“Evrendeki en büyük israf sorgulama/eleştirme yeteneğini kaybetmiş bir beyindir.”
Albert Einstein
“Yeryüzünde zararlı tek fikir, eleştiri süzgecinden geçmeyendir.”
Ali Fuat Başgil
İnsan yaratılışı gereği yanılma, hata yapma özelliğine sahip olduğundan insandan kusursuz, günahsız tipoloji tasavvur etmek insana yapılacak en büyük zulümdür. Bu minvalde camiye gelen birisiyle konuşurken sevdiği zâtı sitayişle anlatan ve daha ilk cümlesinde “içimizden geçeni bilir” dediğinde hemen müdahale ettim. Sözünü ettiğiniz “zât” ilâh mı? Estağfirullah hocam! İnsandır. Ben de kendisine “…Allah'a karşı duyarlı olunuz. Çünkü sinelerdeki saklı bütün sırları sadece Allah bilir.” (Mâide, 5/7) âyetinde geçtiği üzere “içimizden geçeni bilme” özelliği sadece Allah’a aittir. Allah’a ait sıfatı kul(un)a vermek insana iyilik değil kötülüktür” dedim. Kendisini uyarıp eleştirdiğim için sevdiği “kutsal zâtı” küçümsediğimi düşünerek namazını kılıp ayrıldı. Anlaşılan herkes kendi kutsadığı kutsalından bir türlü vazgeçmiyor. Halbuki vahiy hem sahih ve kutsal olanı belirleme hem de kutsalla ilgili yanlış fikirleri rafine/arıtılmış, damıtılmış, saflaştırılmış hale getirmek için gönderildi. Çünkü hâlis/saf olmayan kirli inanç istenildiği kadar çok yapılsın fert ve toplumda etkili olmaz. Kirli su temizleme özelliğini kaybettiği gibi, kirli inançta etkili ve etkileyici değildir.
Bir başka gün yazdığım yazıya sert eleştiriler gelince “eleştiren eleştirilmeyi de göze alır” diyerek “tahammül” gösterdim. Hatta sevdiğim, sevdiğimi de kendisine söylediğimde “sevmek mi? diyerek beni şaşırtan arkadaş çok alındığını ifade etti. Başka eleştirilerini de sıraladı. Bir kısmında haklı bir kısmında da beni acıtan ve inciten ifadeler de vardı. Fakat kendime baktığımda içimden arkadaşa karşı, çağdaş alimlerden Said Nursî’nin kendisini idamla yargılayan yargıcın kız çocuğunu görünce hakkını helal ettiğini söylemesi misali, arkadaşın güzelliklerini hatırlayınca incitmesine rağmen hiç kırgınlık ve kızgınlık hissetmedim. Hatta kendisine, “yolum beldenize düşerse bir araya gelip muhabbet edeceğimi de” söyledim.
Eleştiriye tahammül etmek gerekir. Hatta eleştiriyi “yönetme yeteneğini” kazananlar eleştiriyi kazanıma dönüştürürler. Yoksa bestesi Münir Nurettin’e güftesi Orhan Seyfi Orhon’a ait “Sarahatan acaba… Söylesem darılmaz mı? (…) Sakın gücenme, eğer anladınsa sevdiğimi...” denilse de asıl problem eleştiriyi yönetememedir. Ben de bana yapılan eleştiriler karşısında kendimi dabbağın elindeki deri misali gibi “yumuşatılmış” gibi hissettim. Arkadaş, gardını alarak hayatının en güzel golünü atmak için fırsatı yakalamışken kızartılmış ekmeğe tereyağı bal sürer misali nefsimin üzerinden bir güzel geçti. Kibirdi, gururdu, akademik enaniyetti, kadir kıymet bilmemezlikti…
Güdümlü füze gibi kelimelerden cümle kurup Türk Dil Kurumu Sözlüğündeki kavramları peşpeşe düzdü. Konuşmalar sanal ortamda olduğundan fazla tahribat olmadı. Sert uçuşla giden uçağın yumuşak inişi gibi oldu. Yumuşama deyince duyduğum belki de yumuşak tonda anlatıldığı için unutamadığım hatırayı sizinle paylaşayım.
