çocuk öldürüldü, savaşın bedeli bu" manşeti kullanıldı. (www.cnnturk.com) İsrailli aktivistler de öldürülen çocukların resimlerini duvarlara asarak "öldürdükleriniz size bakıyor" mesajı üzerinden şöyle deniyor; İsrail bebek katilidir. Müslüman coğrafyada geçmişten günümüze Filistin için ağlar ama İsrail’le ticarî işbirliği yapar; tıpkı Hüseyin için gözyaşı döküp Yezid’le iş tutma esasına dayanan ikiyüzlü anlamsız politikadır.
Bir toplumun fertleri kendi onurunu düşündükleri kadar muhataplarının da onurunu düşünmezlerse bu çifte standart bumerang gibi, gün gelir sizi de vurur. Ne yazık ki İsrail ordusu Gazze’yi cehenneme çevirirken yapılan bir ankette, İsrail’in Yahudi nüfusunun yüzde 95’inin yapılan zulmü desteklediği sonucu çıkmış. Yapılanlara Tevrat/Kutsal/dan meşruiyyet kazandırıldığında yapılmayacak kötülük yoktur. Hatta zâlimler, zulmü ibadet neşvesiyle yaparlar.
Hayatta olduğunda İsrail devletinin zulmünü dile getirdiği için tehditlere maruz kalan Fikir adamı Roger Garaudy şu tespiti yapar: "İsraillilerin sadece % 15’i “Allah’a inandığı” halde, devlet, halkın % 85’ini bu toprakların kendilerine inanmadıkları o Allah tarafından verilmiş olduğunu iknaya çalışıyor. Kendisine diğer halkları hor görme ve imha etme hakkı tanıdığı tek bir halkı seçmiş olan bir Tanrı bütün insanların Allah’ı olamaz."
Tarihe baktığımızda farklı din müntesipleri din üzerinden zulümlerini, savaşlarını, işgallerini, darbelerini, hırsızlıklarını, isyanlarını, yolsuzluklarını, haksızlıklarını tahkim etme ve "meşrulaştırmaktan" çekinmeyerek sahih dini kirletmişlerdir. Kirlenen dini mesaja da insanlar hem tepkili hem de mesafeli davranırlar.
Kirlenen ve kirletilen temizlenebilir. Vahyin de idealize ettiği dine "ed-dînu'l-hâlis" tertemiz din’dir. Bunu yaparken hepsi kirlidir anlamında değildir. Hiçbir inanç bütünüyle kirli veya temiz değildir. Bu tıpkı pirinci ayıklarken sadece taşını atmak, çocuğu yıkarken dökülen kirli suyla çocuğun da çöpe atılmaması gibidir. Batı bu yanlışı yaptı. Kilise ve din adamlarının kirlettiğini temizlemek yerine dini ve dini kurumları hayatın çeperine bıraktı. Hayattan attığını geri getirmeye çabalıyor. Fakat başardığı söylenemez. Batı kaynaklı komünizm, faşizm, laisizm, fundemantalizm, kapitalizm, ateizm, deizm vb. ideolojiler “dini kurumların” bıraktığı boşlukları doldurma arayışlarıdır.
Din, kendisine inanma özgürlüğünü tanırken başka dine de mensup olsa, hatta dini inancı olmasa da herkesin hukukunu, malını, aklını, ırzını, canını korur. Din yanlış anlaşıldığında veya din "devlet idelojisi" haline getirldiğinde kimseye hayat hakkı tanımaz. Bu sebepten devletin “resmi dini” veya ideolojisi olmaz. Vatandaşların dini tercihleri olur. Tıpkı köyün veya şehrin dini olmaz. Köylünün ve şehirde yaşayanların dini tercihleri olur. Yöneticiler farklı dini tercih sahiplerinin hukuklarını korurlar. Hepsine eşit davranır, dini tercih ve tutumlarına karışmazlar.
Devletin dini adalettir, merhamettir, özgürlüktür, güvenliktir. Devlet, aynı şemsiye altında yaşayan bütün bireylerin dinli-dinsiz, inanan-inanmayan herkese adalet, güven ve merhamet düzleminde davranır.
İnsanların inanç anlamında yaptığı yanlışın cezasını Allah verir. Allah, insana başkalarının işlediği "günahların" cezasını verme yetkisi vermez.
İlahî vahiy kimlerin kâfir, münafık, zâlim, müşrik olduklarını anlatırken bizim onları aynı isimle "kategorize" etmemiz için değil, aynı kategoriden koruyarak aynı fiili işlememek içindir. Hangi fiili işlerseniz kâfir, münafık, zâlim, müşrik olursunuz diyerek bizi korumak içindir. Yoksa inanç veya inançsızlığın cezalarını ahirette Allah verir, insan değil.
