Iğdır Üniversitesi’nin güzel kampüsü, Türkiye’nin en yüksek dağı ve semavi dinlerin Hz. Nuh’la ilişkisinden dolayı göndemlerine aldığı Ağrı Dağı’nın eteğinde kurulduğu için ondört km. şehir merkezinin dışında kalıyor. Kampüsten şehir merkezine giderken ilk göze çarpan binalardan birisi de “bundan sonra bu ülkede yaşanmaz” diyerek sevdiği toprakları terk eden insanların sığındığı "Göçmen Toplanma Merkezi" dir. Yüksek ışıklı, güvenlikli duvar ve dikenli tellerle çevrilmiş bir alan. Bu dikenli tellerle kapalı alanda ırkı, dini, tabiiyeti, mezhebi ve farklı bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrama vb sebeplerle vatandaşı olduğu ülkesini terk eden insanlar kalıyor. Kendisi iktidara geldiğinde ötekine hayat hakkı tanımayan hatta Dicle ve Fırat’ın kenarında olsa sudan mahrum edecek bir kin ve nefret sahibi zalimlerden kaçıp Batı’ya sığınıyorlar. Çünkü ben varken, benim gibi olmayan O da var olsun diyemiyoruz!
Geçen gün şehir merkezine giderken “Göçmen Toplanma Merkezi’nin” girişinde minibüs bekleyen resmi üniformalı bir görevliyi görünce arabaya aldım. Kendisine siz herhalde burada çalışıyorsunuz dediğimde biraz iç çekerek "Evet hocam! Burada çalışıyorum. dedi. Ben de merak ettiğim için, merkezde kalan insanların durumu nasıl diye sordum? O da "Hocam! Üç bazen dört gündür uzak yollardan gelen bir lokma ekmek bulamayan insanlar. Onları görünce kendi halimize şükrediyoruz. Fakat onlar için üzülüyoruz. Göçmenlerin büyük kısmı İrân, Afganistan, Pakistan'dan geliyor. Bunların tek istekleri herhangi bir batı ülkesine gidip karınlarını doyurmak ve “güvenli ve huzurlu bir ortamda” yaşamak" dedi.
Sadece burası değil hemen her Allah'ın günü haber kanalları Ege ve Akdeniz'de batan mülteci teknelerinin haberleriyle dolu. Hatta bazen bu acıklı olaylar üzerinden edebiyat ve sanat üretmeyi de ihmal etmeyiz. Tıpkı Muğla'nın Bodrum ilçesinde, sahile vuran minik bedeniyle göçmenlerin yaşadığı dramın sembolü haline gelen Aylan bebeğin ölümünü gösteren yüz üstü çekilen fotoğraf gibi.
Mesela son günlerde Taliban'ın Afganistan'da yayılmasıyla birlikte ülkede insanlar geleceklerini göremedikleri için burada yaşamak istemiyor. 1,2 milyon ortaokul öğrencisi kızın, Taliban'ın yönetimi ele geçirmesinden bu yana okullarına devam edemiyor. Günde 500 ile bin arasında Afgan mülteci yasadışı yollardan Türkiye’ye geçiş yapıyorlar.
Taliban, son dönemlerde Afganistan'da kontrolü ele geçirdi. Bu nedenle fikir ve vicdana yapılan baskılardan dolayı şehirli ve eğitimli kesimin ülkeden kaçmaya hazırlandığı iddia ediliyor. Meclis İnsan Hakları Komisyonu dikkat çekici sonuçları olan raporunu açıkladı. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Göç ve Uyum Alt Komisyonu’nun raporunda, Afganistan’dan Türkiye’ye gelen düzensiz göçmenlerin çoğunluğunun ülkelerinde seküler yaşam tarzı süren, sosyal statüsü yüksek ailelerden oluştuğu belirtildi. Ülkede farklı düşünen, giyinen ve inananlara hayat hakkı tanınmadığı zaman tek çıkış ülkeden kaçış kalıyor.
Bunların içinde üstün yetenekli gençler de var. Bu yetenekler daha güvenilir ve özgür şehir arıyor ve kelebek misali oralara akıyorlar. Tıpkı “doğudan batıya akan nehir” misali bu sefer yetenekli beyinler batıya akıyor. Çünkü insan, saygı, değer ve itibar görmediği yerlerde yaşamak istemez.