Yumuşak Mustafa
İlçe müftüsü olarak görev yaptığım ilçede tanıdığım ve sevdiğim bir hacı amcanın halk arasında Anadolu’da da insanlar lakaplarıyla bilindiği gibi hacı amcaya da “Yumuşak Mustafa” diyorlardı. İlk duyduğumda hacı amcanın bu lakabını yadırgamıştım. Çünkü magazin dünyasında farklı anlamlara gelebiliyordu.
Arkadaş, hocam! Hacı amcaya “yumuşak” denme sebebi şudur; Hacı amcanın özenle ve büyük emekle yetiştirdiği bahçesine komşunun hem acemi hem de çocuk yaştaki çobanı sürüsünü yönetemediğinden (bazı üniversitelerde “sürü yönetimi” bölümleri açıldı. Çobana sürü yöneticisi deniyor artık) hacı amcanın bahçesine hayvanlar topluca girince bahçe sanki çekirge istilasına uğramış gibi olmuş. Hacı Amca bunu duyar duymaz. Bastonunu kaptığı gibi şeytan taşlamaya gider hızıyla çocuğa doğru gitmiş. Uzaktan seyredenler hacı amcanın çocuğu iyi bir dayaktan geçireceğinden korkarken, hacı amca çocuğun yanına gidip ani fren yapan kamyon gibi durakladı ve son derece nazik ve kibarca “Evladım! Yazık değil mi? Bu bahçeyi binbir emekle yetiştirdim. Senin koyunların bahçeyi harap etti” dediğinde çocuk dayak yemekten beter halde utanmış. Hacı Amcanın bu “yumuşak konuşmasından” sonra “Yumuşak Mustafa” lakabıyla anılır olmuş. Eleştirirken her zaman “yumuşak Mustafa” tavrında olamıyoruz.
Toplum olarak eleştiriyi, fikirleri elekten geçirme ve yapıcı katkı olarak değil yıkıcı veya ortadan kaldırma yok sayma olarak anladığımız için konuşmaktan çekiniyoruz. Hâlbuki Kur’ân okuduğumda dikkatimi çeken hususların başında “eleştirel” özelliği öne çıkar. Konuşamayanlar konuşur, eleştirilmeyenler eleştirilir oldu. Şâir’in modern dönemde “milletin ağzına tıkadığın şu yumruğu çek ve oradan çıkacak sesi serbest bırak!” dediğini Kur’ân ilk önceliği “oku” ikazıyla yapmıştı. Birisi karşılaştığı arkadaşının yanlışını görünce “içimden yüzüne karşı eleştirdim” modunda sessiz, yani içinden konuşarak değil, Kur’ân gibi yüksek sesle asırları aşan sadasıyla bağırması gerekir. Ey insan! Nereye gidiyorsunuz? (Tekvir, 81/26)
Bazen birisini sevip beğenmeyebilir veyahut beğenir sevmeyebilirsiniz. Düşman belleyip güzel hasletlerinden beğendikleriniz fakat sevmedikleriniz bile vardır. Ataullah İskenderi’nin dediği gibi: “Çeşm-i insâf gibi kâmile mîzân olmaz. Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz.” Yani kaliteli /kâmil olgun bir insan için, insaf gözüyle bakmak en güzel ölçüdür. Bir kişinin kendi eksikliklerini, kusurlarını bilmesi kadar güzel bir irfan ve meziyet yoktur. İnsanın kendisine karşı bu tavrı onu rafine eder. Saflaştırır ve inceltir işe yarar hale getirir.
