Geçmişte Yaşamak

Prof. Dr. Zeki TAN

"Eski Hal Muhal, Ya Yeni Hal Ya İzmihlal"

"Kendini yenilemeyen hiçbir inanç, fikir ve kurum geleceğe taşınmaz"

Yıllar önceydi. Konfeksiyonculuk işini yapan bir dostumun dükkânına sohbet etmek  için uğradım. Hemen söze girerek "hocam! Bende bazı bayan giysileri var. Bu giysilerin içinde özellikle satamayıp elimde kalan bayan mantoları var. Bunları ihtiyaç sahiplerine verebilir misiniz? dedi. Ben de hayır sahibi dostuma siz hazırlayın cami görevlileri cami etrafında bulunan ihtiyaç sahiplerine verirler" dedim.

Bayan elbiselerini götürüp arkadaşlara verdiğimde kimsenin almak istemediğini söylediler. Çünkü mantolar eski modeldi. Mantolar Hababam sınıfındaki hizmetli rolünden bildiğimiz Adile Naşit'in giydiği eskimiş modeldendi.

Anlaşılan bu mantolar konfeksiyoncu dostumun açık yüreklilikle söylediği gibi satamadığı satılmayınca hiç olmazsa "Allah rızası" için fakirlere veririm dediği modeli geçmiş mantolar olduğu için taliplisi olmadı. Olamazdı da. Mantolar ne estetik, ne model ne renk ne de dikim olarak günümüz bayanlarının istek ve tercihlerine hitap etmiyordu. "Müşterisiz mal zayidir" sözünde geçtiği üzere çürümeye terk edildi.

Bunu fikirlere de uyarlamak mümkündür. Fikirlerin de son kullanma tarihi var. Fikirler de tıpkı elbise, telefon, araba, bilgisayar modelleri gibi eskir, işe yaramaz hale gelebilir.

Sürekli değişen dünyada değişmeyen fikirlerle yol almak anlaşılır gibi değildir. Veyahut biyolojik/bedenen modern dönemde yaşayıp fikren geçmişte yaşamak anlamlı değildir.

Fakat ne yazık ki fikren "tarihe gömüldüğümüz" için ne bugünün problemlerini çözebiliyoruz ne de geleceğe ait projeler üretebiliyoruz. Mazinin engin derelerinde yaşadığımız için "şaşkın ördek" misali Filistin probleminde olduğu gibi kontrolü kaybediyoruz. Bu hususta yeni fikirler üretilemeyince zâlimin insafına terkediliyoruz.

Hâlbuki "Beşikten mezara kadar" bilgi öğrenin veya "iki günü eşit olan zarardadır" diyerek hergün yeni bilgi üretin diye feryat eden Peygamber'in çığlığı karşılıksız ve anlamsız kalmaktadır. Başkalarının ürettiği aşıya mahkûm olduğumuz gibi ürettiği teknolojiye ve bilgiye de şâirin dediği gibi "ben sana mecburum" komikliğine düşüyoruz.

Bir zamanların meşhur müzik parçası "ayağında kundura"  veya "sordum sarıçiçeğe" ilahisini söylemenin bugün fazla karşılığı yoktur. Repertuara yeni söz ve besteler ilave etmek gerekir. Celaleddin Rumî'nin dediği gibi "dün dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lazım!" veyahut Yunus'un "her dem taze doğarız, bizden kim usanası" dediği her güne yeni bilgiler ve hakikatlerle yüzleşmek gerekir. Anadolu irfanında geçtiği üzere "eskiye rağbet olsaydı bitpazarına nur yağardı."

Sosyolog Ümit Meriç "Avrupa kıtasının kendi iç sorunlarını teşhis ve tedavi etmek mecburiyeti ile tarih sahnesine çıkmış olan sosyolojiyi "toplumların ve toplum içindeki olayların ilmi" olarak tanımlar. Avrupalı düşünürlerin kendi toplumlarına dikkate alarak kurduğu teoriler kendi realitelerini aydınlatıyor. 19. yüzyılda yaşamış olan Spencer, Weber ya da Marks'tan 21. yüzyıl Türkiye'sini aydınlatmasını beklemek abestir" ifadeleriyle ilim adamlarının bilgi üretmeyerek "ihmallerinin cezasını" topluma ağır bedellerle ödettiğini anlatır.