Müslüman Coğrafyada yaşayan insanların kendilerini “boğuluyor” gibi hissetmemesi gerekir. Aksi halde geçmişte “emin beldelerden” kaçabilenler gibi kaçıp gurbet ellerde kendilerine zor da olsa yeni hayat kurmaya çalışacaklardır.
Değişik ülkelerin “İslâm Cumhuriyeti” veya “İslâm Emirliği” adı altında kendi mezhep veya idelojilerine sembolik “İslâm Sarığı”nı ödünç alıp örtmekle ülke İslâmî olmaz. Çünkü bu ülkelerde yerlisi bile yaşamak istememekte; adalet, hukuk, özgürlük, şeffaflık, ehliyet-liyakat, güvenlik hak getire. Diğer tarafta “İslâm sarığı” olmayan dünyanın değişik ülkelerinde İslâmî değerler hem bireysel hem de toplumsal hayatta yaşanabilmektedir. Bu da o ülkeyi başında “İslâm sarığı” olmadığında gayr-i İslâmî yapmaz. Esas olan İslamilik değil, insaniliktir. İşlerin vahye uygunluğu değil aykırılığı esastır. Kur’ân ilk nazil olduğu toplumda mudarebe, murabaha vb. birçok marufu bünyesine kattı. Hz. Peygamber Mekke müşriklerinin Mekke’ye dışarıdan gelenlere zulmetmeyi engelleyen “Hilfu’l-fudûl” topluluğunu insanî ve vahye “aykırı olmadığı” için tasvip etmiştir. Bugün de Müslümanlar “derin güven krizinden” dolayı Müslümanların şerrinden kaçarak Müslüman olmayanların insafına sığınıyor. Hâlbuki Pascal’ın dediği gibi “dünyanın ve dünyada yaşayan insanların ortaya koyduğu bütün eserler, en küçük bir merhamet kadar değerli değildir.”
Suriye'den sonra en fazla kaçışın yaşandığı ülke olan Afganistan'da Taliban'ın yayılmasıyla birlikte yeni bir göç dalgası bekleniyor. Ancak bu defa daha önce olan göçlerden farklı olarak, ülkeden eğitimli kesimin göç edeceği tahmin ediliyor.
İslam Coğrafyası zeki ve eğitimli insanlarını batıya kaptırıyor. Batıya göç eden insanların içinde farklı alanlarda üstün yetenekli insanlar da var.
Yeditepe Üniversitesi’nin yaptığı “Gençlik Araştırması”na göre gençlerin yüzde 76’sı daha iyi bir gelecek için yurt dışında yaşamak istiyor. (https://yeditepe.edu.tr )
İslam coğrafyası açlığa çözüm, adalet, özgürlük, eleştirel düşünce, hukuk, insan hakları, hesap verebilirlik/şeffaflık, merhamet vb. hususlarını gerçekleştirememeleri yüzünden insanlar kendi doğduğu toprakları terk ediyorlar. Yakın zamanlarda Van sınırından Türkiye’ye iki çocuğuyla girmek isteyen Afganistan’lı bir Anne, soğuğa dayanamayarak can verdi. Anne ve iki çocuğunu bulan köylülerin anlattıklarına göre anne çocukları ölmesin diye çoraplarını çocukların eline geçirmiş. Annelik; evladı uğruna en değerli varlığı olan canını verme.
Hiç kimse kolay kolay kendi doğduğu toprakları (şartlar ne kadar kötü olursa olsun) terk etmek istemez. Yıllar önce hacılara rehberlik etmek üzere Suudi Arabistan'a gittiğimde hacılar ortalama kırk gün kalıyorlardı. Hac ibadetini bitirdikten sonra "Hocam! Ne zaman gidiyoruz?” diyenler olurdu.
Hacıların ne zaman gideceğiz dedikleri yerler Hakkâri, Van, Bitlis'in köyleriydi. Bu köylerde fazla imkân da yoktu. Hatta bazılarında içme suyu problemi bile vardı. Fakat hacılar doğdukları yerleri özlüyor ve bir an önce kendi evlerine dönmek istiyorlardı. Tıpkı Hz. Peygamber'in en yakın akrabaları tarafından doğduğu Mekke'den göç etmek zorunda bırakıldığında söylediği "Ey Mekke! Seni çok seviyorum. Eğer beni bu şehirden çıkarmasalardı ben gitmezdim" sözleri gibi bu da insanın doğduğu yerin özlemini çekeceğini gösterir. Hâlbuki Hz. Peygamber zamanında Mekke gelişmiş bir şehir değildi. Bazen içecek su bile bulunmazdı. Mekke'den Kabeyi çekip alsanız yeryüzünde en son gezeceğiniz yerdir. Fakat yokluk insanların doğduğu toprakların özlemine engel olmuyor.