Kur'ân Eleştiri Kitabıdır
Kur’an-Kerîm Allah tarafından affedilmesi imkânsız olan (Nisa, 4/116) şirke ait görüşleri bünyesine almaktan ve “temizlemekten” kaçınmaz. Şirkte olsa bu görüş sahiplerinin sesini kısmaz. Müşrikleri imha değil ihya eder. Çünkü Kur’ân benimsemediği görüş sahiplerini konuşturduğu için büyüktür ve farklıdır. Kur’ân müşriklerin görüşlerini eleştirir, şirke karşı sağlam argümanlar ortaya koyar. Aslında Kur’ân’ın gücü de muhatabını ve düşmanının ağzına yumruk tıkamak değil karşılıklı tartışmaya alan açmasından gelmektedir. Kendinize güveniniz olduğunda başkalarının sizi eleştirmesinden korkmazsınız. Çünkü yapıcı eleştiri geliştirir. Buna tahammül gösterilmediğinde Paul Valery’nin dediği gibi “düşüncenin üstesinden gelemeyen düşünenin üstesinden gelmeye çalışır.” Bu da acziyet anlamına gelmektedir. Yoksa kimse dine zarar veriyor diye suçlanamaz. Ancak topluma zarar verdiğinde cezalandırılır. Kur’ân nazil olduğu Hicaz coğrafyasının taklitçi anlayışını tenkit/kritik etmekle işe başlar. Tenkit ve kritiğin olmadığı yerde tekfir/dışlama kaçınılmazdır. Vahiy, önce sanal ilahların sadece şekilden ibaret olduğunu eleştirir sonra da “Hak/Gerçek” olan ilahı sıfatlarıyla tanıtır. Vahyin bu nazar/bakışına her zaman ihtiyacımız vardır. Çünkü vahiy, problemlerimizi çözmek ve bize yol göstermek için gönderilen son beyandır. Hata ve kusuru Peygamberler de işlese acımadan ve çekinmeden ayna misali yüzlerine söyler.
Kur'ân Allah'ın kelamıdır. Allah insanların özgür iradelerini kullanarak iman etmelerini ister. "…Artık isteyen iman etsin, isteyen inkâr etsin!” (Kehf, 18/29) diyerek inanç tercihinde bireylerin iradelerine imkân tanınıyor. Bir başka ifadeyle "tercih" sahibi olmanın insanı değerli kıldığına dikkat çeker. "…O, dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır;" (Âl-i İmrân, 3/129) âyetinde insanların inançla ilişkisinde yaptığı hatanın cezasını vermede yetkiyi kimseye devretmiyor.
Allah bu yetkiyi insanlara devretseydi insanlar sadece kendisi gibi inanan, düşünen ve giyinenleri cennete koyar diğerlerini de cehenneme göndermekten çekinmezdi. Bu yetki iyi ki Allah'ın elindedir. Ahiretteki yetkinin insana devredilmediğini bildiğimizde daha rahat ederiz. Fakültede toplumsal farklılıkları anlattığım dersimde öğrenciler "Hocam filan veya falan kimseler imanımız hakkında hüküm veriyorlar" diyerek tereddüte düşüyorlardı.
Ben de onlara şunu söyledim "Hayatınız boyunca kimsenin imanını onaylama girişiminde bulunmayınız. Kendi imanınızı da kimseye onaylatma mecburiyetinde kalmayınız. Tebliğ ve bilgi aktarımında bulunmak insani bir davranıştır. Başkasından da bilgi desteği almak tabii bir haldir. Sosyal hayatta bilmediğimizi öğrenmek, bildiğimizi de başkalarıyla paylaşmak insanî bir durumdur. Bunları yaparken de bilgi alıp-verirken kimseye dayatmada bulunmamalıyız" dedim.
Kur'ân tarihi süreçte peygamberler dahil yanlış yapanın yanlışını söyleyerek dinleme çizgisine çekmeye çalışır. Bunu yaparken asla zorlamaz, baskı ve dayatma yapmaz.