"Dünkü yakıcı güneşle bugünkü çamaşırlar kurutulmaz" sözünde geçtiği üzere toplumu altından kalkamayacak ağır yüklerle başbaşa bırakmanın vebalini kim taşıyacak! Bilimde, sanatta, ekonomide, teknolojide başka kapılarda "dilenerek" günü idare ediyoruz.

Pakistan'lı Nobel ödüllü bilim adamı Prof. Abdusselam, "Müslüman olarak eczaneye veya hastane odalarına gittiğimde başkalarının ürettikleriyle hayatımızı devam ettirmek vicdanen beni rahatsız ediyor. Niçin üretmiyoruz, üretemiyoruz" diyerek üzüntüsünü belirtir.  Çünkü konuşanı konuşturmuyoruz.

Çağrı filminin repliğinde Hz. Hamza Ebu Cehil'e, Peygamberi konuşturmadığını "bırakmıyorsun ki konuşsun" diyerek tokat atar.

Bir fikirde "hakaret ve şiddeti teşvik" yoksa, fikir sahibi; inanan, inanmayan, putperest, şintoist, deist, ateist dilediğini, dilediği yerde, dilediği kadar, dilediği zaman konuşmalıdır. Birileri sistemin tepesinde oturuyor diye kurum ona ait değildir. Bu toplumda herkes eşit ve özgürce fikrini açıklayabilmelidir. Yoksa ağızlar kelepçelendiğinde meydan "şarlatanlara" kalır. Toplum da kalkınmaz.  Başkalarının özgürce ürettiği fikirlerine muhtaç oluruz. Kartalın kanatlarını bağlayıp haydi uç bakalım diyemezsiniz!

Sosyal hayatta her ürün böyledir; Buğday, patates, saman, domates üretmeyenler başkalarının ürettiğine muhtaç olur. Teknoloji üretmeyenler de büyük oranda plastik olan fakat "bilginin gücüyle" cihaza dönüşen telefonları pahalıya almaya mahkûm olurlar.

Dünyada meydana gelen yeni üretimleri yapanlar değil, kullanan olacağız. Onlar teknoloji üretecek biz de onların "atık teknolojilerinin" tüketicisi ve pazarlamacısı olacağız.

Hatta siyaset bilgisi ve vizyon üretemeyen "siyaset bilimcilerin" tembelliği yüzünden siyaset bile yönetilemez olur. Eski siyasetçi İhsan Arslan'ın ifadesiyle "siyasette bilgi de yok fikir de yok. Ve maalesef tecrübemden sonra yaşadıklarım siyasete olan saygımı da azalttı… (…) "… Hiçbir sosyal ilişkide olmayacak kadar yalan, dolan, iftira, hırs, kıskançlık var" serzenişi siyaset bilimcinin üretmediği bilgiden yoksun olarak yapılan siyasetin tarifidir. Siyaset bilimci fikir üretirken bana ne katkısı olur değil de toplum endeksli üretse işe yarar.

Din de böyledir. Sahih ve sağlıklı "dini bilgi" üretilmeyince ihtiyacı olanlar sahte kapılara yönelirler. Cemil Meriç'in dediği gibi "aydınların aydınlatamadığı halkı soytarılar aldatır."

Hâlbuki özellikle dinin, vahyin ve insanın fıtratında farklılık ve farklı anlama, yorumlama özelliği olmasına rağmen her seferinde eski fikirlere "yeni don biçerek" bazen boylarını kısaltıp bazen de paçalarını uzatarak Cemil Meriç'in ifadesiyle topluma "deli gömleği" giydirdik. Bu fikirlere itiraz edilince de "tekfir/din dışı ilan etmelere" başvurmaktan kaçınmadık.

Hâlbuki insanda yeniliği arama geni var. İnsan sahip olduklarını sürekli yenilemek arzusundadır. Kısa bir fikir gezintisi yaptığımızda da binyıl önce içinde yaşadığımız sosyal, iktisadi şartlar ve durumlar bugün aynı değildir.