Hz. Peygamber Mekke'den ayrılmak zorunda bırakıldı. Fakat bir özlemi vardı. Onu da sahabisi şöyle anlatır; Adiyy b. Hâtim “Ben Resulullah (s.a)’ın yanında iken bir adam geldi (…) yol güvensizliğinden/kesilmesinden şikâyet etti. (sonra bana hitaben): “Ey Adiyy, sen Hîre şehrini gördün mü?” (Hîre Irak’daki Küfe şehrinin 5 km güneyindedir. Küfe-Mekke arası ise takriben 1700 km’dir) ben de: “Hayır görmedim, ancak duydum!” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Eğer ömrün olursa göreceksin ki, devesine binen bir kadının Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmadığı halde Hîre’den kalkıp Kâbe’yi tavaf edeceğini mutlaka göreceksin.” (Buharî, Menakıb 25) Nitekim Adiyy b. Hâtim “Hz. Peygamber’in söylediği devesine binmiş/hevdeci içinde Hîre’den çıkıp hac eden kadını gördüm.” der. Fakat ne yazık ki “güvensizlikte” başa sardık. Dinin hedefi; "bir kişinin/kadının tek başına güvenli olarak güvensiz Hicaz Çölünde seyahat etmesi." Bu da gerçekleşti. Sadece bu değil vahyin rehberliğinde farklı inançlara mensup "Müslüman, Müşrik ve Yahudileri" Dünyanın ilk anayasa mutabakat metni olarak görülen Medine sahifesi ilkeleri ışığında bir arada yaşattı. Farklı olan farklı olanı anladı yok etmedi. İnanç tercihinde zorlamadı. Günahı varsa ki vardır. Allah'a ve ahirete bıraktı. Peygamber niçin savaştı? Sorusuna cevap; kendini ve değerlerini savunmak ve korumak içindi. Yoksa kimseye saldırmadı. Zira savaş ölmek veya öldürmek için değil, üzerinde özgürce, barış ve güven içinde yaşamak için yapılır. Kur'ân "…Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın…" (Bakara, 2/191) âyetinde geçtiği üzere yaşamınıza kast edenlere ve değerlerinize yapılan tecavüze karşı gelmek için savaşırsınız.
Din görevlisi olarak zaman zaman Almanya'ya gittim. Almanya'da çalışan işçilerin sosyal güvenlik imkânlarına sahip olmalarına rağmen "memleket özlemi ve havası" burunlarında tütüyordu. Hatta büyük bir kısmı orada yaşama imkânımız olmasa bile cenazemizi mutlaka memlekete götürün diyenler de vardı.
Yıllar önce bu topraklarda başörtüsü problemi vardı. Arkasından acı ve hüzünler de bırakarak çözüldü. Fakat Süleyman Demirel’in bu problemi çözeceği yerde "başörtüsü takmak isteyenler Suudi Arabistan'a gitsin" sözleri toplumda derin teessür bırakmıştı. Bir idarecinin görevi bütün toplum kesimlerinin problemlerine duyarlılık göstermesidir. İnanan, inanmayan, müşrik, münafık, dindar olan, dindar olmayanlar kendi tercihlerinde özgür olmalıdırlar. Bir toplumun can damarı özgür düşüncedir. Özgür düşüncenin, can ve mal güvenliğinin olmadığı toplumlarda kimse yaşamak istemez.
Yukarıda geçtiği üzere Afganistan, Pakistan, İran'da bazen yönetimler bazen de dini gruplar kendileri gibi düşünmeyen, inanmayan, giyinmeyen insanlara hayat hakkı tanımıyor, öldürüp veya hapsediyorlar. Böyle toplumlar kapalı toplum olduklarından buralarda nefes alınamıyor. İdareciler her türlü çirkinliği işlerken kimseye hesap vermek zorunda hissetmezler. En lüks saraylarda yaşar, lüks arabalarda gezerler. Bunları eleştirenleri de en ağır cezalara çarptırırlar. Firavun uygarlığının bir nevi olan “doğu despotizmi” karakterini koruyor.
