Duyarsızlık; Neme Lazım Sultanım! 

Prof. Dr. Zeki TAN

Ruhunu yitirmiş bu çağın vebası;
düşünememek değil, hissedememektir.”
Dostoyevski

"Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerse
kötüler yüzünden değil, kötülüğe ses çıkarmayanlar yüzündendir" 
Albert Einstein

Tarih insanlar için ibret levhasıdır. Hatırlamayı unutturmaya yönelik anlayışlar sağlıklı değildir. Kur’ân tarihi olayları ilk insan Hz. Âdem’den başlatır. Bunun da gayesi bugün yaşayanların geçmişi de dikkate alarak gelecekte sağlıklı yaşamalarını istemesidir.

Tarihte de yaşanmış veya yaşanmaması değil verdiği mesaja bakılan, bakılması gereken bazı hikâyeler vardır. Şimdi veya gelecekte yaşayanların da ibret alması gereken hikâyelerden birisi şöyledir; “Kanuni Sultan Süleyman zaman zaman bazı insanlarla sohbet eder onlar kendisini rahatsız da etse acı da gelse dinlemesini severdi. Sultan, Bir gün Yahya Efendi'ye bir mektup yazar ve gönderir. Sultan yazdığı mektupta şunları yazar;

"Sen, bilgi sahibi olup bildiğinle amel eden birisin…
Bizi de ilminden istifade ettir. Bir devlet hangi halde çöker?
Osmanoğulları'nın akıbeti nasıl olur?
Bir gün izmihlale (yıkılma) uğrar mı?" diye yazar.

Sultanın gönderdiği mektubu okuyan Yahya Efendi aynı kâğıdın arkasına;

"Neme lazım be sultanım!" yazar ve mektubu geri gönderir.

Bu cevabı büyük dikkat ve hayretle okuyan Sultan Süleyman, buna bir mana veremez.

Hatta yazılanlardan dolayı çok da bozulur.

Nihayet kalkar, Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergâhına gider ve der:

Biraz da aralarındaki yakın ilişkiden dolayı “Aşk olsun sana kardeşim!” 
Sana çok önemli ve kritik bir konuda fikir sordum.
Sen ise sorumu ciddiye almayıp geçiştirdin. Cevap bile vermedin…
Yahya Efendi şöyle bir bakar: “Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak mümkün mü?

Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim.”

Kanuni Sultan Süleyman; “Sen sadece "Neme lazım be sultanım" demişsin.

Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi.

Herhangi bir cevap yoktu, kâğıtta…

Bunun üzerine, Yahya Efendi şu anlamlı ve tarihî açıklamasını yapar:

Sultanım! Aslında, aradığın cevap oydu; Bir yerde zulüm yayılırsa.
Haksızlık büyük hızla şuyu bulursa.
Sonra, koyunları kurtlar değil çobanlar yerse.
Bilenler de bunu söylemeyip susarsa.
Fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkarsa.
Bunu da taşlardan başka kimse işitmezse.
Herkes, sadece davuldan çıkan ses gibi “ben-ben-ben” derse. Ve tüm bunları görüp/işitenler, (bana ne) “Neme lazım be…' derse;  İşte o zaman, devletin sonu gelir. Osmanlı da yıkılır.    Osmanlı’dan sonra gelen devlet de devletler de yıkılır.

Mesela günümüzün “çılgın politikacısı” Rusya Devlet Başkanı Putin’in, “72 saatte Kiev’i zapt edip yönetimi değiştiririz” senaryosuna kurumlar sesiz kalmış. Rusya’da etkisizleştirilen Rus bürokrasisinden itiraz gelmemiş. Özellikle radikal din adamlarından Rus Ortodoks Kilisesi lideri Patrik Kirill’in desteği, Rusya federasyonu müftüler konseyi başkanı Ravil Gaynuddin “tüm Müslümanları bu savaşta Rusya’ya her türlü destek vermeye davet ediyoruz” çağrısıyla barış dinini savaşa âlet etmiştir.  Sonuç; Ukrayna’da bilim adamları ödürülmüş, kitaplar, müzeler yakılmış,  binlerce masum insan öldürülmüş bir kısmı da göç etmiş.

Müslüman ülke yöneticileri “bana dokunmayan İsrail bin yaşasın” psikolojisiyle hareket ederek Irak, Filistin, Libya ve Suriye’deki yıkım ve katliamlara "Neme lazım be sultanım" diyorlar.