İnsanda bulunan "anlam arayışını" motive ettiğimizde insanların özellikle gençlerin yeni şeyler üretmesine zemin hazırlarız. Aksi halde eskiler köpürtülerek piyasaya sürülür. Fakat müşterisi bulunmaz. Genç nesil sahîh ve hâlis dini terketmedi çarşıyı terkettiler.

Oturduğumuz evlerden bindiğimiz arabalara kadar sürekli "yenilik" arıyoruz ve yapıyoruz. Fakat bir örümceğe bakın, bin sen önce nasıl yuvasını örüyorsa, bal arası nasıl bal yapıyorsa bugün de aynısını yapmaya devam etmektedir. Fakat insan böyle değildir. Her ân yeni şeyler konuşmak zorundadır. Zira konuşulanı konuşmak, yazılanı yeniden yazmak hem konuşmamak hem de yazmamak anlamına gelir. Bildiğimizi okumak okumamakla eş değerdir.

İnsanlar kendilerini fikren yenilemediği zaman hayatın dışında kalırlar. Bu durum kutsal metinler için de geçerlidir. Kur'ân öncesi kutsal metinler (Zebûr-Tevrât-İncîl) hayatı anlamlı kılacak "yorumlarla" insanlara sunulmadığında devre dışı kaldı. Böyle durumda yeni metin devreye girdi. Bundan sonra yeni kitap gönderilmeyeceğine göre vahyin uzmanları tarafından sağlıklı ve sahih bilgiyle topluma aktarılmalıdır. Yoksa metin anlamını yitirir.

Bilgi ve ahlak kirlenmesi tepki görür. Kirliliği giderilmeyen yorumlar sahte ve tahrif edildiğinden insanları başka arayışlara yöneltir.

Hiçbir ilahi metin ne kadar sahih olursa olsun "yorumlanmadan" problem çözmez. Yorumlanmayan metinler donar ve mutlaklaşır. Bu da tıpkı son kullanım tarihi çoktan geçmiş gıdalar gibi vücudun yemek ihtiyacını karşılayacağı yerde gıda zehirlenmesi yapar.

Kutsal metinler problem çözmek için insana destek olur. Mesela; Kur'ân'ın özel yer verdiği "cihad kavramını" halen silahlı savaşa indirgeyen ülkeler başkalarını haraca/vergiye bağlayan ve toprak fethetmek olarak anlayan insan sayısı da az değildir. Bu kavramın bugün nasıl anlaşılması gerektiğini ortaya koyabilmiş değiliz.

Tarihte yapılan savaşlar, devletlerin "gelir kaynakları" olduğundan aslî olarak görülmüş barış ise ârızî telakki edilmiştir. Hâlbuki vahyin asıl gayesi barıştır. Müslüman olmayanların malına mülküne çökmek ve inançlarına baskı uygulamak değildir. "…Artık isteyen iman etsin, isteyen inkâr etsin!” (Kehf, 18/29) âyeti ateizm dâhil bütün inançlar için özgürlüğün teminatıdır.

Baskı ve dayatma prototipi Firavun: "Ben size izin vermeden mi o'na inandınız?" dedi, (…) bu ihanetinizden ötürü, hiç şüpheniz olmasın, çoğunuzun ellerini ayaklarını kesivereceğim; ve yine hiç şüpheniz olmasın ki, pek çoğunuzu da hurma kütüğüne asacağım…" (Ta-hâ, 20/71) der. Bu âyet bize, insanları ikna etmenin yolu kılıç, top ve tüfek olmadığını anlatır. Baskı ve dayatarak inandırmak Allah'ın istediği metod ve yöntem değildir.

Kur'ân-ı Kerîm savaşı, karşı tarafın insan hak ve hürriyetlerine saldırı, hukuksuzluk, ocaklara ateş düşürmeme, yüreklerin yanmaması anne-babaların "tabut taşımaması" için ârızî hal olarak görür. "…Onlar size savaş açarlarsa siz de onlarla savaşın. İşte kâfirlerin cezası böyledir." (Bakara, 2/191) Âyet birisi size saldırdığında kendinizi koruyacaksınız buyurur. Fakat durup dururken birisini dövdüğünüzde "kardeşim! Sana ne yaptım, beni niçin dövüyorsun" niye malıma mülküme konuyorsun der. Hz. Peygamber'in savaşları inanç, can, mal, fikir, fertleri/nesli koruma özelinde "meşru müdafaa" ve "savunma" savaşlarıdır. İnsanı ve değerleri yaşatmadır. Yoksa toprak ve ülke fethi değildir.

