Meşhur hikâyedir; Tilkinin biri yavrusuna demiş ki: “Yavrum, bütün bu bağlardaki üzümlerden yiyebilirsin. Sadece köyün mollasına ait bağın üzümleri hariç. O bağa sakın dokunma. Hatta aç kalsan dahi o bağı aklına bile getirme.”
Genç tilki babasına sormuş: “Neden? O bağın üzümleri zehirli mi?”
Tilki yavrusuna şöyle cevap vermiş: “Hayır, yavrum. Eğer molla bağından üzüm yediğimizi anlarsa yarın hemen “tilki eti helaldir” diye fetva verir ve neslimizi kurutur.”
İnsanlık tarihi boyunca her zâlim yönetici acımasızca işlediği zulüm ve yaptığı eşkiyalığa “molla”, “müftü” veya “âlimden” “ısmarlama fetva” bulma yoluna gitmiştir. Elini sallasa ellisi… Ver parayı veya makamı al sana “sipariş fetva”! Bunu da vicdanını rahatlatmak için yapar.
Din(ler)in çıkar, otorite, menfaat uğruna “araçsallaştırılarak” zulümlere payanda yapılması eksik olmaz. Tabii ki bu yanlış tavır hem dini kirletir hem de insanları dinden soğutur ve uzaklaştırır. Aynı zamanda dinin ümit ve umut ışığı olmasının kapısını da kapatır. Özdemir Asaf’ın, dediği gibi “bütün renkler aynı hızla kirlenirken birinciliği beyaz alır.” Din de böyledir! Her dönem zâlim(ler)in cephaneliğine mazeme yapıldığından din çeşmesinden insanlar su içmez hale getirilirmiştir.
Gazeteci Cemal Kaşıkçı gazeteci olarak Suudi Arabistan’ın baskıcı yönetimini “eleştirdiği” için, Arabistan kralı onun hakkında “cinayet fetvasını” alıp önce odun doğrar gibi testere ile parçalattı. Sonra da iz bırakmamak için asit kuyusuna attırdı. Peki, bunu duyan gazeteci, yazar, ilim adamı yanlışa yanlış diyebilir mi?
Tarihte bu tür cinayetlerin işlendiği malumdur. Demek ki “tarih akıyor” cinayetler de devam ediyor. Mesela Kur’ân’ın ilk defa harekelenmesi ve noktalanmasında emeği olan, her gece Kur’ân okuyan Emevi Valisi Haccac b. Yusuf, nâmı diğer “Haccacı Zâlim” fetvasını alıp hadis ve tefsir âlimi Saîd b. Cübeyr’i muhalif olduğundan ensesinden kesmiştir.
Tâbiîn âlimlerinden Ca’d b. Dirhem “muhalif görüşlerinden” dolayı Kurban Bayramında Irak Valisi Halid b. Abdullah el-Kasrî “işte bu da benim kurbanım” diyerek hayvan boğazlar gibi ensesinden kesmiştir. Modern dönemde de Cemal Kaşıkçı için de kâtil “ben kesmeyi iyi bilirim kurbanlık hayvan geldi mi?” ifadelerini kullanmış. Firavun gitti fakat Firavunluk kıtalar dolaşıyor… İlahî vahiy Firavunu ”yużebbihu ebnâehum” “… Onların evlatlarını kesiyordu…” (Kasas, 28/4) şeklinde tasvir ediyor.
Hz. Peygamber’in çok sevdiği torunu Hz. Hüseyin’i şehit eden Yezid b. Muâviye “dindar” bir halifeydi. Bu zulüm yetmiyormuş gibi tarihte “Harre Vakası” olarak bilinen olayda Peygamber şehri Medine’yi muhasara altına alıp talan, yağma ırza geçme dahil mübah kılan yine Yezid b. Muâviye’ydi. Halife-i Müslimin hutbe okuyup namaz da kıldırıyordu. Babası Muaviye b. Ebi Süfyân, sahabeden âbid ve mücahid biri olan Hucr b. Adî’yyi Hz. Ali’ye hutbelerde sövülmesine itiraz ettiği için öldürdü. Hırs, kin, nefret, öfke, hased, insana kardeşini öldürtür. Tıpkı Kâbil gibi!
