Masal anlatımlarında geçtiği üzere “bir zamanlar ilçe müftüsü olarak görev yaptığım ilçede” kamuya ait çimento fabrikası vardı. Fabrika, çalışan işçi sayısının kalabalığından dolayı şehrin ekonomik nabzını elinde tutardı.
Çimento fabrikasına ihtiyaç olmadan dost-akraba kontenjanı üzerinden kapasitesinin üzerinde eleman alınmıştı. Fazla eleman fabrikayı kâr ettireceğine zarar ettirdi. Buna rağmen fabrikada çalışmak için herkes fırsat kolluyordu. Çünkü fabrikada çalışanların maaşı o dönemdeki memur maaşlarının üç katıydı. Aldıkları paranın etkisi ve bulundukları lüks şartlar fabrika çalışanlarını bir hayli şımartmıştı. Hatta birgün kahvede oturup sohbet ederken fabrika çalışanlarından birisi, şımarıklığın verdiği duyguyla cebinden para çıkarıp “var mı içinizde para yakacak”? demişti. Bu şımarıklığın zirvesiydi. Böyle bir şımarıklığın inişi de olacaktı. Oldu da!
Bir süre sonra fabrika özel sektöre satıldı. Özel sektör personel sayısını üçyüzden otuza indirdi. Daha önce üçyüz (300) kişiyle dönen fabrikanın çarkları otuz (30) elemanla döndü. Fabrika aynı zamanda kâra geçti. Diğerlerine ister asgari ücretle çalışma, ister emekli olma veyahut devletin başka bir kurumuna işçi veya hizmetli kadrosuna geçme tercihi tanındı.
Fabrika kısa süre içinde nankörlük ve şükürsüzlüğün prototipi olarak Kur’ân’da ibret olsun diye anılan Sebe Kavmini anlatan âyette geçti üzere “paramparça” oldu. (Sebe, 34/19) Bu modern dönemde bütün kamu kurumları için de geçerlidir. Devlete ait kurumların çalışma düzeni, sistemi ile özele ait olanların aynı olmadığı bir gerçektir. Bazen özel olan kuruluşta çay ikramıyla karşılaşırken devlete ait olan kurumda memurlar iş yapmak için değil yapmamak için bütün gayretini harcar. Geçen gün sadece bir imza için uğradığım kamu kurumunda memurlar “hocam! Yarın evrakları imzalatırız gelip alırsınız” dediler. Ertesi gün gittiğimde memurlar “hocam daha imzalatmadık” dediler. Ben de evrakları imzasız alıp çıktım. Anlaşılan kimse çalışmıyor, çalışanlar da çalışmamaya çalışıyorlar. Çünkü ürettikleri bir şey yoktur.
Yine geçen gün beraber yürüyüşe çıktığımız arkadaşla 600 (altıyüz) kişinin çalıştığı bir kurumun önünden geçerken arkadaş “hocam! Burası özel sektöre ait olursa 200 (ikiyüz) kişiyle daha verimli ve kaliteli çalışır” demişti.
Şunu unutmamak gerekir; İnsanlar başkasının işini yaparken kendi işi gibi ciddi ve içtenlikle magazin ifadesiyle “damardan” yapmıyorlar. Kalite ve davranış konusunda şu örnek çok verilir;
1-Özellikle kendi parasını kendisi için harcıyorsa; fiyat ve kaliteye mutlaka bakar.
2-Kendi parasını başkası için harcarsa; sadece fiyata bakar, kaliteye genellikle bakmaz.
Özellikle bayanlar alışveriş yaparken alacağı kıyafetin renk, desen ve modasına bakarken erkekler göz ucuyla fiyat etiketine bakarlar. Fakat istisnası vardır. Bu da mağaza sahibinin dikkatinden kaçmaz. Eşiyle alışverişe çıkan erkeklerden tıpkı direksiyonda eşiyle oturan erkek karizmasına/havasına sahip olduğundan yüksek fiyatla malı satarlar. Erkekler de eşine bir şey alırken “fâtih” havasıyla yürür. Karizmayı çizdirmemek için kaz gibi yolunduğunun farkında bile değildir.
