Kur’ân-ı Kerim’in çokca söz ettiği anlam kaymasına uğradığı kavramlardan birisi de küfürdür. Küfür "örtmek, gizlemek; nankörlük etmek" gibi manalara gelir. Küfür kavramı kök halinde Kur’ân-ı Kerim’de kırk bir yerde geçmektedir. Bu âyetlere bakıldığında bugünkü anlamda münkir, “tanrı tanımaz/ateist” anlamında kullanılmaz. Ne yazık ki küfür kavramı hem dilimize hem de yazılı kültürümüze “Allah’ı inkâr” eden olarak geçmiştir. Hâlbuki Kur’ân’ın nazil olduğu ilk toplumda Allah’ı inkâr eden kimsenin varlığından haberdar değiliz.
Hicaz coğrafyasında yaşayan Yahudi ve Hristiyanlara Kur’ân’ın kâfir demesi (Mâide, 5/73) Allah’ı değil gerçeğin, vicdanın, aklın üstünü örttüklerindendir. Bu bilgiyi de Hicaz toplumu hakkında en sağlam bilgiyi veren vahiyden öğreniyoruz. Bir de vahyin nüzulüne yakın dönemlerde yazılan tarihi kaynaklarda Kur’ân’ı kabul etmeyenlerin münkir/ateist değil müşrik olduğudur. Müşriklerin temel özelliği Allah’ı inkâr eden değil, vahyin anlattığı hakikatleri kabul etmeme ve bu hakikatlerin üzerlerini örtmeleridir. Vahyin özellikle ahiret hayatı hakkında anlattığı bilgileri kabul etmemedir. Ki aslında hakikatı örtmek yok saymak, inkâr etmekten daha ağırdır. Çünkü bir gerçeği yok saydığınızda o gerçek ortadan kalkmaz. Mesela; “Allah yoktur” diyerek sıyrılmaya çalışırsınız, fakat o yok olmuyor. Tıpkı güneşin, ayın yok sayılmasıyla yok olmadıkları gibi. Asıl problem hayatı anlamsız hale getiren, gerçeği örtmek, ters-yüz etmektir. “Allah vardır” dersiniz arkasından putlar da var diyerek algı oluşturur ve gerçeği ters-yüz edersiniz.
Bir şeyi inkâr ettiğinizde muhatap bunun olup olmadığını “merak” ederek araştırmaya başlar. Fakat gerçeğin üstünü örterek/küfrân muhatabın zihninde hileli yönlendirme yaparsınız. Bu baskı Kilisenin yaptığı gibi bazen akla, bazen de vicdana yapılır.
Kâfir yaşadığı hayatın hesabını vereceği ahiretin olmasını istemez. Bu gerçeği örter. Vicdanı “zâlimin hesabının vereceği mahkeme var” dese bile kâfir örter. Kur’ân vicdanlara seslenerek “Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkâr ettiler…” (Neml, 27/14) der. Günah işleyen başkasının görmesini istemediği için zaten melek yok diyerek ortadan sıvışır. Böyle yaparak sadece gerçeğin üstünü örter. Hakikat yok olmaz. Tıpkı birisinin güneş yoktur demesiyle yok olmaması sadece gözünü kapatarak kendisine karanlık yapması gibi.
Kâfir kavramı sadece dini terminolojide kullanılmaz. Hayatın her alanında geçerlidir. Sevmediğiniz veyahut hesabını veremeyeceğiniz bir iş yaptığınızda bunu örter görünmesini istemezsiniz.
Allah’ın insana verdiği nimetler sonsuz ve sınırsızdır. (Nahl, 16/18) Sonsuz ve sınırsız nimetlerin hesabını sonlu ve sayılı ibadetle ödemek mümkün değildir. Bu hesabı ödemek istemeyen ahiretin olmadığını söyler. Ahirete inanmak hesabı yüklenmek demektir. Fakat inanmamakla yok olmuyor. Tıpkı insanın ölüm gerçeğini yok edemediği kabri ortadan kaldıramadığı gibi. En iyisi bunların varlığını ve gerçeğini kabul ederek hesabını vermeyi de dikkate almaktır.
Din bireyin borçlu olduğu gerçeğini haykırmak için geldi. Çünkü gerçeği “tekeline” alıp “menfaatine” göre yorumlayan Mekke’nin tüccarları, kâhinleri/din adamları ve yöneticileri vardı. Kur’ân dini bunların tekelinden alıp herkese gerçeğin kapılarını açtı. Mesela meşhur Kur’ân yorumcularından birisi de Abdullah b. Mes’ut’tur. Abdullah b. Mes’ut Mekke’de “deve çobanlığı” yapıyordu. Müslüman olduktan sonra vahyin herkese açtığı kapıdan o da girip vahyi yorumlayanlardan birisi oldu. Bu bilginin sahibine kazandırdığı farklılıktır. Kişi başkasından kiloyla değil, sahip olduğu bilgi ve bu bilgiyle ürettiği ahlaki davranışlarla ayrılır.