Kilisenin ortaçağda “engizisyon mahkemeleri” kurarak din adına işledikleri cinayetler hafızalarda halen canlı olarak yer etmektedir. Bu zulümler kutsal kitap ve din üzerinden meşrulaştırılarak yapıldı. Bundan en büyük zararı din gördü. Bugün bile Hristiyanlık bu kaybı telafi edemedi.
Mesela; Kilisenin fikirlerine katılmayıp eleştirdiği için diri diri yakılan Giordano Bruno ölüm kararını bildiren yargıca "ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz" demişti. Her zâlim yaptığı zulmün etkisiyle korkar.
Giordano Bruno “ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesine de hedef olarak yaşadım. Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar" demiştir... Tarihte yapılan bir hata nesiller boyunca tamir ve tedavi edilemiyor.
Bir milyon Irak’lının öldüğü körfez savaşında ABD Eski Cumhurbaşkanı George Bush, papaz Dr. Billy Graham’dan savaşın “meşruiyetine” dair fetva alır. Fetva aldıktan sonra kabine üyeleri kiliseye giderek ordunun başarısı için hep beraber dua ederler. (Keskin, Doğu-Batı ve 21. YY Üçgeninde İslam, s. 105)
İncilden Âyet Okuyan Zâlim
Mesela son dönemin zâlimlerinden Rusya Devlet Başkanı Vladimir Vladimiroviç Putin Büyük Rusya hayaliyle Kırım’ı ülkesine ilhak ettikten sonra yaptığı görkemli gösteride Ukrayna’da yapılan zulmü meşrulaştırmak için İncil’den âyet okumaktan çekinmedi. “Bir adamın dostları uğruna canını vermesinden daha büyük sevgi yoktur.” (Yuhanna 15/13) diyerek kutsalı kendi hırsından dolayı çıkardığı kanlı savaşına dayanak yaptı. Dinler, tarih boyunca siyasetin taraftarlarını konsolide ve insanları mobilize ettiği, yanlışların meşrulaştırarak safların tahkim edildiği bir atlama taşı olarak sürekli kullanılmıştır.
Faize Haşimi Rafsancânî “Tarih bize gösterdi ki, din veya ideolojinin hükümet ile aynılaştığında sadece din yahut ideoloji yok olmakla kalmamış; aksine yönetimler de kendi bekaları ve güçlerini artırmak amacıyla halkın din ve inançlarını kötüye kullanmıştır. Yani din, ülkelerin kalkınmasına hizmet etmedi; belki de yöneticilerin hatalarını meşrulaştırmak için bir araç oldu. Bunun örnekleri mevcut; Rönesans'a götüren Hristiyan yönetimi, Sovyetler ve uydu devletlerde çöken sosyalizm egemenliği ve İran'ımızdaki İslam egemenliği…”
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin “Ukrayna’nın Batı’dan nükleer silahlar alarak Rusya’yı tehdit ettiğini, Ukrayna'da, koronavirüs türleri, şarbon, kolera, Afrika domuz vebası ve diğer ölümcül hastalıklarla ilgili deneylerin Pentagon'un rehberliğinde ve mali desteğiyle ilgili programların yürütüldüğü düzinelerce laboratuvar ağı var” manipülatif sözleriyle popülizm yapmaktan kaçınmadı. Kendisini eleştirenleri ya bir komployla öldürttü ya hapsetti ya da sürgüne gönderdi. Kendi insanını anlatırken “hâin edebiyatını” elden bırakmayıp “vatanseverleri pisliklerden ve hainlerden her zaman ayırt edebilecek ve onları ağızlarına yanlışlıkla kaçmış bir böcek gibi kaldırıma tükürecektir” diyerek yandaşlarını medh, muhaliflerini de tehdit etmeye devam etti.