Öyleyse insanların inanma kadar, inanmama tercihleri varsa bırakalım da kendi tercihlerini kendileri özgür iradeleriyle yapsınlar. Yapsınlar ki hakikati baskıyla değil akıllarıyla keşfetsinler. Bu imkânı vermediğimiz zaman toplumda için için münafıklar çoğalır. Bu da toplumu yozlaştırır. İnanma veya inanmama tercihini insanın elinden alma konuşmaya çalışanın ağzına yumruk tıkayıp konuşmasını istemek gibi gülünçtür.
Sağlıklı inanç için tüm baskı ve dayatmalardan uzak ve özgür bir ortamın olması gerekir. Fakat baskı ve otoriterliğin olduğu Orta Doğu toplumlarında özgür ortamın yokluğu insanları dine karşı apateist/ilgisiz yaptı. İranlı bir akademisyenin dediği gibi baskı ortamından dolayı “eskiden evde ibadet edip, dışarıda eğlenirdik. Şimdi dışarıda ibadet edip evde eğleniyoruz.”
Din Dinsizin Hakkını Da Korur
İlçe müftülüğü yaptığım (1992-2010) yıllarında va'z yaptıktan sonra hutbe de okurdum. O yıllarda okuduğum hutbelerden birisinin başlığı da "Din dinsizin hakkını da korur" şeklindeydi. İnsanlar başlığı okuyup "bu bize birkaç numara büyük gelir" fikrine kapılabilir. Haksız da değiller. Çünkü İslam coğrafyasında yaşayanlar dinin gölgesinde güven ve rahmet bulacak dinsizi değil, aynı Allah'a, peygambere, kitaba sahip olup ahirete inandıklarını söylemelerine rağmen birbirlerini öldürmek veya öldürtmek için fetva üretmekten geri durmuyorlar. Hâlbuki din, “karşıtını” yok etmekten ziyade onu yaşatmak ve düşünmeye sevk eder. Çünkü karşıtı olmayan bir inancın fikri boyutuyla gelişmesi kolay değildir. Ne yazık ki Mehmet Âkif'in dediği gibi “Din namına dindaşlarını katleden biçare dindaşlar gördüm.” Tekerleme gibi olacak fakat gerçek şu ki; “La ilâhe illallah” diyenler “La ilâhe illallah” diyerek “La ilâhe illallah” diyenleri öldürüyor.
Hz. Şuayb; “Eğer içinizden bir gurup benimle gönderilene inanır, bir gurup da inanmazsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar bekleyin…” (A’raf, 7/87) diyerek inanmayanların tercihine baskı uygulamadı. İman etmemenin cezasını ahirette Allah verir. Bu yetkiyi kişi ve kurumlara devretmez. Bu yetki ve rolü kendisinden menkul rivayetlerle devralanlar cehennemi dünyaya taşımışlardır. Hâlbuki iman beşeri müdahale olmadan Allah-insan arasında gerçekleşir. İnsanın insanları “bilgilendirme” dışında inanca müdahalesine ilahi irade müsaade etmez.
Dine inananın inanması kadar, inanmaması da kendi tercihidir. Din kimseyi zorlamaz. Fakat dinin mutlaka mücadele edilmesi istediği temel husus zulümdür. Kur’ân “…zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.” (Bakara, 2/193) Batıda da doğuda da “nöbetleşe zulümleri” din ve kutsal metinler üzerinden yürü(tül)müştür. Kilisenin geçmişte yaptığı zulmün tarifi imkânsızdır.
Geçmişte hutbeler Diyanet İşleri Başkanlığınca Ankara'dan gönderilmezdi. İl müftülüklerinin inisiyatifine bırakılmıştı. Hutbe işleri müftülük bünyesinde kurulan "hutbe komisyonu" tarafından yürütülürdü. Bazen gündemde özel ve hususi bir konu olduğunda merkezden gönderilirdi.
Hutbelerin mahallinde hazırlanması imamı okuma ve araştırmaya sevk eder. Çünkü kitap okumadan, araştırma yapmadan kaliteli bir hutbe metni yazmak mümkün değildir.
Fakat ne hikmetse halen devam eden merkezden hutbe gönderme uygulaması devam ediyor. Bu uygulama imamların minber veya mihrabta yanlış bir şey söyler mi? Paranoyasından kaynaklanıyor.
Hutbesini yazmayan va'zını yapmayan ezanını okumayana ne kadar "imam" denir. Bir imamı hutbe yazmaktan, va'z yapmaktan ve ezan okumaktan mahrum bırakmak onu elimizle "işlevsiz" bırakmaktır. Hatta bir müddet sonra isteseniz bile imamlar hutbe yazamaz, va'z yapamaz ve ezan okuyamaz çünkü bunlar bu özelliklerini kullanmadıklarından beyin düşünemez hale gelmiştir. Kullanmadığınız organ/beyin işlevini kaybeder. İmamın da âdeta eline metin tutuşturulan meşhur “Japon Asima” robota dönüştüğünde şaşırmamalıyız.
