Adamın birisi başka imkanı olmadığından dolayı uzun yıllar sahibi olduğu devesiyle taşımacılık yapmış. Devesini bazen binek olarak kullanırken bazen yüklerini taşıtır. Bazen de hem yük yükler, yükün üstüne kendisi de binermiş.
Deve deyip geçmeyiniz. Devenin hem sütünden, hem etinden, hem kemiklerinden, hem derisinden hatta sıcak çöl ikliminde gölgesinden bile istifade edilir. Şunu da ilave edelim devenin gübresinden bile istifade edilir. Daha da yetmedi hörgücünde depolanan yağ ve sudan ihtiyaç zamanlarında istifade edilir.
Her canlı gibi yaşlanan deve yolun sonuna gelmiş. Artık öleceğini anlayınca;
"Sahibimi çağırın da helallik vereyim" demiş.
Devenin sahibi kendinden emin bir şekilde: "Ne hakkı varmış ki bende?’ demiş. Demiş ama yine de merak etmiş.
Dayanamayıp devesinin yanına gitmiş. "Ne hakkın var ki bende?’ diye sormuş.
Deve yılların hüzün, acı ve kederlerini hatırlayarak: Öyle deme! Benim taşıma gücüm belliy ken, sen bunun iki katı çuval yüklerdin bana. Hatta bazen üç kişi binerdiniz. Olsun, bu hakkımı helal ediyorum sana.
İkinci olarak; benim günlük 10 kilogram yiyeceğe ihtiyacım varken, sen hep 8 kilogram verir kalanı vermezdin. Tasarruf yapıp depolardın. Bu hakkımı da helal ediyorum.
Benim yürüme kapasitem belli, tarzım ortada fakat üç günlük yolu iki günde gitmem için sopayla döverdin beni. Bu hakkımı da helal ediyorum.
Hatta bir yavrum olmuştu. Onu kesmiş, misafirlerinle bir güzel yemiştiniz. Ne de olsa insana verilen bir ayrıcalıktır bu. Bu hakkımı da helal ediyorum.
Amma! bir hakkım var ki onu asla helal etmeyeceğim.
Mahşerde bunu senden soracağım. Sahibi meraktan kendisini alamayıp bir an önce söylesin diye sabırsızlanıyordu:
Nedir o? dedi. Deve de yılların biriktirdiği hüzünle cevap vermiş: Her seferinde ben yolu bildiğim halde, çölde kum tepelerinin yol açtığı bütün olumsuzluklara rağmen yolu kaybetmiyordum. Bir defa gittiğim yolu Allah'ın bize verdiği imkânla kaybetmeden yürüyordum.
Tıpkı gemilerdeki pusula gibi siz akıllı insanlar yollarınızı kaybederken bile bizim peşimize takılır gideceğiniz yeri kolayca bulurdunuz. İşte beni yaralayan ve hakkımı helal etmeyeceğim olay şudur:
Uzun süren yolculuklarda tüm yükü ben taşıdığım halde, yularımı eşeğin eğerine takardın ya, işte bu beni yaralardı. Yürümesini bile beceremeyen kervanın önündeki eşeğe katlan katalanabilirsen. Allah'tan reva mıdır? Bizim etimiz, sütümüz, yağımız, derimiz, kemiklerimiz, bizi ayakta tutar gölgemizde istirahat eder, tırnaklarımız ve hatta gübremizinden bile istifade ederken eşeğin peşine takılmak çekilecek gibi değildir.
Beni eşeğe mahkûm ederdin ya işte bu husustaki hakkımı helal etmeyeceğim!
Bu bir hikayedir. Bundan alacağımız hisse nedir? İşe yarayanın işe yaramayanın peşine takılması, bilgi sahibinin bilgiden nasibi olmayanın peşine takılmasını anlatır. Bu da anlaşılır gibi değildir. Çünkü insanlık tarihiyle eş olan vahyin geliş gayesi toplumda herkesi eşitleyecek; hiçbir zümreye, şahsa, kuruma imtiyaz vermeyerek sadece bilginin söz sahibi olmasını sağlamaktı. Çünkü bilginin otorite kabul edildiği toplumlarda kişilerin ve zümrelerin dayatması aza iner.