Samuel Johnson ”alçakların son sığınağı; vatanseverliktir” derken içtenlikli olanları değil, kendisi dışındakileri zararlı görüp sadece kendisi ve taraftarlarını yararlı görenleri kast ediyor olmalıdır. William Randolph Hearst’in dediği gibi Putin’in derdi vatanseverlik değil kendi iktidarıdır. Çünkü “bir politikacı işini kaybetmemek için her şeyi yapar. Hatta vatansever bile olur.”
Bu kirli savaşta “dini kurumlar” nerede mevzi alır. Bunlardan “İnsan Hakları ve İnsan Haysiyeti” eserin de sahibi Rus Ortodoks kilisesinin 16. Patriği Kirill, “Rusya’nın şer güçlerle mücadele ettiğini vurgulayarak vicdan sızlatan yıkıma ve şiddete açıktan destek verdi. Ukrayna’da yaşayan Rus’lar için bu savaş “kutsal bir bağımsızlık mücadelesidir” diyerek “komşunun evi yanarken çıkan ateşte yumurta pişirmek” şeklinde acımasız bir tavır sergiledi. Bu tıpkı tarihteki haçlı savaşlarına “kutsal savaş” sembolizmi ile yapılan yıkıma dinî zemin ve meşruiyet kazandırmaya benziyor.
Çeçenistan Müftüsü Salah Mezhiev, ''Rusya'nın yanında verilen mücadele Allah uğrunadır ve cihattır. Bu savaşta ölenler şehit olacaklardır, buna hiç şüphe yok.'' açıklamasında bulunmaktan çekinmedi. Böylesi kurumsal dini yapılardan “merhamet” beklemek anlamsızdır. Tarih boyunca dinler siyasetin taraftarlarını konsolide ve insanları mobilize ettiği, yanlışların meşrulaştırarak safların tahkim edildiği bir atlama taşı olarak kullanılmış ve kullanılmaktadır.
Rusya federasyonu müftüler konseyi başkanı Ravil Gaynuddin de Rusya’nın yaptığı savaşın haklılık ve meşruiyetini Kur’an’dan hareketle temellendirmekten kaçınmayarak şöyle dedi: “Tüm Müslümanları bu savaşta Rusya’ya her türlü destek vermeye davet ediyoruz. Dinleri ve inançları ne olursa olsun bu savaşta yaşamını kaybedenlerin mükâfatını Allah verecektir.” İnsanlar da sanıyor ki din adamları dine ve dinin kitabına göre davranıyorlar. Hâlbuki başlarındaki sarık ve cübbeleriyle kutsal kitabı ellerine alarak zalimlerin çıkarlarına alet ediyorlar. Beslendikleri ve taraftarı oldukları mahallenin zâlimine ve zâlimin yaptığı zulme fetva üretmekle kutsalı hayatın dışına itmekten çekinmiyorlar. Çünkü Vladimir İlyiç Ulyanov’un dediği gibi “şimdi iktidardayız ve artık bütün alçaklar bizden yana.”
Siyasi kararları dini referanslarla temellendirmeye kalktığınızda en büyük zararı din görür. Dinin göreceği ve telafisi mümkün olmayan zarar ve kayıpları dikkate almak gerekir.
Hiç bir zâlim zulmüne dinleri referans olarak bulmakta asla zorlanmaz. Her zalimin müftüsü yanında hazırdır. Hayatlarını özellikle yönetimlerini zulüm, zorbalık, tiranlık, despotluk tahkim ederek sürdürenlerin ne ilk olanı ne de sonuncusu olmayacaktır. Bunlar farklı inanan, düşünen ve giyinenlere acı çektirerek hayatlarından zevk almaya çalışanlardır. Başkalarına zulmederek hayat hakkı tanımayarak, konuşturmayarak dünya cehennemi kurmaktan kaçınmazlar.