Tarihteki fetih hareketleri ile vahyin cihat kavramını karıştırmamak gerekir. Fetih, ganimet, hâkimiyet, cihangirlik, otorite, yetki amacıyla yapılan savaşlardır. Ne yazık ki fetihçi ruhuyla vahyi tebliğe çalışmak büyük yanılgıdır. Vahyi ulaştırmanın yolu top, tüfek, füze, bomba, kurşun, barut kokusu değildir. Gönül fethi söz iledir. Sözün gücü silahın gücünden daha etkili ve kalıcıdır. John Locke'nin dediği gibi "ateş ve kılıç, insanları yanlışta olduklarına ikna edebilecek araçlar değildir." Bu geçmişte böyle olduğu gibi bu gün de böyledir. Fakat ne yazık ki İslam coğrafyası kendi içinde bile "fetihçiliği" oynamaya devam ediyor.

Yakın tarihte Müslümanlardaki cihat anlayışı sömürgeciliğe karşı fiili savaştı. Türkiye, İran ve Pakistan dışındaki bütün İslam coğrafyası işgal edilmişti. Ülkeden yabancıları kovmak öncelikliydi. Bir de toplumsal geri kalmışlığa çözüm üretmekti. Yoksa dini tebliğ değildi.

Çağın problemlerini, uzmanlar "ellerini taşın altına koyarak" risk alarak çözmeye çalışmalıdırlar. Yoksa aşısı bulunmayan, bulunması için laboratuvarda "sabahlamayan" uzmanlar insanların tek tek öldüklerini gördüğünde Mehmet Akif'in dediği gibi "…bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında? "Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ bu söz değil doğru:  Belânı istedin Allah ta verdi… Doğrusu bu!

Yoksa cihadı sadece fetihçilik, kültürü medrese eğitimi, dini ceza hukuku, yönetimi hilafet, ekonomiyi de zekât, sadaka, vergi, sanatı da sadece cami inşasından ibaret görür.

Yorumlanmadan doğruluğu eleştirilmeden, imtihandan geçirilmeden kabul edilen, olduğu gibi benimsenen bir öğreti "dogmaya" dönüşür. Bu din için de geçerlidir. Din yorumlandıkça güncelliğini ve geçerliliğini korur. Aksi halde geçmişte yaşamaya devam ederiz. İçtihat yeni bilgi üretmek için harcanan çabadır.  Geçmişi bugüne taşımak değil "yeni bilgiler" üretmenin adıdır. Yoksa Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş'ın "…El-Harezmî Algoritmayı bulmasaydı, İbnü'l-Heysem Matematikle uğraşmasaydı, sıfırı Müslümanlar bulmasaydı Batının aydınlanması belki de çok gecikecekti…" şeklindeki tarihe kaçarak sadece duygulara hitap eden retorik dindarlıkta ısrar ederek fikir ve bilgiden yoksunluk üzerine inşa edilen züğürt tesellisiyle avunmaya devam ediyoruz.

Bugüne bir türlü gelemiyoruz. Dayak yemiş hayat yorgunu gibiyiz. Bu algı İslam'ın bir zamanlar yaşanıp, bugün Müslümanların bile problemlerini çözemeyecek kapasitede olduğunu vurgulamaktadır. Kendi içindeki krizleri çözemeyenler "kelin ilacı olursa başına sürer" sözünde geçtiği duruma düşerler. Müslüman coğrafyada halen ırk, dil, din, tarikat, kabile ve mezhep fanatikliğinin iktisadî getirisi revaçtadır.

Daha da ironik olanı da eski bir demogoji ustası siyasetçinin "sıfırı Müslümanlar buldu. Sıfırı çekersek Batı'nın hesapları karışır" sözüdür. Toplumu geleceğe taşımanın plan ve projelerinde yetersiz kaldığınızda ya kutsal ya da "eskiden biz de kahramanmışız" hikâyelerin fon müzikli tatlı nağmesine ihtiyaç duyarsınız.  Yetmedi, diziler imdada koşturuluyor.

