Emin olmaktan maksat kişinin yalan konuşmaması, sahtekar olmaması, yaptığı içinde dürüst olması, verdiği sözüne bağlı kalması, deruhte ettiği vazife ve görevini hakkıyla ifa etmesi, dinine, devletine ve milletine sadık olmasıdır. Birkaç örnekle konuyu açıkladıktan sonra konunun ehemmiyetine geçebiliriz. Fazla denetim imkanı olmadığı uzak bir köyde görev yapan bir İmam Hatip görevini aksatmadan beş vakit camiye gidiyorsa emin bir kimsedir. Dersine hazırlanıp zamanında dersine giren ve çıkan bir öğretmen emindir. Alışverişinde hile ve hurda yapmayan bir esnaf emindir. Devletten ihale alan veya vatandaşın işini yapan bir kimse işini hakkıyla yapıyorsa emindir. İşine zamanında giden ve hakkıyla yapan bir memur emindir. Saklaması gereken sırrı saklayan emindir. İffetini koruyan bir kadın emindir. Hastasıyla gerektiği surette ilgilenen bir doktor emindir. Devletin ve milletin çıkarını önceleyen bir idareci emindir. Bunların aksini yapan kimseler emin değillerdir.
Emin olmak hem insan olarak hem de Müslüman olarak bir kişide bulunması gereken en önemli vasıftır. Müminlerin vasıflarını zikreden âyetlerde “Onlar ki emanetlerine ve sözlerine riayet ederler” (Mü’minûn, 23/8; Maâric, 70/32) buyrularak bu vasfın önemine vurgu yapılmaktadır. Hz. Peygamber de bir hadisinde “Emaneti olmayanın imanı, ahdi olmayanın dini yoktur.” buyurarak emin olmanın Müslüman bir kimse için zaruri bir vasıf ve özellik olduğuna dikkat çekmektedir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, hadis no: 13637)
İnsanların emin olması toplum hayatında son derece önemli bir husustur. Eminlik hem huzur ve güvenin kaynağı hem de zenginlik ve refahın kaynağıdır. Bireyleri emin olmayan veya devlet erki sağlıklı çalışmayan bir toplum huzurlu ve güvenli olmayacağı gibi, istenen refah seviyesinde olması da imkân dâhilinde değildir. Kanun, hukuk ve kurallara uyan ve iktisadi olarak güvenli olan ülkeler daha zengin, refah seviyesi daha yüksektir. İsviçre küçücük bir ülke olmakla birlikte hem hukuki hem de iktisadi olarak güvenli bir ülkedir. Bu nedenle gayet zengindir. Bir doktorun asgari aylık maaşı 356 bin liraya tekabül ederken, bir öğretmenin en düşük yıllık maaşı 1.760.000 (bir milyon yedi yüz altmış bin TL), bir yıllık ortalama maaşı ise 3.800.000 (üç milyon sekiz yüz bin TL) denk gelmektedir. İsviçre’nin bankaları güvenli olduğundan dünyanın farklı ülkelerinden zenginler paralarını buraya yatırırlar. Devlet bu paraları çalıştırıp yatırıma dönüştürür ve böylece avantadan para kazanır.
Bizler, dost ve düşman herkes tarafından Muhammed’un el-Emin olarak bilinen Hz. Peygamberin ümmetiyiz, ancak Müslümanların kahir ekseriyeti diğer ahlaki değerlerini kaybettikleri veya bu değerler konusunda zayıf oldukları gibi, emanet vasfını da kaybetmiş durumdadır. Her yönden emin ve güvenli olan Müslüman neredeyse kalmamıştır. Gerek Resûlullah (s.a.v.) döneminde olsun, gerek ashabı kiram döneminde olsun, gerek daha sonraki asırlar olsun Müslümanların kahir ekseriyeti emin ve güvenli idi. Kimsenin eli ne başkasının ne de devletin malına uzanmıyor, birine milyonlarca para teslim edilince bir lira dahi kaybolmuyordu. O dönemlerde Müslümanlar hem birbirine hem de devlete karşı sadık ve emin idiler. Son zamanlarda Müslümanlar hızlı bir şekilde bozulmuş ve günümüzde emin insanlar nerdeyse kalmamıştır.
