Uzun zamandır 2010 yılından beri bu köşede bir şeyler karalıyorum. Paylaşım yaptığım köşem, bana yer ayrılmış sohbet odası gibi. Dertleşmek, konuşmak, paylaşmak için içimden geldiği gibi yazıp çiziyorum. İlgi duyan, merak eden takip ediyor, okuyor, birkaç yorum yazılıyor ben de mutlu oluyorum. Duygusallıktan da olacak yaş elliye doğru yaklaşınca arada bir mazinin derelerine iniyor zihnime, hayalime, kalbime dokunanları yoklamaya gidiyorum. Dertli türküleri dinlerken yine maziye doğru bir yolculuk yapıp kırk sene evveline kadar uzandım. Bu yolculuğa bir rota vererek eskilerin dostluğuna kadar vardım.
Benim ilk çocukluğum Erciş’te geçti. Büyük bir şans olarak o yıllarım dolu dolu idi ve hareketli bir yaşama tanıklık ediyordum. Babam yaşında olan kişilerle muhatap oluyor, onların hikâyelerine küçük bir figüran oluyordum. Belki televizyon az izlendiğinden, akıllı telefon olmadığından sosyal etkileşim daha canlı, daha gözle görülür ve daha yaşanılır idi. İnsan insanın yükünü alır, derdini götürürdü. Gözümde ve gönlümde sahnelenen bir dostluk vardı. Kurulan dostlukların sıcaklığı aile bireylerini sarardı. Arkadaşlık ne imiş, birbirinin imdadına koşmak ne imiş, günle ferahlık vermek ne imiş şahit olur, anlar ve buna göre bir hürmet ve saygıya dayalı bir edebi kazanmış olurduk.
Dostlukta üç önemli hususiyet vardır. "Birlikte düşünmek, beraber hissetmek ve hemhâl olmak” Eskiler bu üç hususiyeti ve özelliğe çok dikkat ederdi. Bu üç özellikle etrafında halkalanan dostluğa örnek ne gördüm diye sorulursa Kuyumcu Ahmet ismi ile maruf Ahmet Deniz ustamı örnek vererek başlayayım. Benim ustam idi çünkü ilkokulda okurken tatillerde kendisinin yanında çalışırdım. Çalışmak demeyelim de bulunurdum. Kuyumcu dükkânında ne yapabilirdim ki, gelene hoş geldiniz der, ortamı temiz tutmaya çalışır el ayak işlerini hallederdim. Kuyumcu Ahmet Ustanın benimle olan muhatap şeklini çok severdim. Sevip okşanacak veya dükkânda duran bir çocuk gibi değil önem verdiğini, değerli gördüğünü belli eden iletişimi vardı. Anlamaz, bilmez, elinden gelmez, acemi daha çocuk durumuna beni hiç sokmadı. İşi olduğu zaman tam bir güvenle 10 -11 yaşındaki bir çocuğa dükkânı teslim ederdi. Bana gerçekten bir özgüven aşılamıştı. Kuyumcu Ahmet Usta ile ilgili faslı uzatmayayım. Kuyumcu Ahmet Ustanın çok kıymet verdiği bir arkadaşı vardı. Derler ya ölümüne dostluk aynen öyle. Söze sadık olmak ve vefa nedir görünen bir dostluk. Aklımda kaldığı kadarıyla Kuyumcu Ahmet Usta ve dostu çok önemli bir işi için sözleşmişler ama o gün için arkadaşının yeni doğan çocuğu vefat ediyor. Evlat tabi üzülüyor, içi yanıyor. O ilk şok atlatılıyor, çocuğun defin işleri için hazırlık yapılıyor. Ama söz verilmiş bir buluşma ve halledilmesi gereken önemli işler var. Dostu, ağabeyine ”Bu vefat eden benim çocuğum, senin de yeğenin sen de baba yarısısın. Gereğini sen yap.” der. Verdiği sözü gerçekleştirmeye gider. Tabi bu durumdan Ahmet Ustanın haberi olmaz ve arkadaşı minnet duygusu altına girmesin diye de hiç bahsetmez. Daha sonra Ahmet Ustam sonra duyar ne hissetmiş ne demiş orasını pek hatırlamıyorum.