İlahî vahiy tarihle olan ilişkimizi ilk insan ve çocukları arasında geçen diyaloga kadar götürür. Kardeşler arasında geçen bu diyalogun neticesinde "kardeşkanı" dökülerek sonuçlanır. Kâtil olan olan kardeş döktüğü kardeşkanının mahçubiyeti için de "Eyvahlar olsun! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini bile gömemedim " derken, bilseniz ne kadar pişmandı" (Mâide, 5/31) diyerek bizi "tarihe gömmek, kutsamak ve sığınmak " için değil tarihten ders ve ibret almamız içindir.

Aldous Huxley “Tarihten alınabilecek en büyük ders insanlığın tarihten ders almamasıdır” dediği durumdayız.

Ne yazık ki tarih anlayışımız problemlidir. Çünkü sürekli tarihi olayları anlatıyor, bu hatıralarla şairin duygu dolu dünyasıyla dediği gibi "bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: gelmişiz dünyâya milliyyet nedir öğretmişiz!" hülyalarıyla insanları da tarihe götürüp orada bırakıyoruz. Üstüne "mehter marşı" sosu kattığınızda insanın yeniçeri elbisesi giyip tekrar Viyana önlerine gidesi geliyor. Fakat nafile…

Sahip olduğumuz bilgi ne yazık ki hergün dolar kuru gibi yukarı çıkan "toplumsal ayrışma, kırılma ve çatışmayı" sonlandıramıyor. Karadenizin azgın dalgaları gibi kabaran öfkemizi "dindirmiyor.  Ka'be'den kutsal insanı ağlatmaktan vaçgeçirmiyor. Beyaz ve siyah renkler gibi toplumsal kutuplaşmayı azaltmıyor. Akan gözyaşları yerini tebessüme bırakmıyor. Hayatlarını birbirlerine mücamele/güzelleme yaparak geçiren guruplar arasında nefreti muhabbete dönüştürmüyor. Sevgi yerine nefret tohumları ekmeyi marifet biliyor. İbadet neşvesiyle 7/24 kırdıklarımızı ise hiç mi hiç onarmıyor. Öldürülen insan sayısını fazilet gibi zikrediyor. En küçük yaraya da kabuk bağlatmıyor. Aksine sürekli tabut taşıyanlara döndüysek kendimiz ve bilgimiz ne işe yarıyor!

Muhammed İkbal "yeni fikirler üretirken bizden önce yaşayıp göçmüş olan büyüklerimize ters düşsek bile yapmak zorundayız. Geçmişle bağımızı koparmadan yeni bir düşünce sistemi içinde ele alıp incelemek gerekir. Aksi halde ölü metafizik tabirleriyle süslenmiş ilahiyat kavramları fayda sağlamaz" diyerek yolun sonuna geldiğimizi denizin bittiğini anlatıyor.

İnsanları sürekli tarihte yaşanmış kahramanlıklarla bezendirmek fert ve toplum için tedavisi imkânsız bir problemdir. Tarihte dünyanın en büyük medeniyetini kurup, bugünün birçok teknolojik gelişmesine kaynaklık etmek bizim için sadece motive edici bir unsur olabilir.

Tarihte dünyanın enbüyük kütüphanelerine sahip olmak, bugün bizi bilginin kaynağı haline getirmez. Bugünkü dünyanın ilgi alanları ile ortaçağdaki insanların ilgi alanları çok farklıdır.

Geçmişte yazılanların okur-yazarı olmak marifet değil, asıl marifet âlimlerin yaşadığı şartlarda toplumun problemlerini çözerken risk alıp ellerini taşın altına koymalarını kavramaktır. Günümüzde âlimler risk almıyor. Çünkü "mahalle baskısı" ve kilisenin ortaçağda işlettiği "aforoz" uygulaması ne yazık ki değer üretmesini beceremeyen "sarıklı bedenlerde" hortladı.