İnsanların Cüzdanına ve Canına Dokun; Sonra Seyreyle

Anadolu irfanın da geçtiği üzere dünyada bir ülkede veya bir kurumda kötü ve çirkin şeyler nasıl normalleşir; “Vücuttaki ilk yara misali olayın zemini oluşurken seyirci kalıyoruz. Problemin ucu bize dokunmuyorsa kahve eşliğinde olayları keyifle izliyoruz. Bizim cemaat, tarikat, parti, dernek, aşiret ve akrabalar kötülüğü yapınca susuyoruz. Yanlışa itiraz eden olursa Nasrettin Hoca’nın Timur Lenk hikâyesinde geçtiği üzere yalnız bırakıyoruz. Böylece toplum veya kurumlar kendi kendine de düzelsin istiyoruz. Bu durumda düzelmez. Daha da kötüleşir.”             Niccolo Machiavelli “Eğer bir millet, iktidarda bulunan kişilerin, şereften, onurdan, ahlaktan yoksun davranışlarını, hırsızlığını yalnızca kendi siyasi görüşünden olduğu için ses çıkarmayıp görmezden geliyorsa, o millet erdemini yitirmiştir. Erdemini yitiren millet, bir gün vatanını yitirir.” Bu bağlamda Orta Doğu’da çoğu zaman insanların hakikatı aradığını sanırsınız. Fakat insanlar çoğu zaman işlerine geleni arıyorlar.  Mehmet Âkif Ersoy’un dediği gibi; "Aldanma insanların samimiyetine! Menfaatleri gelir her şeyden önce. Vaad etmeseydi Allah cenneti; O’na bile etmezlerdi secde”  durumunda olup “hesapsız” iş yapmaz insanlar. Hâlbuki son vahiy iyilik yapılırken “…Ne bir ücret, ne de bir teşekkür beklenmemesi” (İnsân, 76/9) gerektiğini anlatır.

Vicdanıma Nasıl Hesap Veririm

Gül Sunal, "Kemal'e Antalya'dan bir inşaat firması reklam yüzü olmasını ve karşılığında yapacakları evlerden bir tanesini kendisine hediye edeceklerini teklif etti. Kemal bunu reddetti. “Neden kabul etmedin, ne güzel Antalya'da evimiz olurdu” gibi bir cümle kurdum. Kemal ise döndü ve dedi “Gül yarın bir gün bu evler yıkılırsa ve insanlar ben reklamında oynadığım için bana güvenip o evleri almış olursa ben vicdanıma nasıl hesap veririm öyle bir durumda" dedi. Kemal Sunal’ın bazı filmlerini tasvip etmesem de duyarlılık anlamında güzel davranış. Alman felsefesinin kurucularından Immanuel Kant, insanla hayvan davranışları arasındaki farkı anlatırken şöyle der; “menfaat beklemeden iyilik yapmak insanî özelliktir. Hayvanın davranışları büyük oranda “çıkar” ve karşılık endekslidir” der.

 

Mazluma Karşı Duyarlı Olmak

Türkiye’nin şiddet sarmalından yorulup fikri hareketliliğinin yaşandığı dönemde lise okudum. Rize İnşaat Teknik Lisesi’nde okulca yapılan eyleme katılmış ve gözaltına da alınmıştım. Mahkemeye çıkarıldığımızda savcı insanların “saç-sakalına” bakıp tutuklamaya karar vermiş, ben “tipimden” kurtulmuştum. Beraber okuduğumuz Hakkari’li arkadaşlarım bir ay hapis cezası almış daha sonra özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Ne yazık ki o gün bugündür hakkında yıllardır söylenmemiş cümle kalmamış,  söylenen sözlerin vakit kaybından öte işe yaramadığı Orta Doğu sürekli “Kahrolsun Amerika” ve “Kahrolsun İsrail” sloganları, afyon görevi gören “günlük zikrimiz” oldu. Duygularımız kabardığında İsrail şirketlerinin mallarını protesto ediyor, gıyabi cenaze namazı kılmaya devam ediyoruz. Bu içi kof sloganlara rağmen Amerika dünyanın jandarması olup İsrail zâlimini korumaya ve kollamaya devam ediyor. İsrail ablukasıyla hayat hakkı tanımadığı, ambargo uyguladığı, dünyayla irtibatlarını kopardığı Gazze’lileri boğmaya mahkûm ederek “savaşçı” olmaya mecbur etti. Havadan, karadan ve denizden yapılan saldırıdaki orantısız gücü hangi topluma veya insana yaparsanız yapınız, karşılığı aynı olur. Çünkü “sert güç” her zaman karşıtlığını doğurur. BM’nin genel sekreteri António Guterres  Hamas saldırılarının durduk yere ortaya çıkmadığının da bilincinde olmalıyız. Filistin halkı 56 yıldır boğucu bir işgale maruz tutuluyor. Topraklarının adım adım yerleşim yerleri tarafından ele geçirilmesine ve şiddete tanık oluyor. Ekonomileri yıkılmış, insanlar yerlerinden edilmiş ve evleri yerle bir edilmiş durumda. Siyasi çözüme olan inançları yok olmaya başladı”  dedi.