3-Başkasının parasını kendisi için harcıyorsa, sadece kaliteye bakar, onun için fiyat önemli değildir. Adam arkadaşına lokantaya gidip yemek yemesini söyler. Arkadaşı da fırsat bu fırsat deyip Erzurum’un meşhur cağ kebabının siparişini verir. Garson cağ kebabı şişlerini taşımaya başlar. Fakat 1-2-3-4-5-9 derken garson dayanamayıp sorur. Abi! Kusura bakma üstüme vazife değildir. Fakat siz herhalde kendinizden yemiyorsunuz? Adam da sanane sen şiş getir, boş ver havasında kafasını sallayarak “evet kendimden yemiyorum. Arkadaşım ısmarladı” der. İnsan bu!
4-Başkasının parasını başkası için harcarsa, ne fiyata ne de kaliteye bakar. Umurunda mı dünya der!
Bütün bunlar ne anlatıyor? Kendi işimizi başkasının işini yapar gibi yapmıyoruz! Anadolu irfanında bir kimsenin sıkıntısına çare bulacak olan kişi, içtenlikle ve acı duyarak değil, “mış gibi” yaparak anlamına gelen “el elin eşeğini türkü çığırıp arar” sözü uzun deneyim ve tecrübenin ürünüdür. Bir kurumda işlerin sağlıklı yürümesi için yapılması gereken “herkes kendi eşeğini çağıracak” yani kendi işini yapmasını sağlamaktır. Eşeğin ona ait değil de başkalarına ait olduğunu bildiğinden yapmaz. Sonra da anayasa’ya madde koyar, sonra kanun, yönetmelik, yönergede yayınlasanız işler yürümez. Çünkü aradığı kendi eşeği ve işi değildir.
Yaz aylarında emek vererek üniversitede hobi bahçesine ektiğim kabaklar kurudu. Bunca yaz ayı verdiğim emeğim boşa gittiğinden üzülmüştüm. Hâlbuki bu hatadan tecrübe de kazanmıştım. Kabağın yakalandığı hastalığın uzmanı diyerek çağırdığım akademisyenin tavır, ilgisizlik ve bakışlarına baktığımda kabakların yerinde olsam “bırakınız bizi kuru kalalım yeşil kalmak istemiyoruz” derdim. Demek ki insan emek vererek ektiği ürüne üzülürken aynı duyguyu başkasının ektiğine göstermiyor. Sanki “kurumuşta ne olmuş” bırak bitkiyle uğraşmayı havasındaydı.
Yaklaşık otuz yıl önce kurulmuş bir Ziraat Fakültesinde çalışan bir akademisyeni ziyaret etmiştim. Kendisine, “Ziraat Fakültesi olarak topluma katkınız oldu mu?” diye sordum. O da gayet soğukkanlı ve hiçbir şey yapmamanın gururu veyahut geçmişte bir kamu kurumunda yıllık olarak yapılan faaliyetleri talep eden valiye dönemin bürokratı hiçbir şey yapmamamın pişkinliğiyle “şimdiye kadar hiçbir faaliyet yapılmadı bundan sonra da herhangi bir şey yapılmayacak” edasıyla konuşan akademisyen “sadece bir çeşit yonca yetiştirdik” demişti. Fakat herkes maaşını hem de peşin alıyordu. Özel üniversitede çalışmış olsa böyle konuşabilir miydi?