İbn Haldun'nun dediği gibi "insan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şey atmazsanız, kendi kendini öğütür durur" yıllarca annesinin gagasına bakan yuvadaki yavru kuş misali Ankara'dan gelecek hutbe metnine talim ettirmenin imamları ne hale getirdiğini bilmek için küçük bir gözlem yeterlidir. Okuma, yazma isteği kaybolmakta, bu da imamları hitap ettikleri cami cemaatinin gerisine itmektedir.
Cami cemaatinin eğitim ve kültür seviyesi sürekli yükselirken cemaate rehberlik ve önderlik yapan imamı okumaya ve araştırmaya sevk edecek hususlardan "mahrum" etmek akla ziyandır.
Bir de dini metinleri sadece literal/lafzi okuma yapıp yanlış anlamaya götürmede telafisi mümkün olmayan yanlıştır.
İmamlar hutbesini yazıp, va'zını yaptığında yanlış, eksik, kusurlu şeyler söyleyebilir. Yanlış yapmak her zaman kötü değildir. Peygamber (sas) "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı." (Müslim, Tevbe, 9) buyurur. Bazen hata yapmak insanı başka hatalardan korur. İnsanlara hata yapma imkânı vermek günümüzde eğitimin bir parçasıdır. Hata yaparak öğrenme metodu.
Hz. Peygamber (sas)’in müçtehidin hata yapabileceğini "hata yaptığında" bile sevap alacağını buyurması anlamlıdır. Eğer müçtehit hata yaparım korkusuyla fikir üretmekten vaz geçerse problem çözülmez. Fakat fikri emek vermiştir. Bunun da karşılığını alır. Bu şuna benzer: doktorlar riskli olup hasta ölebilir diye ameliyat etmezlerse insanlar şifa bulamazlar.
İnanma veya İnanmama Özgürlüğü
Kur’an-ı Kerim’in en güzel özelliklerinden birisi her şeyin kendisi için yaratıldığı insanı merkeze alması, diğeri de “özgürlükçü” tavrıdır. Bu tavrın Kur’ân ahlakı ile ahlaklanan inananlarında da olmasını ister.
Vahiy nüzulu itibariyle "…O sizi hayat bahşeden bir (diril)işe davet ettiğinde, Allah’a ve Elçi’ye icabet edin…" (Enfâl, 8/24) diyerek insanı imhaya/yok etmeye değil ihyaya/diriltmeye davet eder. Muhammed Hamidullah’ın İslam tarihi üzerinde yaptığı araştırmalarda Nebi (sas)’in hayatı boyunca meydana gelen savaşlarda öldürülen insan sayısı 300'ü (üçyüz) geçmediğini tespit eder. (Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s.20-21.)
Bu da bir günde koronadan ölen insan sayısı veya bayram tatilleri dönüşlerinde trafik kazalarında hayatını kaybeden insan sayısı kadar bile değildir. Çünkü her insan bir âlemdir. Vahiy bu âlemi insanlığa katkı sunar hale getirmek için geldi. Hiçbir insan diğer insanın aynısı değildir. Sahip olduğu biyolojik yapısı, parmak izinden göz retinasına kadar farklı olduğu gibi fikir, zihin ve düşünce dünyası farklıdır.
Kur’ân hiçbir zaman saçının telinden göz retinasına kadar özel ve farklı yaratılan insanların fikir ve inanç olarak da kereste gibi tek tipleştirilmesini istemez. İlahî sese kulak vermeyip insanların tornadan geçirilmiş gibi olmasını istemek hayatla savaşmak demektir.
Herhangi bir düşünceyi baskı ve dayatma ile kabul ettirmeye kalktığımızda önce kendimizi bitiririz. Baskı ve dayatma muhatabı güçlendirir, baskıcıyı bitirir. Kur’ân-ı Kerim baskı ve dayatmanın inanca faydası olmadığını şöyle anlatır:“...Sen onları zorla (inandıracak) bir zorba değilsin...” (Kaf, 50/45) Bir başka ayette de “Onlara inanç dayatan bir zorba değilsin” (Ğaşiye, 88/22) Bu âyetler baskı ve dayatmanın anlamsız ve neticesiz olduğunu anlatır.
Cevdet Said'in dediği gibi "Elektrik, yasası gereği kuru nesnelerde ve ahşap malzemede iletilmez. Aynı şekilde insan da -yasası gereği- baskı, zorbalık ile değişim yöntemine kapalıdır. Allah baskı ve dayatmaya onay vermezken buna başvuran hem Allah'a hem de dine güvenmiyor" demektir. Kendine güvenen fikirlerini dayatmaz. Fikirlerini zorla dayatanlar kendilerini adım adım bitirdiklerinin farkında değiller. Tarihin sahifelerinde kısa bir gezinti yapmak ayrıntılı fikir verir.