Önceki dönemlerde yaşanmış eminlik örneklerinden birkaç tanesini birlikte okuyalım:
Resûlullah (s.a.v) Mekke’den hicret ederken yolda kendilerine kılavuzluk yapması için Diloğullarından Abdullah b. Ureykıt adında bir zatı yol rehberi olarak tutmuştu. Bu adam o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Fakat Resûlullah (s.a.v.) kendisine güvendiğinden onu kılavuz olarak tuttu, develeri kendisine teslim etti ve üç gece sonra Sevr Dağı’ndaki mağarada buluşmak üzere kendisiyle randevulaştı. Bu adam da müşrik olmasına rağmen Resûlullah (s.a.v.) ile Hz. Ebû Bekir’e ihanet etmedi, kendisine teslim edilen develerle beraber kararlaştırdıkları saatte onların yanına gitti ve kendilerini kullanılmayan sahil yolundan Medine’ye götürdü. (Buhârî, “Menâkibu’l-Ensâr”, 45)
Müşrikler Resûlullah (s.a.v.)’ı kapısının önünde öldürmek için kendi aralarında bir plan kurmuştu. Ancak Cenâb-ı Allah’ın korumasıyla buna muvafık olmadılar. Resûlullah (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir ile birlikte şehirden çıkıp gitti. Müşrikler sabahleyin kalkıp durumu öğrenince bir taraftan onları yakalamak için arama tarama işine girerken, öte taraftan Resûlullah (s.a.v.) ile Hz. Ebû Bekir’in kelleleri için yüzer deve ödül koydular ve bu haberi her tarafa yaydılar. Resûlullah (s.a.v.)’ın yol delili olarak tuttuğu Abdullah b. Ureykıt da bu ödülden haberdar idi. Müşrik olmasına rağmen Resûlullah (s.a.v.)’a ihanet etmemiş ve ödülü kazanmak için onun yerini kimseye bildirmemişti. Emanet dediğimiz şey işte böyledir. Bugünün Müslümanlarının kaçta kaçı acaba bu kadar güvenli olabilirler.
Resûlullah (s.a.v.) döneminde bir kadın yatsı namazına giderken yolda biri tarafından cinsel saldırıya uğramıştı. Gece olduğundan kendisine tecavüz eden adamı tam olarak tanımamıştı. Ertesi gün camiye gidip Resûlullah (s.a.v.)’a şikayette bulundu ve ey Allah’ın Resulü, dün yatsı namazına geldiğimde filanca adam bana tecavüz etti, dedi. Gerçek fail kadının verdiği isim değildi, başkasıydı. Kadına tecavüz eden adam da o sırada oradaydı. Adam vicdanen rahatsız oldu, ayağa kalkıp suçunu itiraf etti ve ey Allah’ın Resulü, kadına tecavüz eden kişi benim, dedi. Oysa şahitler yoktu. Günümüzde olduğu gibi olayı araştırıp açığa çıkarma imkanı da bulunmamaktaydı. Buna rağmen adam hemen suçunu itiraf etmişti. Evet, kamil müminler böyledir.
Resûlullah (s.a.v.) döneminde bir kadın zina yapmış ve zinadan hamile kalmıştı. Şahitleri yoktu. Resûlullah (s.a.v.)’ın yanına gelip suçunu itiraf etti. İşlediği zina günahından temizlenmek için kendisine cezasının uygulanmasını talep etti. Resûlullah (s.a.v.) cezasını doğum sonrasına erteledi, doğum yaptıktan sonra kendisine recim cezası uyguladı.
Hz. Ömer’in hilafeti döneminde İran’ın tamamı fethedilmiştir. Nihayet İran’ın başkenti Medayin düştü. Cahiliye döneminde İran yöneticilerinde sefahat zirveye ulaşmıştı. İran ağır vergiler toplayıp sarayda büyük israflar yapıyordu. Meclislerine semaya nazire/benzetme olsun diye bin adet altın top yapıştırmışlardı. Başkent düşünce altın, gümüş ve büyük miktarda mücevherat ganimet olarak ele geçirilmişti. Hüseyin Algül’ün İslâm Tarihi adlı kitabında verdiği malumata göre İran’dan 900 (dokuz yüz) deve yükü altın, gümüş, mücevherat ve kıymetli eşya Medine’ye götürülmüştü. Yolculuk tabii olarak haftalarca sürmüştü, ancak taşınan bu para ve kıymetli eşyadan ne bir dinar ne bir dirhem ne de bir mücevher kaybolmuştu. Hz. Ömer çuvalları açınca eşyanın tas tamam olduğunu gördü, ellerini kaldırıp Cenâb-ı Allah’a şöyle şükretti: “Ey Allah’ım, bana bu kadar güvenli reaya verdiğinden dolayı Sana ne kadar şükretsem azdır.”