İngiltere'nin Yemen'in San'a Eski Büyükelçisi Jane Marriot'un, Arap dünyasındaki eğitim hakkında raporu şöyledir: "Ülkenin en zeki öğrencileri tıp ve mühendislik okuyorlar.
İkinci derece mezunlar ise iş idaresi ve iktisat gibi bölümlere giderek birinci derece mezunların yöneticisi oluyorlar.
Üçüncü derece mezunlar ise siyasete yöneliyorlar ve ülkenin siyasetçileri olarak birinci ve ikinci derece mezunlara hükmediyorlar.
Fakat eğitimde tamamen başarısız olanlar ise ordu ve emniyete katılarak siyaset ve iktisata tahakküm ederek, darbelerle onları mevkilerinden indirip, isterlerse öldürüyorlar.
Gerçekten dehşet verici olansa asla hiçbir okula gitmeyenler parlamentoya seçiliyor, kabile şeyhlerini kullanarak herkesin onlara itaat etmesini sağlıyorlar. Hatta din adamı olup birinci, ikinci, üçüncü derecede mezunları meşruiyeti olmayan "fetvalarla" yönetebiliyorlar."
Kur’an-ı Kerim bütün toplumlarda rehberlik yapacak olanların fazilet, erdem, bilgi ve âkıl sahibi insanların olması gerektiğini şöyle anlatır: “Sizden önceki nesillerde, dünyada fesat ve düzensizliği menedecek, böylece onları helâk olmaktan koruyacak idrâk ve fazilet sahipleri bulunmalı değil miydi?..." (Hud, 11/116)
Ayette özellikle yeryüzünde toplumsal çürümeye, yozlaşmaya, bozulmaya karşı direnecek akıllı ve erdemli kimselerin az olduğu ifade edilmektedir. Ayette “ûlu bakiyye” fazilet, âkıl, ilim, erdemlilerin toplumu geleceğe taşıyacağından söz eder. Toplumda bilgi sahibi olanlar rehberlik yapıyorsa toplum kalkınır. Erol Güngör'ün dediği gibi medeniyeti âlimler kurar. Toplumu ileri götüren "vatandaşlar" değil, trendeki lokomotif misali karar verici konumundaki "bilgiyle donatılmış" uzmanlardır. Toplum "aşağıdakilerin" yukarıdakileri tahrik ve teşvikleriyle değil, "yukarıdakilerin" üreteceği fikirler, projeler, ortaya koyacağı verimlilik ve master planlar sayesinde dünyadaki ülkelerle yarışır hale gelir.
Cezayir'li düşünce insanı Malik b. Nebi, Müslümanların fikir üreterek ve okuyarak "sömürgeleştirilmekten" (isti'mar) kurtulmaları gerekir. Yoksa başka kültürler tarafından "sömürgeleştirilmeye" devam edilirler. Ürettikleri silahları İslam coğrafyasında denemeyi sürdürürler der. Bilgi çağında geldiğimiz nokta bilgi üretenlerin üretmeyenleri yönettiğidr. Bilgi üretmeyenlerin üretenlere mahkûm, medyun/borçlu ve mahçup olduklarıdır.
Ali Şeriati de cehaletin kutsanması, öğrenilmesi ve okutulması Müslümanları götüreceği süreç "istihmar" dır der. İstihmar "eşekleştirilme" yani gelenin bindiği gidenin de bindiği haldir. Halk irfanında geçtiği üzere "eşek" olanın bineni çok olur.