Kur'ân kendine olan "yüksek güvenden" dolayı tıpkı bir kuyumcu gibi eleştirilmekten kaçınmaz. Tefsir terminolojisinde buna meydan okuma/tahaddi denir. Fikirlerine güvenen kimsenin eleştiriden çekinmesi asla söz konusu değildir. Her hâlükârda fikirlere yapılan eleştiri fikirlerin veya nesnelerin daha kaliteli ve güçlü hale gelmesini sağlar.
Kur'ân "Eğer siz kulumuza indirdiklerimize dair bir kuşku taşıyorsanız, haydi, hemen onun benzeri bir sûre getiriniz…” (Bakara, 2/23) âyetiyle insanların özgür iradelerini yok sayarak kendisine iman edilmesini istemez. Çünkü insanın kendi özgür iradesiyle kabul ettiği iman daha anlamlı imandır. Başkalarının özellikle günümüzde az da olsa yaşanan bazı devlet veya kurumların dayatması insanları inanmaktan soğutur.
Kur'ân failleri/yapanları zikretmeden tarihteki zorbalık ve dayatmaları lanetler. "Kahrolsun hendek ehli!" (Buruc, 82/4) Kimin yaptığından çok yapılanların çirkinliğini Kur'ân anlatır. Bunu tarihte Kur'ân'a inandığını söyleyenler de yapmıştır. Bu zulüm bazen çukur bazen hapishane, bazen işkence, bazen de devrin ve dönemin teknolojik şartlarına göre değişir. Fakat yeryüzünde hep vardırlar.
Filozofun "yıkаnmаk için gittiği hаmаmın pislik içinde olduğunu görmesi üzerine hаmаmcıyа: Yаnılıp dа bu hаmаmа yıkаnmаyа gelenler, dаhа sonrа temizlenmek için nereye giderler? diye sorаr" sözlerini okuduğumda arayış içinde olupta dinden uzaklaşanların nereye gideceklerini arayıp bulabilir miyiz? diye düşünmüştüm.
Batıda kilisenin yaptığı yanlışların neticesinde bilginin ve aklın önünü tıkamasından dolayı komünizm, feminizm, sosyalizm, kapitalizm gibi ideolojilerin pençesine kapıldılar.
Galileo “güneş dünyanın değil, dünya güneşin etrafında dönüyor” şeklinde o güne kadar söylenen fikirlere ters düşüncesini ifade ettiği için engizisyonda, “Kutsal kitabın sözünü yalanlıyor” iddiasıyla dini sapkınlıkla kilise tarafından yargılanmış ve ömür boyu ev hapsine mahkûm edilmiştir. Halbuki kilisenin tavrı Tanrının sözüne aykırıydı.
Büyük İskender, Diyojen’i birbiri üstüne yığılmış insаn kemikleri içinden bir şey аrаrken gördüğünde ne yаptığını sorar. O da "Bаbаnızın kemiklerini аrıyorum, аmа hаngisinin kölelere, hаngisinin bаbаnızа аit olduğunu kestiremiyorum" demiş.
Suçlu Aramak
Günümüzde problemlerden birisi de meydana gelen olaylardan herkesin işin içinden sıyrılarak çıkmaya çalışmasıdır. İşi “faili meçhule” yüklemektir. Sel felaketi olur suçlu başkası olur. Yangın çıkar fatura başkalarına çıkarılır. Deprem olur kimse evlerin fay hattında yapılmasının sorumluluğunu üstlenmez. Halbuki ortada bir yıkım varsa bu yıkımın "müsebbibi" vardır. Bazen sorumluluktan kaçmak için en kolayını buluruz. “Cesur Adam” filmindeki cesaretle acıtan ve inciten faturaların sorumlusu "takdir-i ilahî" deyip manevi açıdan rahatlarız. Çünkü faili meçhuldur. Aslında ahiret faili meçhul olayların malum/bilinen hale getirilmesidir.