Tarih boyunca toplumlar bazen yer değiştirmiştir. Spor kavramlarıyla ifade edersem birinci ligte top koştururken ikinci veya üçüncü lige düşebiliriz. Bize düşen birinci ligte bulunduğumuz yılların hülyalarıyla yaşamak değil, yeniden birinci lige çıkmanın yollarını aramaktır. Yoksa güçlü olmayıp geçmişimiz üzerinden kahramanlıklarımızı anlatarak üst liglere çıkamayız.  Gençlerin soru ve sorgulamalarına çözüm üretemeyiz. Hatta yeni neslin geçmişten bugüne taşıdığımız ve bilgilerimizi sorguladıklarında "deizm" "ateizm" gibi yabancı kavramlar üzerinden suçlamak problem çözmüyor. Aksine yeni problemlere kaynaklık ediyor.

Kızım Ateist Oldu!

Yıllar önceydi. İlahiyat fakültesinde öğretim üyesi olan bir hoca karşılaştığı şu anlamlı hatırayı anlattı. Birgün odamda kitapla meşgul olurken içeriye bir misafir girdi. Misafirin her halinden okumuş ve tecrübe sahibi olduğu belliydi. Odaya girer girmez kendisini tanıttı. İlahiyat mezunu olduğunu akademik çalışma yaptığını anlattı. Daha sonra biraz da mahçup bir edayla hocam "üniversitede okuyan çok sevdiğim bir kızım var. Kızımla zaman zaman evde sohbet ediyoruz. Sohbet yaparken bazı soruları sanki kendisinin ateizme kaydığı şüphesine beni götürdü. Bu hususta kızımın bazı soruları var. Size göndersem yardımcı olur musunuz?

Ben de kıymetli meslektaşımızı dikkatle dinledim. Kendisine yardımcı olmak için elimden geleni yapacağımın sözünü verdim.

Daha sonraki günlerde odama gelen bir kız kendisini tanıtarak annesinin kendisini gönderdiğini söyledi. Benim bundan haberdar olduğumu söyledim. Genç kız zihnine takılan bazı soruları sordu beraberce uzun bir fikrî sohbet yaptık. Kız okuyan, soran ve sorgulayan karaktere sahipti. Mevcut kurumsallaşmış fikir ve anlayışlara rezerv koyarak itiraz ediyor. Fikir hayatında daha çok özgür düşünmeyi seviyor. Geçmişte yaşamayıp bugünü sorguluyor. Hikmetini anlamadığı fikir ve inançları sorgulayarak "niçin" böyle olduğunu anlamak istiyor. Bugünü anlamaya çalışıyor. "Biz anlamasak da varmış bunun bir hikmeti" sözlerine itibar etmiyor. Mesela "niçin ahiret var? Niçin namaz kılmalıyım? Niçin örtünmeliyim?" Soruları sökün edip gidiyor. Çok rahat ve özgür bir düşünce dünyası inşa etmeye çalışıyor. Hiçbir kalıba sığmayan bir fikre sahip olmayı önceliyor. Kendisini sabırla dinlediğimde sorduğu bütür soruların normal olduğunu kızda problem olmadığını anladım.

Daha sonra annesine geri dönüş yaparak "kıymetli meslektaşım! Sizin sevimli kızınızla verimli ve güzel bir müzakerede bulundum. Kendisine her anlatılana inanmayan ve sorgulayan bir karateri var ki bu da günümüz gençliğinde olması gereken bir özelliktir. "Kızınız vahyin ateisti değil sizin fikirlerinizin ateistidir." Sizin anne olarak daha çok okuyup soru ve sorgulamalarına cevap bulmanız gerekir. Günümüz nesli önlerine koyduğumuz üstüne dini bilgiler de desek rasyonel bulmuyorsa inanmaz" dedim.

Bugünün devasa problemleri önümüzde duruyor. Müslüman ilim adamlarının derslerini daha çok çalışarak ve bugüne gelerek gençlerin zihinlerini meşgul eden problemleri çözmeliler. "Çanakta balın olsun sinek Bağdat'tan gelir" sözünde geçtiği üzere yeni yorumların müşterisi tıpkı orijinal telefon modelleri gibi eksik olmaz.

Niçin Din Beni Suçluyor?