Hz. Ömer, zekât toplamak üzere Hz. Ebû Hureyre’yi Bahreyn’e göndermişti. Hz. Ebû Hureyre Bahreyn’den dönünce yatsı namazı için camiye gitmiş, camide Hz. Ömer ile görüşmüştü. Hz. Ömer ona ne kadar para getirdin? diye sordu. Hz. Ebû Hureyre 500 bin dirhem getirdim, dedi. 500 bin dirhem büyük bir miktar idi. Bunun için Hz. Ömer buna inanamadı, Hz. Ebû Hureyre’nin yorgunluktan dolayı yanlış rakam telaffuz ettiğini sandı ve kendisine ne dediğini biliyor musun? diye sordu. Hz. Ebû Hureyre yine 500 bin dirhem dedi. Hz. Ömer yine inanmadı ve sözünü tekrarladı. Hz. Ebû Hureyre evet, 100 bin, 100 bin, 100 bin, 100 bin, 100 bin dirhem dedi. Hz. Ömer, “Sen uyukluyorsun, dediğinin farkında değilsin, git, yat, sabah yanıma gel”, dedi. Hz. Ebû Hureyre eve gitti, sabah tekrar geldi. Hz. Ömer sorusunu tekrarlayınca Hz. Ebû Hureyre aynı cevabı verdi. (İbn Sad, Tabakât, III, s. 160)
500 bin dirhem o gün için çok büyük bir para idi. Günümüz parasıyla altın baz alınarak hesaplama yapıldığında 200 dirhem 246.500 TL’ye tekabül etmektedir. O günün şartlarında banka hesapları söz konusu değildi. Zekât görevlileriyle birlikte en fazla bir veya iki kişi olabilirdi. Görevliler isteseydi topladıkları paranın bir kısmını cebe indirebilirdi. Ancak iman kuvveti buna mani oluyordu. İnsanları güvenli ve emin kılan da imandır. Kamil iman insanı emin ve güvenli kıldığı gibi, insanın mal, para ve şehvetine kul ve köle olmasına da mani oluyor.
Hz. Ömer zekâtı toplamak üzere Hz. Muâz b. Cebel’i bir yöreye göndermişti. Hz. Muâz topladığı zekâtın tamamını getirip Hz. Ömer’e teslim etti ve eli boş evine vardı. Evine varınca eşi sen bizi hiçbir şey getirmedin mi ? diye sordu. Hz. Muâz hayır dedi. Eşi neden? Dedi. Hz. Muâz zira benimle birlikte bir murakıp vardı dedi. Hz. Muâz murakıptan her şeyden haberdar olan kainatın sahibi Yüce Mevla’yı kastediyordu. Gerçek manada kendisiyle birlikte herhangi bir murakıp yoktu. Bir mümin için murakıp olarak Cenâb-ı Allah yeterdir zaten, başka murakıba hacet yoktur. Önemli olan da insanın yaptığı her işte, ağzından çıktığı her sözde O murakıbın gözetimi altında olduğunu düşünmesi ve ona göre hareket etmesidir.
Muhammed Ebû Zehra Mezhepler Tarihi adlı eserinde şöyle bir olay anlatır: Bir gün bir kadın İmam Ebû Hanife’nin dükkânına gelir. Adamın biri kadına zekât veya sadaka olarak bir parça kıymetli kumaş vermiş, kadın bu kumaşı İmama satmak istiyordu. İmam kadına sen bunun fiyatını bilmiyorsun, git, bir adam getir, o senin için bunu satsın, der. Kadın gidip bir adam bulup getirir. Adam da kumaşın kıymetini bilmediğinden İmama bu kumaşı sana 10 dirheme satıyorum, der. İmam hayır, bu kumaş daha pahalıdır, der. Adam öyleyse 20 dirheme al, der. İmam hayır bu kumaş daha pahalıdır, der. Adam öyleyse 30 dirheme al, der. İmam hayır bu kumaş daha da pahalıdır, der. Adam öyleyse 40 dirheme al, der. İmam hayır bu kumaş daha da pahalıdır, der. Adam öyleyse 50 dirheme al, der. İmam, tamam 50 dirheme satın aldım, bu kumaşın gerçek kıymeti de budur, der.
2013’te Doktora hocam olan Prof. Dr. Abdullah ÇOLAK Hocamı Kutlu Doğum için konuşmacı olarak Elazığ’ın Sivrice ilçesine davet etmiştim. Konuşmasında şöyle bir örnek vermişti: Çocukluk dönemimde babam bağımızdan üzün koparıp kasalara koyar ve ihtiyaç sahipleri ihtiyaçlarını alsın diye kasaları çeperlerin üstüne bırakırdı. İhtiyaç sahipleri de gelip ihtiyaçları kadar alırdı. Bir gün babama, bu kasaları çeperlerin üstüne koyarsın kimse gelip hepsini alıp götürmüyor mu ? dedim. Babam, oğlum, biz kimsenin malını çalmadık ki başkası da gelip bizim malımızı çalsın, diye cevap verdi.