İlim adamlarının olmazsa olmaz vasfı sivil oluşudur. Çünkü sistemle bağı olan ilim adamı sistemin payandası olmak zorunda bırakılıyor. Sistemin yanlışlarına "fetva" yayınlamaktan kendini alamıyorlar. İmâm-ı A'zâm'ın "resmi görev" kabul etmediği için zindanda işkence edilerek öldürülme sebebi Emevi iktidarının zulmüne ortak olmamasıdır. Bazen kitap yazmak değil "duruş" ve "tavır" takınmak" daha etkileyicidir. Tıpkı Sokrates gibi. Sokrates hiç kitap yazmadı. İslam Coğrafyasının bugün imâm-ı A'zâm'lara ve Sokrateslere ihtiyacı var. Veya flim repliğinde geçtiği üzere "insanlar ikiye ayrılır; boynuna ip geçirilenler ve boynundaki ipi kesebilenler" diye. Boynuna ip geçirmeye bazen gönüllü olunabiliyor.
Sistem eleştirisi yapan bir gurup akademisyene siyasetçinin yaptığı itiraz "be kardeşim! bunlar "bütçeden" para alıyor. Hangi cüretle bu eleştiriyi yapıyorlar?" şeklindeydi. "Ekmeğini yediğinin kılıcını da sallamalıydın." Ya hakikat söylenmediğinde ne olacak!
Bilginin sisteme veya devlete bağımlı olması, bilgiyi hem denetlenir hem de kontrol edilir hale getirir. Bu da bilginin gelişimine engel teşkil eder. İnsan beynine sınır koyarak "senin sadece şunları şunları düşünmeni istiyorum" demek insana yapılabilecek en büyük saygısızlıktır. Bu davranışı başka bir canlıya yapsanız bile yadırganır. Hâlbuki Kur'ân insanların düşüncesine sınır koymaz. "Akletmez misiniz?" ifadesinde sınır yoktur.
İslam coğrafyasında âlimler "iktidar mütefekkirleri/resmi görevli/memurları" yapılarak "sivillikleri" ellerinden alınıp güçsüzleştirilince toplum nezdinde "güven" ve itibarlarını kaybettiler. Kutsal metni "araçsallaştırarak" makam ve para kazandılar. İlham verecekleri insanlar da "başka kapılara" yöneldiler. Teknololjide büyük oranda batıdan aktarma olduğu gibi bilgide de tercümeyle ayakta kalmaya devam ediyorlar.
Sistem tarafından sınırları çizilen sahada oynamak zorunda bırakılan "âlimler" kırmızıçizgiyi geçtiğinde "kırmızı karta" muhatap olup bir kısmı tıpkı Osmanlı'da üç şeyhü'l-İslâm idam edildiği gibi cezalandırıldı.
Taşıyıcısı oldukları bilgi, dini düşünce devlet tarafından denetim ve baskı altında tutulduğu için insanlar başka kapılara/arayışlara yöneldiler. Bu boşluktan yağın, peynirin, sucuğun tahşişlisi/sahte/ aldatıcısı çıktığı gibi "âlimin" de sahtesi türedi. Bilgisayar gibi bilgiyi depolayıp bakkal gibi nakletti. Hatta bilginin kritik ve eleştirisi yapılmadan sadece matbu kitapta yazılması bilginin doğruluğu için yeter sebep kabul edilir oldu. "İnanmıyorsan kitaba bak" retoriğiyle insanlar aldatıldı. Hâlbuki bu isimlendirme sadece "Kur'ân'a" mahsustur. Beşer şaşar. Bilgisi eskir. Eskimiyen ve solmayan vahiydir.
Hz. Peygamber'e ilk tebliğinden sonra engellemek için yapılan teklif "makam, para ve kadındı." Bu teklifi yapan Mekke'nin ileri gelenleri insanların psikolojik zaaflarını iyi tespit ediyorlardı. Tarihi süreçte Nebi'nin ümmeti (bazıları istisna) masa, kasa, nisa zaaflarının kurbanı oldular, olmaya da devam ediyorlar.
Tarih boyunca âlimleri "sultanların sözcüsü" yapan hususlardan birisi pragmatizm menfaat teminidir. Geçmişte âlimler geçimlerini sağlamak için serbest çalışırlardı. Hatta isimlerinin sonuda da yaptığı meslekle anılırlardı. Ğazzal/yüncü/iplikçi, zeccac/camcı, kaffâl/kilitçi, cessas/kireççi vb… Mesela; Cessas kendisine iki defa teklif edilen "başkadılık görevini" kabul etmemiş, Emevi halifelerine, özellikle de Yezid, Abdülmelik, Velid ve Hişam'ı zulümlerinden dolayı ağır şekilde eleştirmiştir.