Bir annenin emek vererek, acısını, hüznünü, kederini yaşayarak yetiştirdiği çocuğ(un)a bakışıyla hiç çocuk yetiştirmeyen kadınların bakışı aynı değildir. Çocuk sahibi ol(a)mayan kadınların çocukları kucaklama, sevme bazılarına mide bulandırıcı bile gelse kirli yanaklarını şapırdatarak öpme alışkanlıkları azdır. Dünyadaki liderlerin eşleri başka ülkelere gittiğinde çocuklara ilgi gösterirken çocuğu olmayanlar pek de oralı olmazlar. Emek vererek çocuk yetiştirmenin özelliğidir.
Bu tıpkı Hz. Süleyman’a çocuğunun kurt tarafından yenildiğini söyleyen iki kadının hikâyesi gibidir. Çocuğu başka kadının tarafından sahiplenmesinden dolayı davacı olan kadına Hz. Süleyman çocuğu ikiye böleceğini söylediğinde çocuğun annesi bunu yapmayın, çocuk onundur demesi gibidir. Hâlbuki çocuk bu sözlerin sahibi olan kadına aitti.
Orman yangınlarını her gördüğümde Allah’ın binlerce âyetinin yok edildiğini görüyorum. Acaba ormanları ateşe verenlerin ektiklerini yaksanız nasıl tavır alırlar. Veyahut kendi çocuğuna gösterdiği ilgiyle başkasının çocuğuna bakışı aynı mıdır? Emek illa emek!
Hz. Peygamber’in verdiği bazı misaller vardır. Bunların birisi de şöyledir; “Eski zamanlarda bir peygamber, ağacın altında konaklarken kendisini bir karınca ısırır. Bu sebeple o peygamber karınca yuvasının yakılmasını emreder ve yuva yakılır. Bunun üzerine Yüce Rabbimizden ona şöyle bir uyarı gelir: “Seni bir karınca ısırdı diye mi Allah’ı tesbih eden ümmetlerden bir ümmeti toptan yok ettin!” (Buhari, Bed’ü’l-halk, 16, Cihad,153; Müslim, Selam,148,149,150) Burada olayın yaşanmasında maksat, insanla canlı ilişkisine dikkat çekmedir. İnsan bazen kızdığı, nefret ettiği bazı kimselerin yeryüzünde helak olmasını ister. Elinden gelse Kerbela misali bir bardak suyu bile çok görür. Hâlbuki Allah’ın, özenerek yarattığı birçok insana yağmuru, güneşi, suyu, ekmeği nankörlükten, hak etmediği halde vermeye devam ediyor. Yukarıdaki hadis-i şerîf, canlılarla ilişkimizin yol haritasını belirlemektedir.
Kamu kurumlarında çalışanlar iyi bilirler; İnsanlar çalıştığı kurumun peçete, aydınlatma ve klima vb. hizmetleri kullanırken kendisinin değil, başkasının parasını harcar. Kendi evinde gösterdiği titiziliği göstermez. Lambalar açık bırakıldığında evde kıyamet koparken kurumda “her şey mübah” mış atmosferinde yaşar. Hâlbuki bir şeyin mevzuata uygun olması onun dinî açıdan helal olduğu anlamına gelmez. Ahiretteki “mevzuat” çok farklıdır.
Baba Parasıyla NIKE, Kendi Parasıyla Normal Spor Ayakkabısı
Bir arkadaş anlattı. Hocam! Geçen gün orta ölçekli bir işte çalışan çocuğumun internetten sipariş ettiği ayakkabısınıa baktım. Markası belli olmayan sıradan bir ayakkabı almış. Fakat daha önceleri parasını ben ödediğim için ayakkabı mağazasına gittiğimde NIKE veya ADİDAS almaktan asla vazgeçmiyordu. Bunu da yerine getirilmesi gereken “imanın şartı” gibi telakki ediyordu.
İşini Güzel Yapma
Dünyanın en mükemmel arabasını şoförlük bilmeyen birisine teslim ediniz, çok kısa zamanda çalışamaz hale getirir. Çünkü işin ehli değildir. Güzel nimet, iyi aşçının elinde tadına doyulmaz iken, bilmeyenin elinde zehire dönüşebilir. En güzel kumaş iyi bir terzinin elinde mükemmel elbise olurken, acemi terzinin elinde yüzüne bakılmaz olur.