Şark toplumunun temel özelliği; İşlerini kaliteli yapmayıp suçlu aramaktır. Suçlu kaderdir. Halbuki kader; Allah’ın kainata koyduğu “tekvini kanunların” adıdır. İlahî kanunların kevni dilini öğrenip uymak farzdır. Kader kavramına yanlış “anlam yüklenince” sıra söz yazarlarında; "kaderin böylesine yazıklar olsun" lar dillere pelesenk olur. Daha da ilerisine giderek dere yatağına ev yapıp, suçu iklim değişikliğine atmak anlaşılır gibi değildir. Buna da pırlantalı sözler yazmaktan geri durmadık durmuyoruz. Deprem bölgesinde küçük çocuk annesine sorar “Anneciğim! Evimiz çok güzeldi, kim yıktı? Anne gerçeklerden kaçarak “evladım! Allah’ın takdiri, Allah yıktı” deyince, çocuk olanca saflığıyla “Anneciğim! Ben de büyüyünce onun evini yıkacağım” der. Yanlış okuma yanlış anlamaya, yanlış anlama da yanlış sonuca götürür.
Kur'ân, yanlışı kim yaparsa yapsın sahip çıkmayarak eleştirir. Bu esasa Peygamberler bile dahildir. Hz. Adem'den Hz. Musa'ya. Hz. Yunus'tan Hz. Eyyüb'e kadar eleştiriye muhatap olanlardan… Bu Peygamberlerin hiçbiri başına gelen bela musibetlerden başkalarını sorumlu tutmamışlardır. Faturayı kendilerine çıkarmışlardır. Peygamberler ilahî rehberlikle krizi fırsata dönüştürmeyi becermişlerdir. Peygamberleri “şeklen” örnek alıp kuyudan çıkmayı başaramayanlar da yakınarak bahane ve mazeret üretir. Kur’ân’da bazı ahiret sahnelerine bakıldığında yaptıkları hatalardan dolayı tevbe/özür diledikleri görülmektedir. Bir de Kur'ân'da yaptıklarının faturasını başkalarına çıkaranlar genelde cehennemliklerdir. (A'raf, 7/38; Ahzâb, 33/67) Ne yazık ki suçlamalardan kurtulmak için yaptıkları itiraf ve itirazın kendilerine faydası yoktur. Kur'ân bunu bize "kusurumuz varsa itiraf edip kendimizi eleştiriye tabi tutmamız" gerektiğini anlatır. (A’raf, 7/23)
Hz. Peygamber her itiraz ve eleştiriyi kendisine veya dinin varlığına bir tehdit olarak görmez. Dikkate alır, ihtimam gösterir ve isabetliyse istifade eder. Günümüz deyimiyle “ensedeki akrebi haber verene kızıp” “hain” ilan etmez: Mesela, Tebük Gazvesi’nde şiddetli açlık çektikleri için sahâbîler: “Ey Allah’ın Resûlü! İzin verseniz de develerimizi kesip yesek ve iç yağı elde etsek olmaz mı? dediler. Resûlullah: “Peki öyle yapın!” buyurdu. Derken Ömer geldi ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü! Eğer sen develeri kesmelerine izin verirsen, orduda binek azalır. Fakat (isterseniz), onlara ellerinde bulunan azıklarını getirmelerini emrediniz ve sonra da ona bereket vermesi için Allah’a dua ediniz. Umulur ki Allah, bereket ihsan eder. Bunun üzerine Resûlullah: “Peki öyle yapalım!” buyurdu. (Müslim, Îmân 45) Hz. Peygamber kendi görüşünden vazgeçerek Hz. Ömer'in görüşünü tercih ediyor. Hz. Ömer doğru bildiğini söylemekten kaçınmadı, eksik veya yanlış bulduğu fikirlere katılmadığını söylemekten de çekinmedi. Hz. Ömer, peygamber söyledi, öyleyse bize sadece dinlemek düşer demeyen bir karaktere sahiptir. Hatta Hudeybiye'de imzalanan antlaşmaya en sert tepki gösterenlerden birisi de Hz. Ömer'dir.