Tecrübeli devlet ve siyaset adamı John F. Kennedy “savaş insanı mahveden kötülüklerin en önemlisidir. Savaş, milletlerin varlığını yok eder; en güzel ülkelerin ziyan olmasına sebep olur; en iyi insanları yok eder ve kötülükleri yüceltir; bir ülkeye her türlü karışıklığı, anarşiyi ve yozlaşmayı getirir” diyerek öngörebilirliğini anlatır.
Kanıyla Kur’ân Yazdıran Zâlim
16 Mart 1988'de Halepçe katliamını Saddam Hüseyin’in emriyle “kimyasal Ali” lakaplı Ali Hasan el Macid’i yaptı. Katliamda sarin ve tabun sinir gazlarının yanında çok daha korkunç ve acı eren “hardal gazı” kullanıldı. Halepçe katliamında beş bin insan hayatını kaybetti. Katliamı meşrulaştırmak ve dini renge büründürmek için “âlimlerden de” fetva ve görüş alarak, bu katliama el-enfâl” ismi verildi. el-Enfâl Kur’ân (8) Sekizinci sûrenin adıdır.
Dönemin Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin ünlü hattat Abbas Şakir Jawdah’ı çağırarak kanıyla Kur’ân nüshası yazdırttı. Bunu hem dindarlığının göstergesi hem de Allah’a olan şükür borcunu ödemek için yaptı zâlim Saddam Hüseyin. Ne yazık ki Saddam Hüseyin zulmünden kurtulan Irak’lılar modern dönemin zâlimi ABD’den adalet bekledi ve tabii ki görmedi.
Kur’ân’ı yazan ünlü hattat bunu yazarken çok zorlandığını neredeyse kör olduğunu ancak iki yılda tamamlandığını anlatır. 114 sahifelik ve 35x35 cm ebatlarındaki Kur’ân Bağdat'taki Savaşların Anası Müzesi'nde sergilendi. Kurân'la ilgili olarak hattat şöyle dedi: ‘‘Hiç de kolay olmadı. Kan çok yoğundu ve yazamıyordum. Bir laborant dostumun önerisiyle glikoz benzeri bir solüsyonla karıştırıp çalışabildim. Bir şişe kan verildikten bir hafta sonra bir taslak sayfa özel bir komitenin onayına sunuldu. Bu komite Saddam Hüseyin'in kanının zamana karşı dayanıklı olup olmadığını ve yazılan metnin doğruluğunu tespit için kurulmuştu. Amerikan tehditleri ya da diktatörün iş yoğunluğunda kanın ulaşmasında aksamalar oluyordu. Kan buzdolabında saklanıyordu. Gece gündüz çalıştım. Yaptığımın İslami açıdan doğruluğunu sık sık sorguluyordum. Ancak Saddam Hüseyin'e hayır demek ölüm cezası demekti. (www.hurriyet.com.tr.)
Namaz Kılmaktan Alınları Nasırlaşan Zâlimler
Hariciler; namaz kılıp secde etmekten alınları ve dizleri âdeta deve dizleri gibi nasır bağlamıştı. Gündüz oruç tutup geceleri ibadetle geçirecek kadar samimi, Hz. Ali’yi din dışı görüp öldürerek İslam tarihinin akışını değiştirmiş “zâlim dindarlardı”. Muhammed Ebu Zehra şöyle bir olay anlatır: ”İslam’ın doğuşunda sıkıntı ve çile çeken sahabi Habbab b. Eret’in oğlu Abdullah b. Habbab'a rastladılar, boynunda Kur'ân-ı Kerîm asılı yanında da hâmile olan karısı vardı. Bunlar Abdullah'ı yakalayıp: “Şu boynunda asılı olan kitap bize seni öldürmemizi emrediyor”, dediler. Akabinde;
-Ebu Bekir ve Ömer hakkında ne dersin? Diye sordular. O da onları hayırla yâd etti.
-Hakem tayin etme hadisesinden önce Hz. Ali hakkında ve keza Hz. Osman'ın altı senesi hakkında ne dersin? Dediler. O da yine hayırla yâd ederek cevap verdi.