Rusya’ya gezmek için giden bir hocamızı evine misafir eden arkadaşı kendisine sadece patatesten yapılan tatları farklı beş çeşit yemek ikram etmişti. Ev sahibi “bizim evde patatesten onyedi çeşit yemek yapılır” dediğinde misafir hayrette kalmıştı. Çünkü misafirin eşi patatesten sadece “patates yemeği” diye bir çeşit yemek yapmaktadır.
Lokantasında sadece kuru fasulye pişirip satan insanlar vardır. Fasulyeyi o kadar iyi yapmaktadır ki öğle vakti olmadan bütün yemeği müşteriler tarafından tüketilmektedir. Çünkü işini, işi gibi güzel yapıyor.
Diş Hekimi Nazik ve Kibardı
Aynı kurumda beraber çalıştığımız bir arkadaş özel diş hekiminin kliniğine gitmişti. Beraber yürüyüş yaparken diş hekiminin tavrını, davranışını, kibarlık ve nezaketini öve öve bitiremedi. Diş bakım ve tedavisinden sonra memnuniyetini öyle anlattı ki insanın kliniğe gidesi geldi.
Ben de kendisine “Peki! Aynı hizmeti devlet hastanesinde alamaz mıydın? Diye sorduğumda “keşke aynı muameleyi devlete ait kurumda görsem de özel kliniğe gitmesem” dedi. Çünkü maaşından yaptığı tasarrufla bir anda yüklü miktarda parayı diş hekimine vermesi onu da rahatsız etmişti.
Devlet Hastanesinde çalışan doktor her halükarda hasta olsun olmasın aylığını alıyor. Fakat özel klinik sahibi işini kaliteli yapmasa gelen hastasına güleryüzlü davranmasa bazen çikolota ve çay ikram etmese para kazanamaz. İşleri kendi işi gibi yapıyor. Bu durum bütün birimler için geçerlidir.
Bir arkadaş çalıştığı kamu kurumunu şöyle anlattı. “Hocam! Çalıştığım birimde Ayda 100 000 (yüzbin) dolar maaş ödüyoruz. Peki, bu kadar paranın ödendiği kurumun topluma ve insanlara katkısı ne kadar diye sordum? Verecek cevabı yoktu. Katkısı son derece azdı. Âdeta yok gibiydi.
Özel okul sahibi, matematik öğretmenini çağırıp “hocam! Bu yıl üniversite giriş imtihanlarında öğrenciler sizin derste yeteri kadar soru cevaplandırmadılar. Kusura bakmayınız. Bundan sonra sizinle çalışmayı düşünmüyoruz” der. Türkçe hocasını çağırıp “hocam! Sizi tebrik ediyorum. Bu yıl öğrenciler imtihanlarda sizin dersin sorularını tastamam/full yaptılar. Sizin ücretinize zam yapmayı düşünüyoruz” der.
Ziyaret ettiğim devlete ait lisede okul müdürüne “müdür bey! Bu yıl son sınıflardan kaç kişi imtihan kazandı” dedim. Müdür Bey rahatsızlık duymadan “hocam! “sadece % 2” diyerek cevapladı.” Müdür Beyin kendi özel okulu olsaydı böyle mi konuşurdu. Ne yazık ki işleri kendi işimiz gibi yapmıyoruz.
İşini Güzel Yapma
Neyi en güzel yaparsanız müşterisi bulunur. Verimlilik elde edilir. Verimlilik ülkeler bazında da böyledir. İktisatçının iki ülke mukayesesi temel problemi çok açık olarak bunu göstermektedir. “…Benim uzun süredir yerleşik kanaatim hoşumuza gitmeyecek bazı mukayeselerden mutlaka olumlu bir şey çıkarmaya çalışmamız gereği. Avrupa’nın batısında Hollanda diye bir ülke mevcut; bu ülkenin yüzölçümü 34 bin kilometrekare ve nüfusu da 16.2 milyon. Ülkemiz Türkiye’nin yüzölçümü ve nüfusunu herkes biliyor ama bir kez daha hatırlatalım; yüzölçümü yaklaşık 790 bin kilometrekare, nüfus ise 85 milyon.