Yine Hendek savaşı esnasında Hz. Peygamber, Hendekte savaş şartlarının ağırlaştığını görünce müşriklerin safında bulunan Gatafan komutanı Uyeyne b. Hısn'a sözleşme karşılığında Medine hurmalarının üçte birini kendilerine verileceğini söylemiş. Sa'd b. Ubâde ile Sa'd b. Muaz "Ya Resulallah! Bu sizin görüşünüz mu yoksa Allah'ın emri midir? Hz. Peygamber "Bu benim görüşümdür" dediğinde Sa'd b. Muaz "Ya Resulallah bu toplulukla böyle bir antlaşma yapmayınız. Bizim bunlara verecek tek hurmamız yoktur. Biz kılıçlarımızla bunların hakkından geliriz" diyerek görüşünü açıklamış Hz. Peygamber de Sa'd b. Muaz'ın fikrine katılarak antlaşma metnini yırtmıştır." (Vakıdî, Meğazî, II/479) burada sahabe "karşıt da" olsa çok rahat fikrini söylemekte Hz. Peygamber'e katılmadıklarını söylemekten çekinmemektedirler. Hz. Peygamber de istişareye ve farklı fikirlere önem verdiğinden "siz de kim oluyorsunuz!" diyerek fikirlerine itiraz edenleri azarlamamıştır.
Mesela; Bedir savaşında ordunun konuşlanması hususunda Hübab b. Münzir "Ya Resulallah! seçtiğiniz bu yer Allah tarafından vahiyle mi bildirildi yoksa sizin görüşünüz mü?" diye sorar. Hz. Peygamber kendi görüşü olduğunu söylediğinde Hübab b. Münzir buranın savaş stratejisi açısından uygun olmadığını söyleyince Hz. Peygamber onun görüşünü uygun bulur. (İbn Hişam, Sîretü’n-Nebeviyye, II/263)
Burada dikkat çeken husus sahabenin fikirlerini özgürce söylemesi ve Hz. Peygamber'in kendi görüşünde ısrar etmeyip vazgeçmesidir. Toplumsal gelişmenin dinamiği; eleştiriye açık olma ve tahammüldür. Yoksa herkes çocukların sessiz film anlatımı gibi içinden konuşur.
Vahyin indiği bir toplumda fikirlerini Peygamber'e katılmasalar da rahatça ifade etmekten çekinmeyen bir nesilden liderlerine, şeyhlerine, amirlerine, hocalarına, büyüklerine, "kayıtsız ve şartsız teslim" olan bir nesle nasıl dönüştük.
Nobel Barış Ödülü’nün sahibi Elie Wiesel; “Adaletsizliği engelleyecek gücümüz olmadığı zamanlar olabilir, ama "itiraz etmeyi beceremediğimiz" bir zaman asla olmamalı” diyerek yanlışa yanlış, kötüye kötü denilmesi gerektiğini anlatır. Yoksa toplum kötülükten kokar. Toplumda herkes yanlışın yanlış olduğunu biliyor. Fakat sessizce ve derinden seyrediyor.
Piyasada son kullanım tarihi geçmiş tarihin tozlu raflarında kalması gereken fikri dogmalarla çelişen, çatışan bir yorum veya değerlendirme yaptığınızda önünüzde hemen idarî veya adlî soruşturmayı sembolize eden sarı zarfı (şimdilere elektronik mesaj) bularak korkutuluyorsunuz. Yetmedi sosyal medya ağlarında, çanına ot tıkarcasına linç kampanyası da tuzu biberi gibi arkadan geliyor.