Bir ilahiyat fakültesi dekanı yaşadığı şu anekdotu anlattı. "Bir ramazan gecesiydi. Fakültede çalışıyordum. Fakülteye daha önce tanıdığım tıp fakültesinde görevli bir akademisyen geldi. Biraz da kızgın hali vardı ve hemen söze girdi. Hocam! Anlayamıyorum dedi. Ben de kendisini sakinleştirmek için kıymetli hocam lütfen oturunuz ve sakin olarak anlatın dedim. Akademisyen şöyle söze girdi. Ramazanda mümkün ölçüde oruç tutuyor camiye de gidiyorum. Az önce teravih kıldığım camide va'z yapan hocayı dinlerken hangi vesileyle icap etti bilmiyorum. Dedi ki "kadınlar biyolojik durumlarından dolayı namaz kılamadıkları için dinleri,  iki kadının şahitliği bir erkeğe denk olduğu için de akılları eksiktir." Ben bu sözleri duyduğumda Müslüman kadın olarak üzüldüm. İnsanı onurlu kılan bir dinin böyle anlatılması kadınları incitiyor. Çünkü benim bayan olarak bazı zamanlarda namaz kılamamam kendi tercihim değildir. Din bana bazı durumlarda namaz kılma, oruç tutma diyecek sonra da beni suçlayacak bunu anlamakta zorlanıyorum bana yardımcı olur musunuz?

Hoca'nın duyduğu, öğrendiği bilgiyle hesaplaşma, sorma, sorgulama her bilgiyi kabul etmeme tavrı anlamlıydı. Ben de kendisine kadın veya erkek fark etmez. İnsan onurunu zedeleyen örseleyen bir fikrin Peygambere atfedilmesi mümkün değildir. Kur'ân belli bir cinsin üstünlüğünden değil cinsiyeti ne olursa olsun Allah'ın muhatabı olduğu üstünlük ölçüsünün "takva" olduğunu söyledim. Takvada Allah'a karşı saygılı ve duyarlı olmayı da ölçme imkânımız olmadığına göre insanların inançlarına kâhyalık yapmak anlamsızdır" dedim.

Akademisyen hocayı ikna edip etmediğimi bilmiyorum. Fakat günümüzde insanların anlatılan her bilgiyi kabul etmediğini sorguladığını bilmemiz gerekir. Bugünü yaşıyoruz. Ve bugünün problemlerine çözümler üretmemiz gerekir.

Bazı metinlerin yanlış anlaşıldığını nasıl biliriz? Bu metinleri literal/lafzi olarak anlattığımızda veya doğru cevaplar veremediğimiz için yanlış anlamaya götürebiliyor.

Bulunduğu Şartlarda Çözüm Üretmek

Hz. Peygamber, onyedi yaşında güvenerek yetkilendirdiği özgür ve özgün fikirli Yemen valisi Muaz b. Cebel problemlerle karşılaştığında "kendim bilgi üretirim/içtihat ederim" dediğinde Hz. Peygamber seviniyor. Sen ne anlarsın daha çocuksun demiyor. Böyle bir kaliteli idareciye sahip olduğu için Allah'a hamd ediyor.

Muaz b. Cebel aklın alanını bildiği için karşılaştığı problemleri çözmede aklını kullanacağını söylüyor. Şunun da farkında. Din yanlış işlerin yapılmasına bizatihi engel olmaz. İsteyenlere yardımcı olur. Yanlış işlere engel olması gereken insandır.

AYM başkanı Zühtü Arslan "…kendi aklını kullanmaya cesaret edemeyenlerin, vesayet altında kalmaya mahkûm olduklarını, vesayet altındaki yargısal aklın ise adaleti tesis edemeyeceğini…" söylerken aklın insanın önünü açacağını ve adaleti tesis edeceğini söyler.

Her insan öğretmen/imam vb. görevli bulundukları yerlerin ekonomik, siyasi, sosyal, fiziki şartları da dikkate alarak problemlere çözüm üretmeli, yavru kuşlar gibi sürekli annelerinin kursağına bakmamalıdırlar.

Ağzı açık "kurtarıcı beklemek" toplumu geri bırakır. Bunun için de eğitilen, yetiştirilen insanların bu formasyona uygun olarak eğitilmesi gerekir. Yoksa geçmişi bugüne taşır, o da olmazsa, Ankara'dan bekler. Sonuçta da her problemi de "dış güçlere" veya şeytana yükleme kolaycılığına kaçar. Hâlbuki Uhud savaşında yetmiş şehit veren Müslümanlar bunun faturasını başkalarına kesmeye çalışırken vahiy; "De ki: O, kendinizdendir…" (Âl-i İmrân, 3/165) der.