Gazze’liler dünyanın en büyük açık cezaevi olan yurtlarında yaşanmışlığı yaşanmamış gibi kabul etmiyorlar. Fakat Orta Doğu krallarının gözü önünde Gazze’lilerin dünyayla irtibatını koparan “utanç duvarı” Gazze’de inşa edildiğinde yalnız kaldıklarını anladılar. Hz. Nuh gibi “Size yetecek gücüm olsaydı veya sağlam bir yere sığınabilseydim.” (Hûd, 11/80) demekten başka çıkış yolu bulamadılar. Müslüman ülkeler, Ziya Paşa’nın dediği gibi  “Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde.“  Yani onlar ki dünyayı sözleriyle düzene sokmak isterler, oysa onların evlerine gidip bakın, kendi evlerinde bin türlü ihmal ve düzensizlik görürsün dediği gibi kendi ülkelerinde hukuk, adalet, şeffaflık, demokratik ve ekonomik olarak güçlü olmadıklarından “yüz yıldır” sadece “kahrolsun” sloganlarını tekrarlıyorlar.

Arap liderleri arasında yapılan Gazze barış görüşmelerinde, Libya devlet eski başkanı Muammer Kaddafi’nin bir toplantı çıkışında gazetecilerin “hangi konuda ittifak ettiniz” sorusuna “ittefekna ella nettefika” “ittifak etmemeye ittifak ettik” verdiği ironik cevabında olduğu gibi güncel siyasi ve iktisadi nedenlerden”  dolayı ortak karar çıkmadı. Çıkmaz da! Einstein’in dediği gibi “denenmişi denemek aptalların işidir.” 

Bugün dünyadaki şiddetin artmasında “azgın milliyetçiliklerin” rolü yadsınamaz. Kilise’nin şiddet kokan “fetvasıyla” Haçlı Seferleri Kudüs için yapıldı. Kudüs 1099 yılında Haçlıların eline geçince yaklaşık yetmiş bin kişi kılıçtan geçirildi. O gün bugündür Batı’lıların gözü Orta Doğu ülkelerinde, ayakları enselerinde ve bir elleri özellikle Arap liderlerinin ceplerinde olmaya devam ediyor. Bundan dolayı zulme büyük oranda ses çıkarılamıyor. Çünkü Orta Doğu diktatörlüklerini Amerika ayakta tutuyor. Bunun en yakın örneği Mısır’da halkın iradesiyle seçilen Muhammed Mursi’yi askeri cuntayla devirip yerine Abdulfettah es-Sisi’yi getirdiler. Diğer Orta Doğu ülkeleri kendilerine zarar gelmesin diye seyrettiler. Çünkü 58 tane Müslüman ülkenin sadece yedi tanesinde seçim yapılmakta diğerleri “babadan kalan mirasla” ülkelerini diktatörlükle yönetmekte, Amerika’nın onayıyla konforlarına devam etmektedirler. “Müslüman Arap liderler” toplumlarına iyi dileklerde bulunmak için sabahları Filistin’lilere yardım gönderip akşamları İsrail ve Amerika şirketleriyle ticaret yapmaya devam etmektedirler. Tıpkı tarihte sabahleyin Hz. Hüseyin’nin mezarında yas tutup akşam olunca da Yezid zaliminin sofrasında zevk-u safa sürenlere benziyor bugünkü manzara! Perişan halimiz “komşusunun evi yanarken çıkan alevde yumurtasını pişirene benzemektedir.”