Kur’ân Kâinata İşaret Eder
Kur’ân kendisini gerçek yol gösterici olarak anlatır. (İsra, 17/9) Çünkü yanlış rehberlik yanlış yola ve anlamaya, yanlış anlamada ters yöne götürür. Yine Kur’ân “bakınız, ibret alınız, tefekkür ediniz, araştırınız, geziniz, düşününüz” der. Kur’ân kendisini okuyanların kendi sahifeleri arasında hapsolmasını istemez. Aksine dış dünyaya yönelerek yeni yaratılan kevni âyetler üzerinden yeni keşiflere yöneltir. Kur’ân’ın taleplerini yerine getirmek için ona inanmak gerekmiyor. Hatta yaşadığımız dünyada kevni veya ilmi âyetleri Kur’ân’a inanmayanlar daha çok araştırıp yeni fikirler üretiyorlar. Ne yazık ki “Kur’ân’a inananlar” bu emirlerin gereğini yapmayıp sadece Kur’ân’ı tekrarlıyorlar. Kur’ân’a iman etmeyenlerin oku, düşün, âdil ve merhametli olunuz emirlerine, iman edenlerden daha çok riayetleri bilinen bir gerçektir. Gereği yapılmayan ilahî emir de olsa o emir anlamsızlaşır. Yok, hükmüne geçer.
Hal-i pür melalimiz şuna benziyor. Ramazan ayında susuzluktan dili damağına yapışan Babamız bizden bir bardak su istediğinde “baba ne güzel konuşuyorsunuz. Lütfen bu sözünüzü tekrar eder misinz? Sizin bu sözünüzü torunlarınıza ezberleteceğim. Güzel sesli müzisyen torununuz bu sözden güzel beste yapacak. Yarın erkenden bir hattata uğrayıp en güzel hatla yazdıracağım. Annem sizin bu sözünüzü çok sevdi. Sizin bu güzel sözünüzü Mekke’den getirdiği Çin tesbihiyle günde yüz defa tekrarlayacak” dediğinde babanın sabrı taşar mı? Taşar. Evladım! Bana bir bardak su getirir misin? Bugün çok susadım” der. Su getiren yok. Tekrar eden çok.
Yukarıda geçtiği üzere Müslümanların Kur’ân ile ilişkisi ne yazık ki böyledir. Allah “oku” diyor. Okuyan yok. Okuma endekslerinde Müslüman ülkeler dünyanın son sıralarında debeleniyor. “Aklınızı kullanın” emrini sadece tekrarlayan topluluk “Allah beni resûl olarak gönderdi” diyenlerin peşine takılıyor. İyi ve dürüst olup kaliteli insan yetiştirmeyi merkeze alanları müstesna, bütün sermayeleri üzerlerindeki cüppe, başlarındaki sarık ve suratlarındaki sakaldan ibaret olan “kişilerin” peşinden sorgulamadan sürü psikolojisiyle insan gidiyor.
Geçen İlahiyat Fakültesinde derste öğrencilerin dersin uzunluğundan haklı olarak sıkıldığını görünce takılayım dedim. “Arkadaşlar! Mezun olduktan sonra öğretmen veya memur olarak atanma derdiniz olduğunda kafaya sarık, üstünüze cübbe bir de güzel yüzünüze bir tutam sakal uzatın” gittiğiniz yerde arkanıza baktığınızda müritten geçilmez. Fakat ahirette hesabını zor verirsiniz. Çünkü insanların dini duygularıyla oynamak vebal” dediğimde öğrenciler tebessüm ettiler.