Faturayı dış ve iç mihraklara yükleme kısmen rahatlatabilir. Fakat çözüm üretmez. Toplumsal tıkanmalara sebep olur.  Bir de yönetim, ekonomi, eğitim, sağlık, sanat, müzik, mimari sorunlarını ele alırken diğer alanlarla ilişkisini göz ardı etmek çözümsüzlüğe götürür.

Kutsal kitabımız yol haritamızı anlatırken geçen geçti. Siz bugünü yeniden inşa etmelisiniz mesajını şöyle anlatır: “Şimdi o toplumlar gelip geçtiler; onların kazandıkları onlara yazılacak, sizin kazandıklarınız ise size. Ve siz onların yaptıklarından ötürü yargılanacak değilsiniz.” (Bakara, 2/141) Hatta bazen Müslümanlar düştüğünde Hz. Ali rolüne soyunurken iktidara geldiklerinde de Muaviye'ye sahiplenmekten kaçınmazlar.

Tarihte tıp, matematik, fizik, kimya, astronomiyle ilgili en güzel eserler yazmış olmak bizim için sinerji kaynağı olabilir. Fakat biz bu yazılanlara yeni bir metin ilave etmeyip sadece onların yazdıklarıyla iktifa ettiğimizde gelecek nesiller bizi hayırla anmazlar.

Meşhur fizikçi Albert Einstein öğrencilerine "eski sorular sorup yeni cevaplar vermelerini istediği" söylenir. "Aynı konuda yeni fikirler yeni bakış açıları üretmelisiniz" der.

Tarihte yazılan en güzel fıkıh, tefsir ve hadis şerhleri, fıkıhçının, tefsirci ve hadisçinin nasıl bir "metot ve yöntem"  takip ettiğini bize göstermek içindir. Yoksa bu metinleri olduğu gibi insanlara aktarmak onları tarihe gömmekten başka işlev görmez.

Mesela; terzi çırağı ustasının yanında elbise dikme "metodunu" öğrendiğinde kendisi yeni model elbiseler diker. Metod öğrenemediğinde sürekli ustasının diktiklerini satar.

Bedenen modern dönemde yaşayıp zihnen hicretin ikinci veya üçüncü asrında yaşamak Müslümanları geleceğe taşımaya yetmez. Küreselleşen dünyada, “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal” denilen yerdeyiz.

Kerbela vakası misali geçmişi sürekli "yeni yaşanmış" gibi gündeme taşıyarak farklı formdaki yeni kavga, ihtilaf ve düşmanlıklara neden olmamalıyız.

Toplumsal değişim ve dönüşümü "vahyin temel prensipleri"; Adalet, merhamet, ehliyet-liyakat, özgürlük, şeffaflık, sosyal ahlak istikametinde yap(a)madığımız zaman tıpkı batıda kilisenin problem çözemeyip, kendisini kendi eliyle hayatın dışına iterek ödediği gibi öderiz.

Batı toplumunda dini kurumlar meydana gelen değişimde katkı sağlamadı sadece aydınlanmayı seyretmekle yetindi. İslam coğrafyasında da toplumsal değişimin din dışı dinamikler tarafından yapıldığında Mehmet Akif'in:

 "Ne gurbettir çöken İslâm’a İslâm’ın diyârında?
               Umar mıydın ki: Ma’bedler, ibâdetler yetîm ols
a

   Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun?"  hüznünü paylaşırız.

Kıssadan Hisse: Yeniçeri ağası, bir Yahudiye takmış. Dövmek istiyor fakat bahane arıyor. Eski düşmanlıkları bugüne taşıyarak Yahudiyi dövebileceğini hesaplar. Aralarında geçen tartışmada onu dövmeye çare bulamayınca son bir hamlede bulunur.  "Hz. İsa’yı da çarmıha siz germiştiniz!" Yahudi ellerini açmış: "insaf ağam, iki bin yıl önce olmuş! Bundan benim ne suçum olabilir ki? Yeniçeri "olsun, ben yeni duydum!" diyerek Yahudiyi döver.