Orta Doğu’da dertlerine derman olamayan, mazlumlara destekleri slogan ve mitingten ibaret zengin Arapların mal varlıkları İsviçre, Amerika ve İngiliz bankalarını besliyor. Bu bankaların sahipleri de büyük oranda Yahudi’dir. Bu çelişki sürüp gidiyor. Hatta Müslümanların marketlerinde, eczanelerinde, sinema, medya ve moda evlerinde İsrail’in markaları hâkimdir. Meşhur mottoda geçtiği üzere “iki Müslüman bir araya geldiğinde “devlet” kurar. İki Yahudi bir araya geldiğinde de şirket kurar.” Bu konuda beşeri/insanî sermayemiz yetersiz, bilg üretecek mevcutları da pervasızca dışarıya kaptırıyoruz.

Yaptığı katliamdan “oy devşiren” Netanyahu, Gazze’lilere dini kaynaklarından mülhemle  “insansı canavarlar”, Savunma Bakanı Yoav Gallant “insansı hayvanlar” tabirini kullandı. Bir zamanlar da Naziler Yahudilere benzer ifadeler kullanarak “ırklarını kirlettiklerini” söyleyip fırınlarda yakmışlardı. İsrail de Nazilerin kendilerine yaptığı benzer zulmüne meşruiyet zemini sağlayarak Batı’yı arkasına aldı. Batı dünyası geçmişte Yahudiler’e yaptıklarını örtmek için İsrail’in Filistin’deki vahşetine destek oluyor. Bölgedekileri “kışkırtan” derinliksiz siyasetle bölgede yaşayanlar birbirlerini öldürerek bitiremezler. Bertholt Brecht’un dediği gibi “Her savaştan geriye üç ordu kalır:  Ölüler ordusu, yas tutanlar ordusu, hırsızlar ordusu.”  Peki, ne yapılabilir? Sorusuna vereceğim cevap; yetmiş iki yıldır devam eden savaş, yetmiş iki yıl daha da sürse sonunda barış illa kalıcı barış olacak, olmalıdır. Yeterki insanlar mal ve makam hırslarından vazgecip masum insan hayatları üzerinde “kumar” oynamasınlar.  Bu hususta “tarihi yaşanmışlığımız” var. Hz. Peygamber Medine’ye gelir gelmez 120 (yüz yirmi) yıldır kabileler arasında devam eden savaşı sona erdirdi. Medine toplumu katında, Hz. Peygamber’in “konumu” büyüdü. Çünkü özellikle münafıklar olmak üzere savaştan beslenenler savaşın bitmesini istemiyorlardı. Çünkü savaştan besleniyor, konum ve ekonomik gelir elde ediyorlardı. Kendilerine göre “gerekçeli fetvalar” bularak savaşı dini zeminde devam ettiriyor, barışa bir türlü yanaşmak istemiyorlardı. Medine’de nüfus on bin civarında bunun 1500’ü (bin beşyüz) Müslüman diğerleri Yahudi ve Müşriklerden meydana geliyordu. Barış Peygamber’i sulhu önceledi ve Medine’de farklı inanç, kültür, ırk, din, dillere sahip insanları birlikte yaşattı. Bunu da “Medine Sözleşmesi” veya sahifesi ekseninde “inansın inanmasın herkese” adalet, eşitlik, özgürlük, hukukun üstünlüğü ve merhameti üzere inşa etti. Çünkü Hz. Peygamber insan hayatını önceliyordu. Biricik ve değerli olan insanlar ölsün istemiyordu. Din insanı yaşatır ve yaşatmak için gönderildi. Savaşın yıkımlarını, kadın melike/kraliçe Belkıs üzerinden Kur’ân şöyle aktarır “Krallar bir ülkeye girdiklerinde orayı târumâr ederler; oranın soylu ve onurlu insanlarını aşağılarlar. İstilacıların davranış tarzı her zaman böyledir.” (Neml, 27/34) Bu âyetleri okuyunca savaş konseyinde bulunan erkeklerin “Güçlüyüz ve savaşta yıldırıcı bir cesaret ve maharet sahibiyiz…” (Neml, 27/33) sözlerinin aksine Belkıs’ın duyguları ve dürtüleriyle değil, aklıyla hareket ederek toplumunu savaştan koruması ve barışı öncelemesi hayranlık vericidir. Âyette geçtiği üzere savaşta insan, aile, tarihi şehir, kitap ve eserler yok olur. Savaşta dokunulmaz olan; mabet, hastane, yaşlı, sivil, çevre, çocuk ve kadınların da hedef alındığı Kudüs paylaşılmaz hale geldi. Kendilerini seçilmiş ve ayrıcalıklı kavim gören Yahudiler Süleyman mabedini, kutsal halk, kutsal toprak tezini, Hristiyanlar Doğuş kilisesini, Müslümanlar da ilk kıble Mescid-i Aksa üzerinden Kudüs’ü sahipleniyorlar. Hâlbuki insanlığın ortak mirası” Kudüs Yahudiler’in, Hristiyanlar’ın ve Müslümanlar’ın barış içinde birlikte yaşayacakları tarihî bir “şehir” misyonu üstlenebilir. Çünkü Müslümanlar tarih boyunca Şam, Bağdat, Saray Bosna, İstanbul vb. şehirlerde Yahudi, Hristiyanlarla iç içe barış içinde yaşamışlardır. Tarihçi Kemal H. Karpat; “…Hem Osmanlı kaynakları hem de yabancı gözlemciler, 1844-1880 yılları arasındaki İstanbul nüfusunun %50’den fazlasının gayrimüslim olduğu konusunda uzlaşmaktadırlar” tespitinde bulunur. (https://istanbultarihi) Ne yazık ki bu dönemde "güçlü bir şekilde kınama" dışında kimse barışı konuşmuyor, konuşmak istemiyor. İspanya hariç, Batılı ülkeler blok halinde Hitleri aratmayan ırkçı İsrail vahşetini destekliyor. İspanya Sosyal Haklar Bakanı Ione Belarra "Hareketsiz kalmak bizi programlı bir soykırımın suç ortağı yapıyor.” diyerek Müslüman ülkelerden daha sert tepki gösterdi