Âlimler bazen de geçimlerini sağlamak için ticaret yaparlardı. Daha sonraları bu meslekleri terkedip "resmi görev"le "resmileşen" âlimler kendilerini kendi elleriyle "prangaya" vurdular. "Ekmeğini yediğinin kılıcını da salladılr, sallıyorlar."
Tarihe bakıldığında sultanların sofrasında oturan âlimlerin fetvalarına insanlar itibar etmemişlerdir.
Selçukluların kurduğu Nizamiye medreselerinin durumunu öğrenen âlimler "bilgi asalet sivilliğini kaybedip resmileşti, devletin hegemonyası altına girdi. İlmi özgürlük öldü" diyerek "cenaze namazı" kıldıkları rivayet edilir. Ki yönetime gelen liyakat ve ehliyetten nasipsiz yöneticinin yanıbaşında başı eğik mahçup şekilde duran âlimleri görmek mümkündür.
Gazzali “halkın fesadı, sultanın fesadındandır. Sultanın fesadı ise âlimlerin fesadındandır. Bunların fesadı ise mal ve makam sevgisinin galip gelmesindendir” diyerek bileşik kaplara benzer farklı bir tespitte bulunur.
Bir diğeri de konformizmdır. Âlimler içinde yaşatıldıkları şartların esiri haline getirildiler. Konuşması gerektiği yerde sükûtu tercih ederek "neylersin hanede evlâdu iyâl var" diyerek yapılan yanlışların devamını susarak kabullendiler.
Mehmet S. Aydın, bilgi ve siyaset ilişkisini şöyle anlatır: "…İslam dünyasında siyaset, bilgiyi ve düşünceyi kendi kullanımı için daraltıp güdükleştirmiştir. Siyaset genellikle bilgi dünyasındaki zenginlikten hoşlanmaz. Çünkü bilgiyi denetim altında tutamama gibi bir korkuya kapılıyor.
Siyaset asırlarca denetleyebileceği tarzda bilgi üretimine imkân tanıyarak diğerlerini bir kenara itti ve denetleyebileceği bilgiye hakikat nazarıyla baktı. Üstelik bunu da büyük bir kıskançlıkla korudu. Çünkü herşey onun içindeydi. İnsanların farklı düşünmesine başka fikirler üretmesine gerek kalmıyordu. "Akıl tutulmasının" kaynağı buydu. Sınırlamayı gören akıl sınırlamayı ve sınırlanmaya alışıyor. Hâlbuki batıda çağdaş bir araştırmacı, araştırması kendisini nereye götürürse oraya kadar gider.
Batıda orijinal bir düşünceniz varsa teşvik görüsünüz, oysa İslâm dünyasında farklılıklar hâla ciddi bir sorun teşkil ediyor…"
Bugün İslam coğrafyasında işlenen zulümlerden yapılan dayatmalara kadar âlimlerin "fetvaları" rol oynuyor. Hatta demokratik olmayan "emirliklerin ve dikta yönetimlerin" payandası başında beyaz sarık bulunan âlimlerdir. Suriye'deki savaştan Afganistan'daki insanlık dışı baskı ve dayatmalara kadar siyasilerin verdiği kararların arka planında âlimlerin fetvaları fonksiyon icra etti ve ediyor. Âlimlerin fetvalarında yaşatmayı değil "ölme ve öldürme kültürünü" öne çıkarmaları gençler arasında ihtihar komandolarının sayısını hızla arttırmaktadır.
Halk irfanında geçtiği üzere etin bozulmaması için et tuzlanır. Ya tuz bozulursa ne yapacaksınız. İnsanlar bozulunca âlimlerin nasihatleri ve yol göstermeleriyle düzelirler. Ya âlimler bozulursa ne yapacaksınız.