-Hakem meselesi hakkında ne dersin? Diye sordular o da şu cevabı verdi:
-Benim diyeceğim şudur. Hz. Ali Allah'ın kitabını sizden çok âlâ bilir. Dinini sizden daha iyi korur, sizden daha çok basiret sahibidir. Onlar da;
-Sen hidayete tabi olmuyorsun, adamlara isimlerine bakarak tabi oluyorsun, dediler ve onu dere kenarına çekip hayvan boğazlar gibi kestiler!
Orada bulunan bir Hıristiyan'dan hurma satın almak istediler. O da:
-Hurma parasız sizin olsun, dedi.
-Parasız asla kabul etmeyiz, haramdır dediler. Hıristiyan bu adamların yaptıklarına şaşarak: “Ne acayip kimseler, dedi. Abdullah b. Habbab gibi bir zatı öldürdüler, bizden parasız hurma kabul etmezler!” Başkasına ait hurmayı yemekten kul hakkı diye kaçınırken insan öldürmek kadar büyük bir günahtan kaçınmadılar. Dinin inançlarında samimi fakat “gerçeklikten” koptukları için zulüm işlemeyi ibadet haline getirdiler.
Kendisi Gibi Düşünmeyeni Öldüren Zâlim
Halife el-Vasık, Ahmet b. Nasr'ı “Halku'l-Kur'ân” meselesinde imtihana çekti. Ahmet b. Nasr Kur'an'ın kelamullah olduğunu söyledi; rü'yetullah meselesinde tevcih edilen suale de "rivayetlerin bu şekilde geldiği" cevabını verdi. Bu cevap halifeyi daha çok sinirlendirmiş ve sana yazıklar olsun, Allah'ı mahdud ve mücessem bir şekilde mi göreceksin diye ona bağırmıştır.
Halife bundan sonra bir kılıçla bir de ip istemiş, başını bağlamış ve ipi çekmelerini emretmiş, sonra da elinde bulunun kılıçla başını gövdesinden ayırmıştır. Bu baş önce Bağdat'ın doğusunda sonra da batısında bazı günler halka teşhir edilmiştir. Teşhir esnasında başın bir kulağına asılmış olan ve el-Vasık tarafından yazılan bir kâğıtta şu ibareler bulunuyordu:
"Bu baş Allah'ın, Emiru'l-Mümin'in el-Vasık eliyle katlettiği kâfir, müşrik, sapık Ahmed b. Nasr'ın başıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in mahlukiyeti ve teşbihin nefyi hakkında deliller getirilerek tevbe etmesi ve hakka dönmesi istenmiş, fakat inadı yüzünden buna yanaşmamıştır. Onun cehenneme girmesini ve elim akibetine kavuşmasını kolaylaştıran Allah'a hamd olsun. Emiru'l-Mümin'in bu mesele hakkında ona sorduğu halde, o, teşbihi ikrar etmiş ve küfür ile konuşmuştur. Bu sebeple onun kanını ve lanetlenmesini Emiru'l-Mümin'in helal kılmıştır." (Taberi, Tarih, VII, 326-330; İbnu'l-Esir, el- Kamil, VII, 15) Sasani ve Bizans’ta sultan “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi”ydi. Bu yönetim şeklini Sasani ve Bizanstan alanlar zulüm işlemekten kaçınmadılar. Kendilerine itirazı da Allah’a itiraz gibi kabul ettiler.