Filistin konusunu Fransız filozof Étienne Balibar’ın dediği gibi: “Filistin ölüm döşeğinde, felâket sonuna kadar sürecek ve sonuçlarına katlanacağız” sözünde dediği gibi kulak arkasına atmamalıyız. Şu anda izlenen “etnik temizlik” stratejisiyle iki halkın bir arada yaşamasını sonsuza dek iptal edecek şiddet yaşanıyor bu da fazlasıyla misillemeyi kışkırtıyor. Şu anda olup biten de domino taşı etkisi gibi şiddetin şiddeti tetiklediğidir. Hâlbuki tarihe baktığımızda Osmanlı el-Halil şehrinin girişine koyduğu “Lailahe İllallah İbrahim Halilullah” “Allah birdir, İbrahim Allah’ın dostudur” diyerek Yahudi, Hristiyan ve Müslümanları Hz. İbrahim’in mesajı üzerinden birlikte yaşattı.  Bugün de ırkçı/ siyonist olmayan tıpkı; Amerika’daki 350 Yahudi ve 24 Haham, kongre binası önünde oturma eylemi yaparak öldürülen Filistin’li sivillerin sesi olmaya çalışan vicdanlı Yahudiler. Necaşi gibi âdil Hristiyan ve dinlerinin selam/barış anlamını içselleştiren Müslümanlar Kudüs’ü “daru’s-selâm”,  “barış şehri” yapabilirler. Bu Müslümanlar’ı farklı kılan temel ilke ve inançlarının da gereğidir. Ne yazık ki insanı önceleyen yok. Hâlbuki dünyanın hiçbir ideolojisi, sistemi, malı ve makamı “bir masum çocuğun” hayatı etmez. Bunun için savaşı değil, barışı öncelemeli, gerçekleşmesi için kıyameti koparmalıyız.