Demokratik toplumlar birbirinden farklı insanların bir arada yaşadığı birbirini dinlediği toplumlardır. Özgürce birbirlerini dinlemeyen insanlar siyasetten, özgür teşebbüse, müzikten sanata, mimariden edebiyata kadar yeni eserler üretemezler. Yeni bilgi üretemeyenler ya kendilerini tekrar ederler ya da iki de bir "Hz. Ömer'in adaleti" deyip tarihe sığınırlar. Şair'in "…Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyâya milliyyet nedir öğretmişiz!" kuru hülyalarına sığınırlar. Veyahut dilencinin dilenirken "bakmayın siz benim dilencilik yaptığıma babam bu memleketin en zenginiydi." Veyahut dazlak kafalının "siz benim kafamda tek saçın olmadığına bakmayın annemin sırma saçlarını görseydiniz imrenirdiniz" boş lafları kimseyi iknaya yetmiyor.
Toplumlar tek tipçi olarak değil farklılıklarıyla varlıklarını devam ettirirler. Farklı olanı yok etmek en başta kendimize yaptığımız kötülüktür. Bu kâinatta bile böyledir. Mesela bizim gördüğümüzde kaçtığımız bizi ısırmasından dolayı ödümüzün koptuğu yılanları öldüren insanlar ekolojik dengeyi bozduğundan dolayı ağır para cezasına çarptırılıyor. Bize zararlı olabilir. Fakat doğal dengeyi koruduğundan yaşaması ve yaşatılması gerekiyor.
Tıpkı bunun gibi hoşlanmasak da her türlü inanç bu topraklarda "güven" içinde yaşamını devam ettirebilmelidir. Avrupa’ya gitmeye ihtiyaç duyulmamalıdır. Avrupalı Aliya İzzet Begoviç'in tespitiyle "tarihi yaşanmışlığımız" olduğu için bize gelmeliydi. Fakat bugün farklı inançlar değil Müslüman bile Müslüman’a hayat hakkı tanımayıp öldürüyor. Bunu da "cihat" telakki ederek bundan "sevap" umuyor. Şaire bizde müracaat edelim;
"Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile... Âlem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nâfile!
Kaç hakîkî müslüman gördümse, hep makberdedir; Müslümanlık, bilmem amma, gâlibâ göklerdedir!"
Yüz yıl önce Ziya Paşa’nın resmettiği durumumuz şimdikinin aynısı değil mi?
“Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm,
Dolaştım mülk-ü İslam’ı, bütün viraneler gördüm.” Ziya Paşa’nın “küfür diyarı” dediği Avrupa’dır. İslam diyarı ise, Müslümanların şehirleri…
Vahyin Hedefi; Güvenilir İnsan ve Güvenli Coğrafya İnşası
Teknolojiden bilime, hukuktan sanata, demokrasiden hukukun üstünlüğüne kadar her alanda bugünün cazibe merkezi haline gelen Kanada, Almanya, Yeni Zelanda, İsviçre ve Hollanda gibi yaşanabilir ve güvenilir olduğunu hayal edin. Meşhur aktivist Martin Luther King’in ekonomik haklar ve ırkçılığa son verilmesi için çağrıda bulunduğu konuşmada söylediği söz; "I Have a Dream", "Bir Hayalim Var" motto haline geldi. Benim de hayalim; imanın yüklediği misyonu hayata taşıyan “güvenilir insan” ve “güvenilir” toplumdur.
Diyanet İşleri Eski Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu “Yirmi birinci yüzyılda İslam dünyası kaybettiklerini kazanmaya başlayacaksa ilk kazanacağı şey kesinlikle ahlakımız olmalıdır.” Bu ahlakî özelliklerin başında da bireylerin güveni, şehirlerin güveni ve coğrafyanın güvenilir olmasıdır.
Kur’an-ı Kerim, bazı şehir ve mekânların öne çıkan başat özelliklerine dikkat çeker. Dikkat çekilen bu vasıfların kendilerine değil de ayetin kendisine baktığımızda mesajı net anlamamamız zorlaşır. Hâlbuki bizim atasözünde geçtiği üzere “parmak ay’ı gösterdiğinde, aptallar parmağa bakar…” ironiliğine düşebiliriz.