60 yıl önceydi. Amerika’da duyarlı siyahî bir kadın (Rosa Louise Parks) otobüste beyaza yerini vermediği için tutuklanıp para cezasına çarptırılmıştı. Bundan 53 yıl sonra yine bir siyahi, ABD Başkanı seçildi. Barışçı haklar mücadelesinin öncüsü zenci M. Luther King 1964’te Nobel Barış Ödülü, R. L. Parks da 1996’da Başkanlık Özgürlük Madalyası aldı. O ülkede zenciler bu noktaya nefretle, şiddetle, savaşla gelmediler. Sadece konuşarak ve yanlışa itiraz ederek geldiler.
Yıllar önce bir dostla karşılaştığımda kızgın bir haldeydi. Ne oldu dedim. Sorma dedi. Filan kimse çok kötü bir insan haksızlık yapıyor. Peki, kendisine söyledin mi? dediğimde o da "içimden yüzüne karşı herşeyi söyledim" dedi. Aslında doğu toplumlarının psikolojisini ortaya koyuyor. "İçinden yüzüne karşı söyleme." Tıpkı Ortaçağ’da Kurbağa Manastırı Rahibi din adına yapılan yanlışları düzeltemediğini, Rahiblerin başrahibe bakıp birkaç saniye boyunca dudaklarını oynatıyor ama ağzından tek bir ses çıkmıyordu. Aklından geçenleri kelimelere dökmeden içlerinden söylüyorlardı. Neticede manastırlarımız çökerken biz çaresizdik. Manastırlarımızı bizim üstümüze çöktü. (Perfectus, Belaslatinas, Kurbağa Manastırı, s. 44)
Nazi dönemi Almanya’sında papaz Martin Niemöller’in şu sözleri yapılan yanlışlara ses verip eleştirmemenin sonucunu şöyle anlatır: "Önce sosyalistler için geldiler, ben sosyalist olmadığım için sesimi çıkarmadım. Sonra sendikacılar için geldiler, sendikacı olmadığım için sesimi çıkarmadım. Sonra Yahudiler için geldiler, Yahudi olmadığım için sesimi çıkarmadım. Sonra benim için geldiklerinde, benim için sesini yükseltecek kimse kalmamıştı!"
Atina Halk Mahkemesinde ilk yazılı savunmayı yapan Sokrates, kendisini yargılayan hâkim karşısında "Ben Tanrı tarafından bu devlete gönderilmiş bir at sineğiyim. Ve bu devlet, koca cüssesi nedeniyle yavaş hareket edebilen ve canlanması gereken bir attır. Ben de Tanrı'nın bu devlete musallat ettiği bir at sineği gibi bütün gün boyunca her yerde sizi uyandırıyorum, hareketlendiriyorum, azarlıyorum ve ikna ediyorum. Ve eğer Tanrı sizi düşünerek bir at sineği daha göndermezse, hayatınızın geri kalanını uyuyarak geçirirsiniz” demiştir.
Kurulu düzene muhalif olanlar bir cins at sineğidir. Siz onu kolaylıkla ezip yok edebilirsiniz. Ama bu hareketiniz toplum için büyük zararlara yol açacaktır. Topluma yol gösterme işlevi gören muhalifler yok edilirse bundan ancak toplumun kendisi zarar görecektir" der.
Bundan yüz elli yıl önce Hz. Peygamberin “ümmetimin düşünsel farklılığı rahmettir” sözünü serlevha yaptığı yazısında Namık Kemal şöyle der: “…Sebep nedir ki görüş ayrılıkları üzere bulunanların imhasına kadar çalışılır… Farzedelim ki, farklı görüşlerde bulunanlar ve onların ıslah zannettikleri gerekçeler, aksine, muzır ve sakıncalı olsun; niçin onların ikna edici delilleri meydana konulup ikna ve ilzam edilecek yerde yalnız şahıslarına husumet olunuyor ve meselenin kendisi bırakılıp şahsi garezlerle uğraşılıyor…” Asırlar da geçse değişmediğimizin göstergesidir. Değişmeyen toplum da kalkınamaz. Halbuki Allah Kur’ân’da insanları baskıyla değil ikna ederek inandırır. İknaya dayanmayan iman, sahibine yeni ufuk ve imkanlar açmaz ve geliştirmez.