Hayatın Anlamı
Bazı insanlar belli bir alanda uzman olunca kendilerini bütün alanlarda konuşmaya yetkili görüyorlar. Mesela; Prof. Dr. Celal Şengör Hocayla yapılan nehir söyleşide “…Peki siz ne zaman ateist oldunuz? Sorusuna şöyle cevap veriyor; “…Beş yaşındaydım. Dadım Elizabeth'in bana Alman masalları kitapları getirdiğinden söz etmiştim. Ben bayılıyordum onlara; Bremen Mızıkacıları, Kırmızı Başlıklı Kız, Rapunzel... Bir gün sıra Hansel ile Gretel’i okumaya geldi. Oradaki cadıdan benim ödüm patlamıştı. Korkmamamı, cadının gerçek olmadığını ve bunun sadece masaldan ibaret olduğunu söyleyerek beni ikna etmeye çalışıyorlardı. Demek pandispanyadan ev gerçek değil diye düşündüm. En sonunda da cadının olmadığına ikna oldum ve konuyu kapattık. Aradan birkaç sene geçtikten sonra annem bana Allah'ı ve peygamberi anlatmaya başladı. Aklım birden çok karıştı. “Allah nerede oturuyor?” diye sordum. Annem bunun sorulmaması gerektiğini söyledi. Düşündüm, Allah bir sürü iş yapıyor ama kendisi ortada yok. Üstelik yaptığı işin izi de yok. Bir şeyler yapıyor gözüküyor ama aslında yapılanlar ona atfediliyor. En sonunda anneme sordum “Allah'ın masaldaki cadıdan ne farkı var?” Annem bana o farkı anlatamadı. Dolayısıyla Allah varsa o zaman cadı da vardı. Ama cadı yoksa o zaman Allah da yoktu… (…) Bir taraftan cadının olmadığını söylerken bir taraftan da cennet ve cehennemden söz edemezdik…” der. Bir inancı kabul etme veya etmeme bireyin tercihine kalmıştır. Fakat bir tarafta kâinat hakkında derinlikli analizler yapan, yer kürenin oluşumuyla ilgili farklı akademik bilgiler veren birisinin inancı kabul etmemeyi “çocukluk döneminden” kalma yüzeysel cadı hikâyesiyle açıklamak fikri ve vicdani kaçıştır. Aslında “kültürel Müslümanlık” adına da olsa Prof. Dr. Celal Şengör’ün Allah korusun, rahmetli kavramlarını sık sık kullandığını görmek mümkündür.
Yıllar önce sanatçı İbrahim Tatlıses ağzından çıkanı kulağının duymadığı sözler söyleyince birisi araya girerek “Lütfen! İbrahim Beyi fazla konuşturmayın. İbrahim Bey sadece türkü söylesin” demişti. Prof. Dr. Celal Şengör’ün “Senin Cahilliğin Benim Yaşamımı Etkiliyor” kitabını okurken ben de “Keşke! Prof. Dr. Celal Şengör, hep jeoloji anlatsa, kâinatı okumanın ve incelemenin inceliklerini anlatsa insan keyifle dinler. Yoksa “…bizim evde Diyanet İşleri’nin çevirdiği üç cilt şahane bir Kur’ân vardı” (s. 60) dediğinde eyvah diyorsunuz! Tıpkı konuşmalarında “kaş yapayım derken göz çıkaran“ kıssacının hararetle “Allah Zekeriya’ya oğlu İshak yerine kurban etmesi için keçi gönderdi” hikâyesindeki yanlışların neresini düzelteceksiniz. Zekeriyya değil İbrahim, İshak değil İsmail, keçi değil koç kurban edildi.
Prof. Dr. Celal Şengör, uzmanı olduğu jeolojiyi anlattığında hem kendisi hem de dinleyenler Anadolu tabiriyle “zevkten dört köşe” oluyor. Fakat alan dışına özellikle din alanına kaydığında sahip olduğu jeoloji birikim ve hâkimiyetini kullanarak dini eleştiriyor. Eleştirebilir. Fakat beceremiyor, kendi kalesine gol atıyor. Çünkü din ile ilgili anlattığı bazı bilgiler kitabî değil şifahi ve sathi bilgilerdir. Jeolojiyi “hayat tarzı” haline getiren uluslararası bir bilim adamı kendi alanıyla iktifa etse, o zaman tadından yenmez. Aksi halde hocanın kitabının “Senin Cahilliğin Benim Yaşamımı Etkiliyor” sözünden mülhemle “sizin sadece statü ve ünlü oluşunuzu kullanarak uzmanı olmadığınız alanda konuşmanız bu toplumun yaşamını çok kötü etkiliyor. Yanlış jeoloji bilgisinden dolayı nasıl ki insanlar hop oturup hop kalkıyor, uykuları kaçıyor, psikolojileri bozuluyorsa, uzmanı olmayan tarafından pompalanan yanlış “dini bilgi” de insanları yanlış yönlendiriyor. Hatta toplumu manipüle ediyor. Herkes her konuda uzman olmadığı için “uzman mış” gibi konuşmamalıdır. Ne yazık ki Orta Doğu’da bu kaide büyük oranda geçerli değildir.