Mesela; Mısır Eski Müftüsü Ali Cuma, Mısır’daki darbe karşıtlarını ''hariciler (topluma kökten karşı gelen sapkınlar)'' olarak tanımlayarak kanlarının dökülmesinin dinen meşru olduğunu savundu. Darbeci devlet başkanı Abdulfettah Sisi ve kuvvet komutanlarına hitaben ''Elinden geldiğince sert vur, sakın askerlerinin bu hariciler için ölmesine izin verme. Korkma, din seninledir, Allah seninledir, Resulü seninledir, müminler ve halk seninledir. Cennet onları öldürenler içindir. Mısır'ı hak etmiyorlar, biz onların Mısırlı olmasından utanıyoruz. Ülkemizi bu aşağılıklardan temizlemeliyiz. Dışları da içleri de kötü kokuyor, Peygamberimiz bizi bu gibi kişiler hakkında uyarmıştı" ifadelerini utanmadan kullandı.
Hâlbuki âlimlere yakışan, siyasilere mesafeli durup hakikatı söylemeleridir. Yoksa sarayların eşiğinde el-etek öpme "bilgiye" yapılacak en büyük kötülüktür.
Bilginin Rehberliği Öncelikli Olmalıdır
İlahi vahyin yeryüzüne ilk seslenişi "oku" dur. Asırlardır insanların mahrum kaldığı bu ses, ekonomik imkansızlığın, savaşların, zulümlerin, mağdur ve mazlumların çığlıklarının yaşanıp fakat kulak verilmediği bir zeminde yankılandı. Niçin bu ses? Niçin iman edin, namaz kılın, oruç tutun, hac yapın değil de "oku" dur.
Bu soruya verilecek cevap şudur. Hikâyede geçtiği üzere eşeklerin peşine takılmama. Bir de bazı temel problemler var, onları çözdüğünüzde onun çözülmesiyle beraber birçok problem kendiliğinden çözülmüş olur.
İşte bilgi problemi bunlardan birisidir. Bilgi problemini çözdüğünüzde buna bağlı olarak toplumsal ihtilafı, fakirliği, üretimsizliği, işsizliği, baskı, dayatma, despotizmi, kavgaları çözersiniz. Bir başka ifadeyle bu gömleğin ilk düğmesini doğru veya yanlış iliklemeye benzer. İlk düğmeyi nasıl iliklerseniz diğer düğmeler ona göre ayarlanır.
Ana sorun olan bilgi problemi de çözüldüğünde başka tali problemleri de çözeriz. Bundan dolayı Kur'ân bilgiye yoğunlukla yer verir.
Kur'ân ilk insan ve ilk Nebi olan Âdem babamızın meleklerden "üstünlüğünü" bilgiye bağlar. "…Senin bize bildirdiğin dışında bir bilgimiz yoktur…" (Bakara, 2/32) âyeti bilgi sahibi olanla olmayanın farklılığı ilk insanda bile kendisini gösterir.
Yine Kur'an Allah'ın tek olduğuna hem kendisi şahitlik eder hem de buna "bilgi sahiplerini" şahit tutar. "…Hak ve adaleti gözeten ilim sahipleri O'ndan başka Tanrı olmadığına şahittir…" (Âl-i İmrân, 3/18)
İnsana en büyük iyiliği rehberlik yaparak gösteren vahiy üstünlüğün tek ölçütü olarak da bilgiyi işaret eder. "…Allah, içinizden inananlarla kendilerine ilim verilmiş olanların derecelerini yükseltsin…"(Mücâdile, 58/11)
Bunları söyelemekte maksadım; vahyin öncelikleriyle bizim önceliklerimizin çakıştığı mı çatıştığı mı hususunu bilmektir. Ne yazık ki vahyin "önceliğiyle" bizim "önceliğimiz" çakışmıyor çatışıyor. Günümüz insanların ihtiyaç listesinde bilgi 247. sıradadır. Bunun sonuçlarını cehaletin dini yüzeyselleştirdiği görüntü/şekle ve ezbere dönüştürdüğüyle görüyoruz.