Vee Nejdet Hoca, geçen sene 28 Haziran 2020 de vefat eden emekli öğretmen Nejdet Özalkan Hocam. Vefatından bir hafta önce babalar gününde telefon açmıştım. Meğer bizim son görüşmemiz olmuş. Uzun uzun konuşmuş sohbet etmiştik. Tüm aile fertlerini tek tek sormuştu. Vefat haberini aldığımda çok üzülmüştüm. Babamdan koku olan bir insandı. Erciş’te iken ailemizin içinde olan bir tatlı sohbetiyle, ilgi ve alakasıyla ruhumuza insan sevgisini aşısını yapan mümtaz bir şahsiyetti. Babama hep omuz veren, babamın gençliğine anlam katan, arkadaş çevresinde hayat neşesi olan karizmatik bir dost idi.
Nejdet Özalkan Hocamın yakın çevresi ile ilgili güzel hatıralar biriktirdi. Onun dostluğundaki insani zarafetine, inceliğine şayeste bir anı paylaşayım. Arkadaşı binbir zorlukla ev yapar ve taşınır. Ev boş gibi bir şey, mutfakta sadece bir ocaklı piknik tüpü var. Nejdet Hoca, öğlen eve gidiyor. “Hayırlı olsun, güle güle oturun vs hele yenge sen ne pişirmişsin?” der o sırada evin eksiğini hemen not etmeye başlar. İlk temel ihtiyaçları tespit eder işim var gitmem lazım diye ayrılır. Nejdet Hoca, Kuyumca Ahmetle birlikte bir üç tekerli arabayla not ettiği eksikleri gönderir. Bu dostların böyle gönülden bir incelikle muamelelerini çok vardı. Dostluk bağlarının soğuduğunu hiç görmedim. Kendi için değil dostu için yapmayı şiar edinmişlerdi.
Hayatı yaşanılır kılan, anlamlı hale getiren en önemli unsurlardan biri de kurulan dostluklardır. Ne doğranırsa aşına, o çıkar karşına kabilinden ben de şahit olduğum, yaşadıklarımı örnek almaya çalıştım. Ancak bizden önceki neslin dostluğunu bu zaman da bulmak zorlaştı. Ruhumuza nefes olan, hayat yelkenimize rüzgâr, çıkmazdan alan el dostluklar kurmada bizden öncekilere yetişemiyoruz. Bunun açığını paralı dost psikologların kapısında, yeşil reçeteli haplarda aramaya çalışıyoruz.
Dostlukla tarih sayfalarına nakşolmuş örnek şahsiyetleri de hatırlayıp noktayı koyayım. Yavuz Sultan Selim Hasan Can gibi. Dostlukta olması gereken özellikleri anlatan tarihin şanlı mazisinden Yavuz ve Hasan Can’dan bir hikâyecikle bitireyim. Rivayete göre Mısır seferine çıkacakları gün kayıkla Üsküdar’a geçerken, Sultan, yoldaşına takılarak; “Hasan Can kahvaltı yaptın mı?” diye sorar. Hasan Can, “Beli (evet) sultanım!” cevabını verir.
“Yumurta seversin değil mi? diye soran Sultan’a Hasan Can; “Beli sultanım!” der. Aradan yıllar geçer. Yollar, yıllar savaşlar ve zaferlerden sonra nihayet Mısır seferinden dönerken İstanbul’da yine sandalla bu kez Sarayburnu’na dönerken Sultan Selim ansızın Hasan Can’a döner; “Nasıl bre?” diye sorunca cevap ışık hızıyla gelir: “Rafadan sultanım!”
Bu da Sultan ve Hasan Can’ın ‘birlikte düşünmek, beraber hissetmek ve hemhâl olmak’ neymiş bunun maziden bir örneği olarak burada durmuş olsun.
“Sadık dost ol, sadık dost bul,
Hak dostudur sadık her kul!”