Mesela; Prof. Dr. Celal Şengör’ün dinler hakkında “Öyle ki insanlığın icat ettiği en zararlı şey dindir; Tarih boyunca en çok kan dökmüş ve kültür zenginliklerini ortadan kaldırmış en yaygın kurumlar dini kurumlardır…” diyerek bütün dinleri aynı sepete koyup hüküm vermek bilimsel veriye dayanmıyor. Çünkü tarihe kısa bir gezinti yapıldığında; birinci dünya savaşında 17 Milyon, Hiroşima ve Nagazaki’de 250 Milyon, Kamboçya’da 3 Milyon, Irak’ta 2 Milyon, Bosna’da 500 Bin insan öldürüldü. Stalin’in 20 Milyon, Mussolini’nin 400 Bin, insanı öldürttüğünün faturasını dine çıkartmak problemli anlayıştır. İnanalım inanmayalım herkes tercihinde özgürdür. Kur’ân, “Artık isteyen inansın, isteyen inkâr etsin…” der. (Kehf, 18/29) Kimse kimseye din dayatamaz. Din dayatmayı dinin kendisi onaylamaz. (Bakara, 2/256) Din bireylerin din tercihine imkân tanır. Hatta Kur’ân, inanmayanın inancına hakaret ve saldırıyı bile kabul etmez. (En’âm, 6/108) Kur’ân bireye gözlem, analiz ve sentezle inancını kendi aklıyla bulmasını ister. Arayıpta bulamayana da “sabır” dilenir. Fakat Kur’ân’ın ifade ettiği gibi “…helak olacak kişi apaçık bir delilden sonra helak olsun, diri kalacak kişi apaçık bir delilden sonra hayatta kalsın…” (Enfâl, 8/42) derken inansın veya inanmasın bunun gerekçesini bilgiye, belgeye ve kanıta dayandırılmalıdır.
Prof. Dr. Celal Şengör Hoca, günümüzde eğitimin bir ilkesi haline getirilmesi gereken mottoda; “My job is my hobby” işim benim hobimdir. Diğer tarafta “…okuyun, bir işte siz tek olun, çevrenizi anlayın, tabiatı tanıyın” diyerek yazdıklarını karakter haline getiren, bilimsel çalışmalar için dünyada gezmediği kıta bırakmayan bir jeologun inançla ilgili yukarıda geçen “sıradan satırlara” ceffel kalem/bir çırpıda atmak, hem kendisi hem de toplum adına sağlıklı değildir.
Prof. Dr. Celal Şengör, mutluluğu “istediğini yapabilme hürriyeti” olarak açıklarken insanın “anlamsızlığını” şöyle anlatır; “…Ben hep şunları sorgularım; Biz niye yaşıyoruz? Ve hayatın amacı nedir? Nihayetinde bana göre hayatın hiçbir amacı yoktur. Hayat sizin yüklediğiniz anlam kadar anlamlıdır. Peki, bizim yüklediğimiz anlam ne olacaktır? En akıllıcası Pascal'ın dediği gibidir: “Tabiat insan zihninde kendini tefekkür eder.” Gerçekten müthiş bir sözdür bu. Ben tabiatın beyni oluyorum, dolayısıyla tabiatın beyni olan adamlara da sonsuz bir sevgi ve saygı duyuyorum. Onun dışındaki adamın bir şempanzeden ya da bir foktan hiçbir farkı yok benim için. Benimki aslında sevmekten ziyade foktan ayıramamaktır. Bildiğin canlı işte… Ben bir ağacı kestiklerinde ne kadar üzülüyorsam bir insanı öldürdüklerinde de o kadar üzülüyorum. Daha fazla üzüntü duyamıyorum…” (Şengör, A. M. Celal, Senin Cahilliğin Benim Yaşamımı Etkiliyor, Masa Kitap, İst. 2023, 171-172)
İnsana iki şekilde bakılabilir; Birincisi, sadece eti, kemiği, kanı, sinirleri ve biyolojik özelliğiyle bakmak. Bu durumda insan, üreten, tüketen, çiftleşen, dışkı atan, hazcı, sadece midesini düşünen, tüysüz maymun veya foktan farklı değildir. İkincisi; kâinatın kendisi için yaratıldığı, merhametli, paylaştıkça mutlu olan ve değer üreten bir varlık olması. O zaman insan, umut, ümit, kaygı, sevgi, tefekkür, estetik, hüzün ve kederleri olan anlamlı bir varlık olur. Anlamdan kopuş anlamsızlık ve nihilizm doğurur.