Bir karşılaştırma yaparsak Hollanda bizden alan olarak yaklaşık 25 kat daha küçük bir ülke, nüfusu ise bizim yine yaklaşık beşte birimiz. Türkiye’de kırsal alanlarda yaklaşık 25 milyon insan yaşıyor, tarımsal istihdam ise yaklaşık altı milyon. Hollanda’da ise kırsal bölgelerde yaklaşık 1.5 milyon insan var ve tarımsal istihdam da altı yüz bin dolayında.
Küçücük Hollanda’nın, bazen bizim Konya kadar deyip küçümseme eğilimine girdiğimiz bu ülkenin dünyanın en büyük tarım ihracatçısı olduğunu bilmem aramızda kaç kişi biliyor. Dev ABD’nin bile tarım ürünleri ihracatı Hollanda’nın biraz altında, üçüncü ise yaklaşık 46 milyar dolarla Fransa…” tespiti anlamlıdır.
Modern Dönemde Devlet
Geçmişten günümüze devlet aygıtı; aynı coğrafyada yaşayan farklı din, dil, ırk, cins, özellik, kültür ve inanca sahip insanların işlerini kolaylaştırmak, toplumu yaşanabilir kılmak için kurulan bir organizasyondur. “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” sözünde geçtiği üzere insan devlet için değil, devlet insan içindir. Devletin herhangi bir kutsiyeti söz konusu değildir. Tarihte devlet mekanizmasına yapılan kutsiyet atfı, farklı sesleri kısma ve eleştiriye kapı aralamama bir de yanlış uygulamaların kayıt dışı kalmasını temindir. Özellikle çoğulculuğu boğarak tekelciliği hâkim kılmadır. Bu da kabilenin başındaki “liderin” gitmesinin kabileyi dağıtacağı düşünülerek kabile reisine “kutsiyet atfetme” geleneğine dayanır. Bu büyük oranda geçmişte kaldı.
Bu minvalde günümüzde devletin üç tane temel fonksiyonu vardır; birincisi; vatandaşının hariçte can güvenliğini sağlamaktır. Çünkü insanların dış saldırılara karşı ordu kurup can, mal, nesil güvenliğini sağlaması mümkün değildir. Bunu devlet ordu kurarak sağlar bunun karşılığında da vatandaştan vergi alarak can güvenliğini sağlayanlara maaş olarak öder.
İkincisi; dâhilde güvenliği sağlamaktır. Her vatandaşın yine can, mal, namus ve çoluk çoğunu korumak için kapısına güvenlik görevlisi koyması mümkün değildir. (Bazı zenginler müstesnadır) Devlette dâhilde her vatandaşın gece-gündüz emniyet ve huzur içinde (bunu yapana emniyet güçleri deniyor) hayatını devam ettirmesi için güvenlik teşkilatı kurar. Bu teşkilatta görev alanların da maaşlarını yine vatandaşlarından toplayarak öder.
Üçüncüsü de; adalet kurumudur. Bir toplumda adalet müessesi sağlıklı çalışırsa o toplum güvenli ve huzurludur. Bir insanın yolu hastaneye düştüğünde doktorlar benim iyiliğim için çalışıyor. Beni tedavi etmek için ellerinden gelen her fedakârlığı yaparlar düşüncesi hâkim olmalıdır. Tıpkı bunun gibi hakkına tecavüz edildiğinde problemi çözecek bir merciin olması kaçınılmazdır. İnsanlar güle oynaya adalete güvenerek problemlerinin çözüleceğine inanmalıdırlar. Bu mekanizmanın çalışması da ancak devlet tarafından yapılmalıdır. Yoksa ortalıkta çek ve senet mafyalarından geçilmez. Herkes kendi hakkını almaya kalkarsa anarşi olur. Bundan dolayı “en kötü devlet devletsizlikten iyidir” denir. Çünkü anarşinin olduğu yende güvenlik olmaz. Bunu da adalet kurumu temin eder. Devlet adalet kurumunda çalışanların ücretlerini de yine vatandaştan toplayarak öder.