Kur’ân-ı Kerîm Mısır idarecilerinin kullandığı Firavun Ünvanı üzerinden bir prototip anlatır. Bu tip hızını alamayarak vahyin bize aktarımıyla “Ben sizin en büyük Rabbinizim” (Nâziat, 79:24) diyerek kendisinden menkul tanrısallığını yaptığı zulümleri meşru ve makul göstermek için söyler. “Rabbinizim” ifadesini insanlar kabullenmiş olacak ki hiç itiraz edeni yoktur. Çünkü “Rabbe” ve Rabbin yaptığı zulme itiraz etmek insanı felakete sürükleyebilir. Çünkü "Firavun da: “Ey benim danışmanlarım ve devlet adamlarım! Ben sizin benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyorum…"(Kasas, 28/38) diyerek Hz. Musa’ya inananlara zulmediyordu. Seyyid Kutub’un dediği gibi “...bu sözü, ileri gelenler onaylayarak, kayıtsız şartsız teslim olarak karşılıyorlar. Mısırda kralların tanrıların soyundan geldiklerine ilişkin yaygın olan efsanelere, ayrıca hiçbir kafaya düşünme, hiçbir dile konuşma fırsatı vermeyen caydırıcı gücüne dayanıyordu. Firavun bu sözü onlara söylüyor, onlar da itiraz etmeden, eleştiri yapmadan dinliyorlardı.” Onlara tapıyorlardı.
Bugün dünyanın harikalarından sayılan Mısır Piramitlerinin en üstündeki taşın ağırlığı 3,5 tondur. Bunu vinçler değil insanlar taşıdılar. İnsanlar da bunu istemeyerek değil “sevap” kazanmak; “Rablerine hizmet etmek için ibadet neşvesi ve şevkiyle yapıyorlardı.”
Firavun “Beni bırakın, şu Musa’yı öldüreyim!” dedi ve ekledi: “O Rabbine yalvaradursun; ama ben asıl onun sizin dininizi değiştirmesinden ya da ülkede düzenin bozulmasından korkuyorum!” (Ğâfir, 40/26) “Bu söz, imanın sakin ve masum olan yüzüne karşı kuşkular uyandırmak isteyen çirkin ve aldatıcı sözün kendisi değil midir?”
Bu bağlamda hızını alamayan Nemrut Firavun’dan geri kalmaz o da “…İbrahim: “Rabbim hayat veren ve ölüm dağıtandır!” demişti. Nemrut cevap vermişti: “Ben (de) hayat verir ve ölüm dağıtırım!” (Bakara, 2/258) demekten çekinmemişti.
Bu iki zâlim sadece “dindar” değil, daha da ötesi kendilerini “Rabb” ilan ederek insanlara zulmediyorlardı. İbn Haldun, “iktidarı ele geçiren gücünü ispat etmek için zulmeder” der. Lord Acton’un dediği gibi “Güç bozar mutlak güç mutlaka bozar.” Aslında din insandaki ölçüsüz gücü iç denetim/ahlakla dengelemek için vardır.
Kur’ân’ın ebedileştirdiği “Ashabu’l-Uhdud” kıssasındakiler de “dindar” ve zâlimlerdi. Bu zâlimler kendileri gibi inanmayanları “Allah’a iman etmeleri nedeniyle intikam alıyor” (Buruc, 85/8) ateş dolu hendeklere atıp, hendeklerin etrafında oturarak seyrediyorlardı. (Buruc, 85/1-8) Hz. Ömer, “dindar zâlimlerin” zulmünün hafızalarda yer etmesi ve tarihi tanıklığın kaybolmaması için anıt yaptırdı. İnancımızda “küfür devam eder zulüm devam etmez” prensibi meşhurdur. Yani dünyayı yaşanmaz hale getiren ve zehirleyen zulüm ve kirli emellerini gerçekleştirmek için gerekirse kutsalı; mabet, kitap, peygamber ve ibadeti dahi kullanmaktan geri durmayan zalimlerdir.
Kur’ân’da temel bir ilke de “felâ ‘udvâne illâ ‘alâ’z-zâlimîn” dir. (Bakara, 2/193) Yani “…zalimlerden başkasına düşmanca davranmayın” buyurarak “ötekileştirilecek” tek sıfatın “zulüm” olduğunu vurgular. Zulüm, insanlığın da dünyanın da kaderi değildir. Yeter ki “fetva makamları” zulme tahkimat/destek sağlamasınlar. Zulümle kimse abad/mamur/şen olmaz. Tarih, zâlimlerin resmigeçit güzergâhıdır. Vesselam.