Kâinata bakışta bile farklılık olur. Bir çınar ağacının yaşını, yapraklarını ve boyunu bilim açıklar, fakat çınar ağacının anlam boyutunu ve “muhteşemliğini” din yorumlar.
Bir insanın başına gelen en büyük felaket eşya-insan ilişkisinde anlam ve anlamdırmayı kaybetmesidir. Logoterapi/anlam ve anlamlandırma kuramının kurucusu Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabı iki buçuk milyon satılınca bunun başarı değil “çağımızın sefaleti” olarak adlandırır. Çünkü Yüz binlerce insan yaşadığı hayata anlam katamadan yaşıyor. Eğer insanın uğrunda çaba harcayacağı anlamlı bir çabası yoksa buna “varoluşsal boşluk” denir. Hayatında bir anlam, bir amaç, bir hedef bulunmadığını bu yüzden de devam etmesine gerek olmadığını söyleyen kişiye acıyın; yakında kaybolacaktır der Frankl. Devamında “iddia ediyorum ki dünyada en kötü koşullarda bile hayatta kalabilmek için hayatın bir anlamı olduğu bilgisinden daha etkili olabilecek bir şey yoktur.”
Modern dünyada şiddet ve intiharların sebeplerine bakıldığında “yaşamanın anlamının kalmadığını” söyleyerek hayatlarına son veriyorlar. Hâlbuki intihar edenlerin hayattan beklentisi yoksa yakınlarının, varsa çocuklarının, ülkelerinin yani hayatın onlardan beklentisi vardır.
Dünya hayatının anlamsız ve boş olmadığını anlatmak için Kur’ân gönderildi. “Sizi boş ve anlamsız bir oyun için yarattığımızı ve Bize dönmek zorunda olmadığınızı mı sanıyordunuz?” (Mü’minun, 23/116) âyeti insan nedir? Nereden geldi? Nereye gidecek? Sorularına cevap verir ve hayatın keşfini insana bırakır. Bunu da insan aklıyla yapar. Varlıkların içinde en değerlisi aklını kullanarak acı, hüzün ve kederlerine anlam katandır.
Victor Frankl, Nazi dönemindeki toplama kampında hayata ve yaşanan olaylara anlam kattığı için ayakta kalabildiğini söyler. Nietzsche’nin dediği gibi “yaşamak için bir nedeni olan insan her türlü nasıl’a katlanabilir.”
Bilimsel araştırmalarda halen yeteri kadar anlaşılamayan, çözümü güç olan insan, Prof. Dr. Celal Şengör’ün anlattığı kadar sıradan ve basit bir varlık olabilir mi? Hayatın anlamı yoksa bu kadar akademik çalışma yapmanın anlamı nedir? Niçin akademik tercihlerinizi ciddiye alıyorsunuz? Veyahut anlamsız bir hayatta insanlar sizi, sözlerinizi, çalışmalarınızı niçin ciddiye alsın ki?
Anlamlı ve anlamlandırılmış bir hayatta bazen bir ses, bir ışık, bir ısı, bir kuşun ötüşü, ney sesi, bir tabloya bakma, bir gezinti çok şey ifade eder. Fakat anlamsız hayatta dünya dolusu malınız, araba koleksiyonunuz, “ses sanatçısının dediği gibi “her şeyim, hatta uçağım bile oldu fakat mutlu olamadım” serzenişi gibi bu dünyada debelenip durursunuz.
İşin en acısı da sevdiklerinizi özellikle yetişmesine büyük emek verdiğiniz çocuklarınızı, bir ömür boyu aynı yastığı paylaştığınız eşinizi kaybettiğinizde “anlamsız bir dünyada” nasıl yaşayacağınızdır.
Allah’ın insana tanıdığı “inanma” veya “inanmama” tercihine tahammül edilmelidir. Anadolu toprakları sadece “farklı inananla” değil aynı zamanda inanmayanla da zenginleşir. Farklı inançlı insanların eksikliği Anadolu’yu fakirleştirir. “Hükümet Kadın” filmin repliğinde geçtiği üzere; “Dünya senden olmayanlarla hoştur. Onların sana verdiği ilimlerle kıymetlerle değerlerle hoştur. Sadece senin gibiler değil senden olmayanlar da çok yaşasın ki sende yaşa. Hele bir de onun gözüyle gör şu fani dünyayı. Herkes beyaz olsa o zaman beyazı fark edemessin ki! Veyahut ta siyah. Beyaz en güzel siyahta belli eder kendini. Beni ben yapan yegane şey benden olmayanlardır. O yoksa sende yoksun. Ne anlamın kalır ne rengin belli olur ne de tadın…” Vesselam.