Bunların dışında kalan iş sahalarında büyük oranda yükü bireysel çabaya bağlamak gerekir. Yoksa geçmişte kamuya ait sümerbank mağazalarının başına gelenin aynısı gelir. Sümerbank mağazaları halıdan ayakkabıya kadar ürün çeşitliliğine rağmen kalite ve pazarlamayı iyi yapamadığından kapandılar. Sümerbanktan özellikle ayakkabı almak için giderdim. Personelin tavrı bakkallara eskiden asılan “peşin satan” resmindeki adamın tavrına benzerdi. Personelde benekli ineğin ahırdan alınıp mezbahaneye götürüldüğünde çiftçinin hüznü ve kederi yoktu. Sümerbank’ta kendi işini yapar gibi emekleri olsaydı kapanmazdı.
Bir öğretmen kendisine ait özel okulda, işçi fabrikada, amele tarlada, şoför otobüste çalışırken gösterdiği çaba ve özeni kamuya ait okulda da gösteriyor mu? Hayır!
Devlet vatandaşların inanç, fikir, nesil ve mal güvenliğini sağlar. Yoksa neye nasıl inanacaklarına vatandaşlar kendi karar verir. Devlet; toplumun sağlığı, ahlakı ve kamu yapısına yönelik şiddet ve hakaret olmadığı müddetçe kimseye fikir veya inanç dayatmamalıdır. Belli bir inancı benimseyip diğerlerini yanlışta olsa dışlamamalıdır. Çünkü vatandaş fikri, dinî ve iktisadî özgürlüğe sahip olduğunda daha kaliteli ürün yetiştirir. Baskı olduğunda ne kaliteli fikir ne de uluslararası arenada yarışacak mal üretimi olmaz.
Devlet kamuya ait okulunun, hastanesinin, fabrikasının inşaat, elektrik, su ve personel giderlerini vatandaşın vergilerinden karşılarken özel olana hiçbir masraf yapmaz, bir de üstüne vergi alır. Vatandaşta büyük oranda özel okulda hastanede, mağazada kaliteli hizmet alır.
Toplumsal kalkınma tabandan gelirse kalıcıdır. Ekonomik alanda vatandaşın ürettiği bilgi, ürün, teknoloji ve silah devletin kaliteli denetim ve iyi organisyonla ulusal veya uluslararası pazar bulur. Yeter ki balınız olsun sinek Bağdat’tan gelir. Uluslararası markaya herkes talip olur. Toplumu resmi/devlet kapısı yerine piyasa ekonomisine yönlendirme kalkınmayı hızlandırır. Aksi halde aklını, fikrini, inancını, geçimini kimse emanet etmişse onun emir kulu olur.
Batı Dünyası
Batının birçok ülkesinde devlet iç güvenlik/polis teşkilatı, dış güvenlik/ordu bir de adaletin işleyişini sağlayan kurumların dışındaki birimler özelleştirildi. Özelleştirilen kurumlar hem sahibi oldukları işleri zevkle ve keyifle yapıyorlar hem de ürettikleri katma değerden devlete vergi ödüyorlar. Böylece devlet sırtındaki yükten eğitim, sağlık, iktisadi, ziraî vb. kurumlara hem para ödemiyor, vergi alarak daha önce zarar ettiği kurumu işlevsel hale getiriyor. Doğu toplumlarındaki “devlet baba” anlayışı tersine çevrilmiş durumdadır. Birey ürettiğinden verdiği vergiden dolayı kurumları denetler. Devlet kurumları ürettiğinde vatandaşı denetler, ayar verir, bazen de havuç gösterir.