Tarihe kısa bir gezinti yaptığımızda, Hz. Nebi’nin, “en iyi savaşan” Arap toplumunu “en iyi barışan” toplumuna dönüştürdü. Bir insanı bile kaybetmemeyi önceleyen Hz. Peygamber yürüttüğü  etkili barış diplomasisiyle” Hudeybiye barış sözleşmesini Kureyş müşriklerinden Süheyl b. Amr ile imzalayarak tarihe geçti. Sözleşmeyi Hz. Ali kaleme aldı. Barış ortamı oluşması için Hz. Peygamber Kureyş müşriklerine bazı imtiyazlar verdi. Hz. Ömer dâhil ashap anlaşmaya sert tepki gösterdi. Kur’ân bu antlaşmaya siyasi zafer anlamında “feth-i mübîn” ve “nasr-ı azîz” olarak nitelendirdi. (Fetih 48/1, 3) Çünkü bu antlaşmayla barış ortamı sağlandı. Antlaşma metninde “Muhammedü’r-Resûlullah” yerine “Muhammed b. Abdillah” yazılmasına ashab itiraz etse de Hz. Peygamber kabul etmişti. Bu sayede Müslümanlar’ın karşılaşacağı tehlikeler de bir süre için önlenmiş oldu. O güne kadar Müslümanları tanımayan, onları muhatap saymayan ve Hz. Muhammed’e atalarının dinini ortadan kaldırmak isteyen bir âsi nazarıyla bakan Kureyş’li müşrikler, bu antlaşma ile Müslümanları kendileriyle denk bir taraf olarak kabul ettiler. Bu durum diğer müşrik kabilelerin arasına korku saldı ve yakın bir gelecekte Müslümanların hâkim güç olacağına inanmalarını sağladı. İslâmiyet Arap yarımadasında hızla yayılmaya başladı; öyle ki Hudeybiye Antlaşması’ndan Mekke’nin fethine kadar geçen iki yıl içinde Müslüman olanların sayısı, o güne kadar geçen 18 yıl içerisinde İslâmiyet’i kabul edenlerin sayısını aştı. (Hamidullah, Muhammed, “Hudeybiye Antlaşması” DİA, XVIII, 297-298)

Sürekli kavga eden bireyler arasında güvensizlik ateşi kızışır.  Kin ve nefret tohumları yeşerir. Hâlbuki barış köprüleri kurulması halinde yıkımlar sona erer. Savaşlar ne kadar sürerse sürsün sonu barıştır. Eşitlik, adalet ve hukuk zemininde barışı öncelemek gerekir. Yoksa parçalı Irak, çökmüş Libya, istikrarsız Suriye ve geleceği belirsiz Mısır kervanına başka ülkelerde katılır. Çünkü savaş öyle bir ateştir ki herkesi etkiler. 1945’te Japonya’ya atılan atom bombasından Hiroşima’da 140.000, Nagasaki’de 80.000 kişi öldü. Bu bomba asker-sivil seçmedi. 

Kur’ân; “Ey müminler! Hepiniz barıştan yana tavır alın…” (Bakara, 2/208)  Buyurur. Bir başka âyette “Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster...” (Tevbe, 8/61) der. Hz. Peygamber Hz. Ali’nin Hasan ve Hüseyin’e “harp/savaş” ismini verdiğini duyunca müdahale ederek değiştirmiştir. Bir de put isimlerini çağrıştıran; Abdulmenât, Abdullât, Abduluzza isimlerini de değiştirmiştir. Hz. Peygamber putperestliğe karşı mücadele ettiği gibi savaşa da müdafaa hariç mecbur kalmadıkça girmemiştir. Barış savaştan daha çok akıl, çaba, emek ve ter ister. Bosna Eski Devlet Başkanı Aliya İzzet Begoviç, Bosna savaşında dünyadan adil barış beklemiyordu. Defalarca Batılı devlet adamlarıyla görüştü. Batıyı şöyle anlattı; “Bunu hiç unutma evlat. Batı hiçbir zaman medenî olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.” Fakat Begoviç savaşın bitirilmesi için bilgeliğinden istifade ederek Dayton antlaşmasını imzaladı. Kendisini eleştirip Sırplar’a taviz verdiğini söyleyenlere şu tarihi sözleri söyler; “Bu adil bir barış olmayabilir; fakat en kötü barış, süren bir savaştan daha iyidir. Barış iyiyle kötü arasındaki farkları daha iyi görmemizi sağlar.” Sadece Orta Doğu’ya değil, her ülkeye bilgi ve hikmet sahibi bir Aliya İzzet Begoviç aklı/anlayışı lazım. Çünkü savaş çıkarmak kolay, bazen bir mermi yetiyor. Fakat barış “bilgelik” olunca gerçekleşebiliyor.