Mesela; PİSA (Program for International Student Assessment-Dünyanın en güvenilir öğrenci ölçme sistemi) sonuçlarına göre, 63 ülke arasında en son 43'üncü sıradayız. İlk yüze giren üniversitemiz yoktur. İslam dünyasındaki nüfusun yüzde 55’inin okuma-yazma dahi bilmediği gerçeği yüreğimizi acıtıyor. OECD ülkelerinde millî gelirden eğitime ayrılan payın ortalaması yüzde 5.2 iken, bu oran İslam dünyasında yüzde 1’i dahi bulmuyor. Allah'ın "oku emrine" rağmen bu manzaranın izahı zordur. Anlaşılan kimsenin Allah'ın emrini de (haşa) taktığı yok.
Halbuki Allah "siz Beni anın ki Ben de sizi anayım!..." (Bakara, 2/152) âyetiyle Allah insan ilişkisinin çift kutuplu olduğunu anlatır. Bir başka âyette "…siz Bana verdiğiniz sözde durun ki Ben de size olan vaadimi tamamlayayım…" (Bakara, 2/40) diyerek Allah ile olan ilişkimizdeki boyutunun öncelikli olarak hareketin "insandan" başlaması gerektiğini anlatır.
Konumuza dönersek mesela; bugün dünyada bile bilgiye sahip olanla olmayanların aynı olmadıklarını bilmek için küçük bir gözlem yapmak yeterlidir. Kullanmadan duramadığımız hayatımızın ayrılmaz parçası haline gelen cep telefonları bilginin teknolojiye dönüşmüş "plastik" mamülleridir. Niçin özellikle plastiğe dikkat çektim. Çünkü Aynı miktardaki normal plastik ile bilgi sayesinde telefona dönüşen plastik aynı değildir.
Rahmetli annem temmuz sıcağında kendisine buzdolabından soğuk su ikram edildiğinde "Allah, bu aleti icat edenden razı olsun" derdi. Çünkü temmuz ayında soğuk su içmek için ya yaylaya çıkacaksınız veyahut yayladan getirilen karı eritip içeceksiniz.
Yine bugün evlerimizde kullandığımız televizyondan ütüye, buzdolabından fırına, klimadan elektrikli süpürgeye kadar onlarca cihaz bilgi sahibinin ürettiği bilginin sanayide teknolojiye dönüşmüş halidir. Teknoloji hususunda önümüzdeki yıllar çok şeye gebedir.
Kimisi teknolojiye hayret eder kimisi de hayran kalır. Devlet olarak "bağımsız" bile olsanız bilgi teknoloji üretemiyorsanız kendinizi "bağımlı" hale getiriyorsunuz. Bugün bilgi üretmek üretilen bilgiyi teknolojiye dönüştürmek "bağımsızlığın" sembolü haline gelmiştir.
Geriye dönüp "ileride kablosuz cep telefonu olacak" denilseydi kimse inanmazdı. Çünkü ilk defa radyo yayını yapıldığında insanlar şaşırmış. Televizyondan canlı yayın yapıldığında ise hayretten ne diyeceğini bilmeyenleri ben de görmüştüm. Tıpkı film repliğinde geçtiği üzere "Zeki Müren de beni görecek mi?" denildiği gibi…
Bugün internet üzerinden her türlü alışveriş yapılmakta hatta bazen "evlilikler" bile gerçekleştirilmektedir.
Bunlar bilginin gücünü göstermektedir. Fakat ne yazık ki yukarıdaki ilahi emirlere rağmen İslam coğrafyası bilgi fakiri ve dilencisi konumundadır. Kitap hem yetim hem de öksüzdür. Kitaba ve bilgiye yetimlik yaşatan toplum gelişmiş toplum olamaz.
Bugün yeryüzünde en zenginler daha çok "toprak ağası" olanlar değildir. Bir zamanlar toprak ağalarının Yeşilçam Flimlerine de konu olduğunu herkes bilir.