Doktora araştırma konum “Toplumun Yapılanmasında İlim ve Âlimin Rolü’ydü.” Tezin savunmasında jüri üyelerinden birisi şu soruyu sordu “Ben profesör olarak üniversitede çalışıyorum. Yazdığım ve söylediklerim ilkokul mezunu bile olmayan “tarikat şeyhi” kadar toplumda etkili olmuyor. Bunun nedeni nedir?” demişti. Ben de yaptığım okuma ve araştırmalarda edindiğim bilgiyle şöyle cevaplamıştım “Hocam! Sizin bilginiz ve akademik ünvanınız ne olursa olsun insanlar “sivil” olana daha çok rağbet ederler. Çünkü insanlar söylediklerinizin size çalıştığınız kurum tarafından size “söyletildiğine” inanıyorlar. Özellikle İslam Coğrafyasında yapılan savaş, zulüm, işkence, baskı ve dayatmalar, hukuksuz sistemin aparatı/parçası haline getirilen akademisyen, âlim ve mollalar üzerinden meşrulaştırılınca akademisyen, âlim ve mollaların söyledikleri insanlarda karşılık bulmuyor” demiştim. İkna oldumu bilmiyorum.
Müslüman Coğrafyada devlet mekanizması vatandaşın daha huzurlu olması için organizasyon değil; ekonomik çıkarlar için iktidara gelmek, bunu da yaparken kutsala sarılarak “dinî soslu” olmaya özen gösterenlerin yıllardır özlemini çektiği nimete kavuşmasına benziyor. Sanki bir çağ kapanıp yeni bir çağ açılıyor. Hâlbuki bu dünyanın makamları vahyin de işaret ettiği gibi “…insanlar arasında nöbetleşe döner…” (Âl-i İmrân, 5/140) Veyahut berberin döner koltuğu gibi “traşı biten kalkar.” Ne yazık ki Hint atasözünde geçtiği üzere “eğer birisi oturduğu koltuktan ısrarla kalkmak istemiyorsa altını ıslatmıştır.” Yani, Adaletsizlik, hukuksuzluk ve yolsuzluğa bulaşmışsa hesabını vermekten korkar.
Muhsin Kızılkaya’nın dediği gibi “…muhalefetin hangi yolla olursa olsun bir an önce iktidarı muktedirlerden alıp, onun yerine geçerek orta yerde duran her ne ise, iktidarın o zamana kadar nasiplendiği işte o “şeye” behemehâl sahip olma isteğindendir…” Tıpkı kavimler göçündeki “eskisi tamamen gidiyor, yenisi, yepyenisi tamamen geliyor” anlayışı tedavülde devam ediyor.
Devlet kurumu veya mekanizmasını hizmet üreten, ülkenin problemlerini çözen aygıt olarak değil, siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın Afrika için yaptığı analizde dediği gibi özelde Kenya’da genelde İslam Coğrafyasına teşmil edilebilir. “Kenya'da devlet, hizmet edilecek bir kurum değil, ele geçirilecek bir ödüldür. Kurumlarda yönetici olmak zenginleşme ve maddi imkana kavuşma aracıdır.” Michela Wrong’da "It's Our Turn to Eat” (Yeme Sırası Bizde) adlı eserinde kurumların yöneticiler için sırayla ele geçirilmesi gereken yerler olduğunu anlatır. Hatta ele geçirilmeyi bekleyen cephe hatları gibi görülüyor. Halbuki bu toplumun kurum ve kuruluşları “fethedilmesi” gereken kaleler değil toplumun malı ve emanetleridirler. Kurumları yönetmede vahyin de emrettiği gibi (Nisa, 4/58) “ehliyet ve liyakat” sahibine öncelik ve imkan tanınmalıdır. Bir de bu coğrafyada farklılıklarımıza tahammül ederek farklı görüşte olanlarımız birbirinin kurdu değil, yardımcısı, destekçisi olmalıdır.