Kur’an-ı Kerim’i okurken Allah’ın ne dediğine değil de ne demek istediğine “bu âyetin nâzil olmasına vesile olan olaya” odaklanmazsak mesajın yerini bulması imkânsızlaşır. Benim dikkatimi çeken âyetlerden birisi de şudur: "Allah şöyle bir temsil getirir: Bir şehir halkı vardı: Güvenlik ve huzur içinde idi, rızıkları her yandan bol bol, rahatça geliyordu. Derken Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler, Allah da halkının işlediği suçlar sebebiyle o şehre açlığı ve korkuyu tattırdı, açlık ve korku elbise gibi kaplayıverdi bütün vücudlarını." (Nahl, 16/112) Âyette geçen emin şehir; güvenin, barışın ve refahın olduğu yerdir. Can güvenliğinin üst seviyede olduğu şehir. Vahiy güvenliğin olduğu “emin şehir” inşasını hedef olarak gösterir. Günümüzde her yıl “Yaşanabilir Şehirler Raporu” yayınlanıyor. Yaşanabilir Şehirler Raporunda Müslüman toplumların çoğunlukta yaşadığı şehirler ne yazık ki listenin alt sıralarında yer alabilmektedirler. Ülkeler yaşanmaz olurken şehirler de yaşanmaz grubunda yer alıyor.
Eğer din bütün insanların emniyet içinde yaşatılması gereken bir ilkeler toplamı olarak görülmezse “dindarların” elinde birbirlerini yok etmeye çalışan bir silaha ve canavara dönüşür. Bu da tamamen dini anlamaya bağlıdır. Kur'ân vahyini doğru anladığınızda rahmete vesile olan âyetler yanlış anlaşıldığında ölen de öldüren de Müslüman olabiliyor. Âyette geçtiği üzere "…güvenlik ve huzur içinde idi, rızıkları her yandan bol bol, rahatça gelen" yerküre olarak değil birbirlerinin kanına ekmek doğrayan insanların yaşadığı yerler haline gelir.
Batı dünyası tarihte iç savaşlar yaşadı. Farklı mezheplere mensup insanlar birbirlerine hayat hakkı tanımadı. Fakat daha sonra ortaya koydukları hukuk ve demokratik ilkeler ışığında “bize de örnek olacak şekilde” bir arada yaşamayı öğrendiler.
Bizim yeniden dünyayı keşfetmemize gerek yoktur. Tarihi tecrübemiz var. Bir Arada yaşama ve yaşatmayı becerebilir, yaşadığımız coğrafyayı daha yaşanabilir hale getirebiliriz. Bunu da sürekli "düşmanlık, nefret ve kin" pompalayarak değil tahammül ve merhametle yapabiliriz.
231 dünya şehrinin sıralandığı Uluslararası Araştırma Şirketinin yaptığı “20'inci Mercer Yaşam Kalitesi” anketinin istikrar, altyapı, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim kıstaslarının sonuçlarına göre Türkiye'den yer alan tek şehir İstanbul’dur. Ankete göre yaşam kalitesi açısından yaşanabilir şehirlerin geri kalanları tamamen batı dünyasına ait şehirlerdir. (www.hurriyet.com.tr)
Yeni Zelanda’nın en fazla nüfusa sahip kenti Auckland, 140 kentin bulunduğu yaşanabilir şehirler sıralamasında ilk sırada yer alırken, sonuncu sırada ise Suriye'nin başkenti Şam yer aldı. Hâlbuki bir zamanlar Şam diyarı özlenen şehirdi.
Listede Auckland’ı sırasıyla, Japonya’nın Osaka, Avustralya’nın Adelaide, Yeni Zelanda’nın Wellington şehirleriyle Japonya’nın başkenti Tokyo takip etti.