Önceki dönemlerde İstanbul’da üstü biraz uyulmuş sadaka taşları vardı. Zenginler bu taşlara sadaka ve zekâtlarını koyar, fakirler de gece gelip ihtiyaçları kadar alırdı.
Mukayese etmek için günümüzden de birkaç örnek verelim:
Vaz için cezaevine giden bir hoca efendi şöyle bir olay anlatmış: Bir gün hapisteki mahkumlarla tanıştım. Onlardan biri bilgisayar mühendisi olduğunu söyledi. Kendisine öyleyse burada ne işin var? Nereye gitsen iyi bir maaşla iş bulabilirsin, dedim. Adam şöyle dedi: Bir ay boyunca neden şu kadar maaş için çalışayım, bir gecede Avrupa bankalarının şifrelerini kırıp yüzbinlerce hatta milyonlarca parayı kendi hesabıma aktarıyorum.
2004 ile 2006 yılları arasında 2.5 yıl civarında Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesinde vaiz olarak görev yapmıştım. Bir gün sebze haline gitmiştim. Hal esnafından birinin çelik kasası çalınmıştı. Evet, gece sadaka taşlarından bir lira dahi alınmayan bir dönemden işyerlerinden para kasalarının çalındığı bir döneme geldik.
Bundan (03.10.2024) takriben 40 gün önce Diyarbakır’ın bir köyünde acı bir olay yaşanmıştı. Henüz faili ve öldürme nedeni resmi olarak kamuoyuna açıklanmayan 8 yaşında Narin adında masum bir kız çocuğu öldürülmüştü. Bu kızın kim tarafından öldürüldüğü elbette ki birçok kişi tarafından bilinmektedir. Fakat ne fail suçunu itiraf eder, ne de cinayetten haberdar olanlar doğru ifade verirler. Evet, ne kadar acı ve ne kadar garip olay ve hadiseler yaşamaktayız.
İhanet çok çirkin ve oldukça vahim bir eylemdir, bazen bir ailenin yıkılmasına sebep olurken, bazen de bir ordunun muharebe meydanında hezimete uğramasına sebep olabilmektedir. Günümüzde güçlü gayrimüslim ülkeler içimizdeki hainlerden yararlanarak Müslümanları içerden yıkmaktadırlar. Esefle ifade etmeliyiz ki günümüzde para ile satın alınabilen Müslümanların veya Müslüman görünümlü insanların haddi hesabı yoktur. Mossad’ın İran’ın bazı bakanlıklarında ve Hizbullah’ın içinde ajanlarının olduğu söylenmektedir. Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah’ın da İsmail Heniye’nin de bu ajanlar vasıtasıyla öldürüldüğüne dair bazı yorumları yapılmaktadır. Ne yazık ki bu ajanlar Yahudi değildir, yerli halktandır; ya Müslüman veya Müslüman görünümlü kimselerdir ki bunlar parayla satın alınmıştır. Oysa Müslüman bir ülke istese de Amerikalı veya İngiliz yahut başka bir ülkenin bir insanını parayla satın alıp kendi milletine ve devletine karşı kullanamaz.
Suudi Arabistan’ın eski krallarından Kral Faysal de kendi yeğeni tarafından öldürülmüştü. O sırada İsrail ile Araplar arasında savaş olmuştu. Bundan dolayı Kral faysal diğer Arap devlet başkanlarının desteğini de alarak ABD ve Avrupa’ya petrol ambargosu uygulamıştı. ABD ambargonun kaldırılması için dışişleri bakanını Kral Faysal’ın yanına göndermiş, ancak kral bunu kabul etmemişti. Bunun için o sırada Amerika’da okuyan Faysal adında bir yeğenini ayarlamış, muhtemelen kendisine büyük miktarda para vermiş ve birtakım vaatlerde bulunmuştu. Yeğeni Faysal da memleketine dönmüş ve bir yemek toplantısında öz amcası Kral Faysal’ı öldürmüştür. Bu olay 25 Mart 1975’te cereyan etmiştir.
Evet, İslâm ülkelerinde öz amcasını dahi katledecek kadar hain insanlar var oldukları sürece, ABD veya diğer güçlü küffar ülkeleri, İslâm ülkelerinde at koşturmaya ve Müslümanları birbirine düşürmeye devam edeceklerdir. Cenâb-ı Allah, Müslümanlara önce hakiki iman şuuru, sonra da ümmet şuuru ihsan eyleyip Müslümanları, makam mevki, şan şöhret ve paraya kul ve köle olmaktan halas eylesin.
Selam ve dua ile.