Falanca mı Yönetsin Filanca mı?
Meşhur fıkrada geçtiği üzere; Nasreddin Hoca’nın evine misafir gelir. Hocanın evinde o anda sadece kışlık balı vardır. O da misafir ekmeğin arasına bal sürerek yer diye düşünerek balın küpünü getirip misafirin önüne koyar. Misafir belki de hayatında hiç böyle bal küpü görmediğinden olsa gerek eline kaşığı aldığı gibi keyifle ve ağzını şapırdatarak balı mideye indirir. Misafir karakovan balı her kaşıkladığında, balın ağızda erimesinin zevki ve sevinciyle “ahh yandım der!” Bu manzarayı seyreden Hoca balın bitişine dayanamaz “kardeşim! Şu kaşığı ver biraz da ben yanayım” der.
Kur’ân’ın hedefi insanın elinden tutmaktır. İnsanı merhametli, güvenilir, doğru sözlü, bilgi üreten, kendine yeten, çalışkan bireyler haline getirmektir. Yoksa Kur’ân inananlarına iktidara gelmeyi hedef göstermez. Ne yazık ki Müslümanlar ortadoğu coğrafyasında “ahlaklı insan” yetiştirmeyi değil, “ilahî bir emirmiş” gibi iktidara gelmenin darbe, savaş dâhil hileli yolları arıyorlar. Hatta Müslüman Coğrafyada kurum ve kuruluşların çoğu devlete ait olunca yöneticiler toplumu organize edecekleri yerde yönetme fırsatını ele geçirip Nasreddin Hoca’nın “şu kaşığı ver de biraz ben yanayım” diyerek ellerine aldıkları kaşığı hiç bırakmak istemiyorlar.
Ortadoğu haritasına baktığınızda aileleriyle kayd-ı hayat/ömür boyu kalan yöneticiler var. Bunlara hesap soran kurum ve kuruluşlar da yok. Batı da al gülüm ver gülüm diyerek ürettiği mallarının pazarını kaybetmek istemiyor. Güçsüzlüğün özellikle ekonomik güçsüzlüğün insanı getirdiği noktada ABD Eski Başkanı Donald Trump, Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz'e: "Bak Kral! Biz seni koruyoruz. Biz olmazsak iki haftaya burada olmayabilirsin. Bunun bedelini ödemeye mecbursun…" sözlerini kral, sırf “aile iktidarını dâim ve kâim”, ve “ebed müddet” etme uğruna duymazlıktan geldi. Hâlbuki o diğer krallar gibi o da ölüp gidecek. Arap şâiri Antere “zilletle içilecek hayat suyu (âb-ı hayât) cehennem gibidir. Şeref ile (oturulacak) cehennem ise en güzel evdir” demiş. Karl Marx: “Celladını kurtarıcısı olarak gören bir toplum kasabın bıçağını yalayan aptal danaya benzer” der. İslam öncesi toplumu/cahiliye ile alakalı sekiz yıl farklı okumalar yaptığımda cahiliye hayatı ve toplum yapısı rüyalarıma bile girmişti. Bu okumalarda, cahiliye insanının öne çıkan temel özelliği önce kabilesini sonra da şahsi “onurunu/izzetini” korumasıdır. Kabile ve kişisel “onurunu/haysiyetini” korumak için cahiliye Arab’ı canını vermekten asla çekinmez. Çünkü cahiliye Arab’ına göre bu dünyada insan, ancak “onurunu/şerefini” korumak için yaşar. Ne yazık ki bugün bu azaldı. Hâlbuki kutsal vahiy “Gerçek şu ki, Biz Âdemoğullarını üstün ve onurlu kıldık…” (İsra, 17/70) der.