En Dürüst Şehir
Dünya genelinde pek çok alanda toplumun farklı sektörlerindeki vatandaşların ne kadar dürüst olup olmadığı kıyaslandı ve en iyi listesi oluşturuldu. Zürih liste başı olurken, Türkiye'den herhangi bir şehir ilk 75'e giremedi. Şehirde yaşayan fertlerin dürüstlükleri "cüzdan testi" ile ölçüldü. Toplamda 17 bin cüzdan bilinçli olarak sokakta düşürüldü ve kaç tanesinin iade edildiğine bakıldı. Daha sonra yerel yetkililerin, belediyelerin ve daha üst otoritelerin dürüstlük verileri kayda alındı. Burada da şeffaflığa, harcamalara, yolsuzluk raporlarına, kayıt dışı ekonomiye, basın özgürlüğüne bakıldı. Ayrıca şehirde yaşayan kişilerin komşularını nasıl değerlendirdikleri ile ilgili anketler yapıldı. (https://tr.euronews.com)
Turist olan bir kişi istasyonda iner ve istasyonun çıkış kapısına geldiğinde cüzdanının olmadığını fark eder. Kartlar, paralar vs. gitti der. Görevliye giderek durumu anlatır. Görevli sakin bir şekilde: “Trende düşürdüğünüze eminseniz, aynı tren şu kadar dakika sonra tekrar bu istasyona gelecek. İndiğiniz kapının yerini hatırlıyorsanız orada bekleyin. Düşürdüğünüz koltukta ya da yerde cüzdanınızın durduğunu göreceksiniz” der. Tam söylenilen dakikada tren gelir ve cüzdanına hiç dokunulmadığını görür.
Tahmin ettiğiniz gibi, bu ülke bizleri sürekli bizi şaşırtan, birbirinden ilginç icatlarıyla sürekli gündeme gelen Japonya. Yazar başka hatırasını anlatır: “Tokyo’da bir üniversiteyi gezmeye giderken, bizim belediye otobüslerine benzer bir otobüse binmiştik. Bizdekinin tam tersi, binişler orta kapıdan, inişler ise ön kapıdan yapılıyor. Ücretler ise kesinlikle ineceğin zaman ödeniyor. Hatta bir ara ücreti makineye yatırma teşebbüsünde bulunduğumuzda kat’iyen yapmamamız gerektiğini söylediler. İneceğimiz yere vardığımızda, otobüsün içindeki para makinesine ücreti vermeye yöneldik. Kaç durak geldiysen o kadar ücret veriyorsun. Bir durak 100 Yen, 3 Durak 150 Yen, 10 Durak 350 Yen gibi tuşlar vardı. Bizi gezdiren ev sahibimize dedim ki: “Kaç durak gidildiğini kim sayıyor. Ya fazla durak gidip az gitmiş gibi tuşa basıp para ödersek?” Verdiği cevabı tabii ki tahmin ediyorsunuz: (Bunu ancak yurt dışından gelen senin benim gibi turistler düşünür.) “Japon asla başkasının hakkına girmez. Kimse bilmese de, kaç durak geldiyse o kadar ücreti öder.” (http://www.ocakmedya.com)
Kimse Ayranım Ekşi Demez
İnsan ne kadar kötü de koksa, kokusu kendisine misk gibi gelir. Herkes kendisini en iyi bilir. Fakat artık ülkelerin, şehirlerin yaşanabilirlik endeksleri çıktı. Bu endekslerden birisi de vatandaşlık kalitesi endeksi (QNI) endeks ülkelerin yaşanabilirlik güvenlik şartları, hayat kalitesi, kişiyi geliştirme imkân ve fırsatları sunması, sağlık hizmetleri vb. faktörlere göre sıralama yapıyor. Türkiye vatandaşlık kalite endeksi sıralamasında 159 ülke içinde 76. sırada kendine yer buldu. İslam Coğrafyasının en iyisi olma iddiasında olan Türkiye’nin durumu böyleyse gerisini düşününüz. Arabistan, Afganistan, İran, Irak, Yemen, Sudan, Pakistan… Bu ülkelerde yaşamak isteyen, yatırım yapmak isteyen veya üniversite diploması kaliteli olan yok gibidir. Hâlbuki iman insana kalite, değer katar ve insanı “sultan” yapardı. İmanın gereğini yapmayarak çifte standart uygulayanlar için Kur’ân’ın ifadesiyle “…De ki onlara: İmanınız size ne fena şeyler yaptırıyor?” (Bakara, 2/93) İman, miras olarak alınmışsa etki gücü azalır. Bireyin kendi kazanımıyla elde ettiği iman, hem bireyin hayatını hem de sosyal hayatı etkiler. Eğer inanç bid’at, hurafe, yanlış bilgiyle “kirlenmişse” sahibine de topluma da fayda sağlamaz. Velev ki üst seviyede namaz, hac, oruç vb ibadetler yapılsın!