Yine bugün dünyanın en zenginleri arasında ismi geçen Bill Gates 132.1 milyar dolar – Microsoft, Mark Zuckerberg 130.8 milyar dolar – Facebook, Larry Page 116.4 milyar dolar – Google sahibi parayı bilgiden kazanıyorlar. Türkiye’nin en değerli 100 markasının toplam değeri 19.8 milyar dolar olduğu dikkate alındığında bilginin değeri daha iyi anlaşılır.
İslam coğrafyasının bilgi ve kitap ile olan ilişkisi "yüzümüzü kızartacak" seviyededir. Japonyada günlük olarak basılan gazete trajı 70 milyon ülkemizde ise sadece 3.5 milyondur. Japonyada Yomiuri Shimbun gazetesinin günlük trajı 14,067 milyondur.
Okuyan toplumla okumayan toplum aynı değildir. Konuşmalarımızda ençok tekrar ettiğimiz âyetlerden birisi “…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...” (Zümer, 39/9) dur.
Bir emri okumak değil o emrin gereğini yapmak o emri anlamlı kılar. Herhangi birimiz birisinden su ister. Bu "talebimiz" yerine getirilmediğinde içerlenir adam yerine konulmadığımızı düşünür hatta söylediklerimiz karşılık bulmadığından üzülürüz.
Allah'ın bizden talepleri bizim içindir. Yani din netice itibariyle Allah'a bakmaz. Din insan içindir. Kitap insan içindir. Peygamber insan içindir. Dünya insan içindir. Bunların hepsi insana rağmen değil insan için yaratılmışlardır. İnsan olmazsa bunların hiçbiri olmazdı.
"Gerçekten bu Kur'ân insanları en doğru yola, en isabetli tutuma yöneltir. Güzel ve makbul işler yapan müminlere nail olacakları büyük mükâfatı müjdeler." (İsra, 17/9)
Deve sahibine ne demişti: "Beni eşeğe mahkûm ederdin ya işte bu hakkımı helal etmeyeceğim!" Peki, Bizi yaratan Allah, yol gösteren Kur'ân, imanın hayatına şahit kılan peygamber bize hakkını helal eder mi? "O gün Peygamber: “Ya Rabbî, halkım bu Kur'ân'ı terk edip ondan uzaklaştılar! ” der. (Furkân, 25/30) Herbirimizin vahiyle olan ilişkimize bakmamız gerekir.
Kıssadan Hisse: "Din tüccarlığı yapan sahtekârın birisi Arabistan'ın Mekke şehrinden kendisi gibi bir din tüccarı sahtekârı ayarlayarak Türkiye'ye telefon eder. Telefon ettiği sahih dini bilgiden mahrum gariban kişilere "sevgili kulum! Ben Allah'ım, benden bir isteğin var mıdır? Diyerek kandırmaya çalışır. İnsan bunları duyunca inanası gelmiyor. Fakat ne yazık ki kendisine telefon edilen kişiler telefon ekranına bakınca Mekke'nin telefon kodunu görür bir anda beni Allah arıyor diye sevinçten yerinde duramayacak hale gelir. Fırsatı yakalamışken isteğimi Allah'a ilk elden iletirim diye düşünür. Fakat Allah telefonla konuşur mu? Kritiğini yapamayan zavallıları tuzağa düşürüp yaklaşık ikibin kişinin binlerce lirasını ceplerine indirirler."
Bazıları bunu saçma bulabilir. Fakat vahyin bize uzattığı yardım elinden mahrum insanlar, Hubel, Lât, Menât, Uzzâ putuna tapıyorsa Allah'tan gelen telefona da sevinir. Aynı zihniyet. İster İslam öncesi ister modern dönem ne fark eder ki!
Bu işin çürümüşlüğünün ve aklın dibe vurduğunun göstergesidir. Kendisini sahte Peygamber ilan eden binlerce ümmet buluyorsa sahte ilâhlar da "kul" bulur. Ahh! Vahyin sesine olan sağırlık! Bir söze kulak kesilmesi için "külçe gibi ağır ve süslü mü" olmalıdır?
Allah vahyi, eşeklerin peşine takılmayalım diye gönderdi.