Son vahiy Kur’ân “zorlama dinde yoktur…” (Bakara, 2/256) diyerek beynin faaliyeti olan düşünce ve fikir özgürlüğünü koruma altına almıştır. Söz geçiremeyeceğimiz beyne kelepçe vurulmaz. Fakat ne yazık ki uluslararası endekslere bakıldığında fikir ve düşünceye ceza verenler “zorlama dinde yoktur…” sözüne inananların bulunduğu coğrafyalardır. Böyle bir coğrafyada fikir fakirliğinden dilenmeye muhtaç hale getirilmiş. Bundan da yeni bilgi üretilmez. Ali Fuat Başgil’in dediği gibi "Müsaade ediniz fikirler serbestçe münakaşa edilsin, yaratıcı tenkit rolünü serbestçe oynasın. Fikirler çarpışsın, çürükleri dökülsün, sağlamları millet hayatı için birer rehber olsun. İlim, terakki, medeniyet bundan doğar" (Başgil, Ali Fuad, İlmin Işığında Günün Meseleleri, Yağmur Yayınları, s. 255-256)
Ziyaüddin Serdar’ın dediği gibi “Düşünmeli, tartışmalı ve yeni fikirler bulmalıyız. Artık sadece Müslümanlar için değil, tüm insanlık için çareler düşünmeliyiz. Çünkü insanlık kapitalizmden, komünizmden, diktatörlüklerden çok çekti. Yeni bir alternatif üretmek zorundayız. Bunu da ancak eleştirel düşünceyle yapabiliriz. Biz yapamasak da yeni nesil bunu yapacak. Ben hala umutluyum...”
Mesela; Anadolu’da sol düşüncenin yıllarca emek, adalet, eşitlik ve özgürlük mücadelesinden geriye ne yazık ki sadece “romantizm” kaldı. Çünkü “Türk solu bugüne kadar kendine eleştirel bakmadı. Kendi kendisini doğru dürüst eleştiri süzgecinden geçirmedi. Nerede yanlış yaptım sorusunu kendine sorma zahmetine pek katlanmadı. Ya da bu yürekliliği göstermedi. Yanlışları hep kendi dışında aradı. Kabahati hep başkalarında buldu. Örneğin “emperyalizm ve yerli işbirlikçileri” nde…” (Hasan, Cemal, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım, Everest Yayınları, İst. 2016, s. 82) Bu da büyük bir birikim ve kazanımı işe yaramaz hale getirdi. Kendisini eleştiri süzgecinden geçirmeyen hiçbir düşünce, fikir ve ideoloji geleceğe taşınamaz. Fosil olarak tarihin tozlu raflarında kalır.
Mezarlıklara baktığımızda eleştirel fikir ve düşüncelerden nefret eden, yasaklayan yüzlerce despot görmek mümkündür. Kendileri toprağa karışıp yok olmuşlardır. Fakat insanlara yol göstermek için fikirlerin gücünü ve geleceğe taşınmasına engel olamamışlardır. Çünkü fikirlerin ülke sınırlarını aşma ve bütün insanlığa katkı sunma özelliği ve gücü hep vardır. Tıpkı kitapları yakılırken ağlayan bir öğrencisine İbn Rüşd’ün; “Kitaplara ağlıyorsan bil ki fikirler kanatlıdır ve uçup sahiplerine ulaşırlar. Yok, eğer Müslümanların haline ağlıyorsan, emin ol ki, tüm denizler bir araya gelse gözyaşına yetmez” dediği gibi, fikir sahiplerini hapsetmek, yargılamak, yakmak fikirleri daha cazip yapar. Sevmesek bile!