“İnsan hissettiği gibi olmalıdır.”
Kur’ân’ın insanlığa katkılarından birisi de yönetimin dikey; belli şahıs, aile, kabile veya topluluklarından alıp şûra “yatay yönetim” olarak isimlendirdiği kararların toplumun onay ve kabulüne sunmasıdır. Çünkü vahyin insanlığa seslendiği dünyada şûra/ortak aklın değil, kral, kabile şefi, imparator veya imparatoriçelerin yönetimi vardı. Savaş dâhil büyük problemlerin çözümünde ortak akıl değil tek kişi karar veriyordu. Kur’ân, Sebe Melikesi Belkıs örneğinde idarede “istişareyi” önerdi. Belkıs problemleri istişare ederek silahla değil silahsız/ “yumuşak güçle” çözdü. (Neml, 27/32) Problemlerde tek kişi karar aldığında sorumluluğu kimse üstlenmez. Yan gelip yatar ve karar vereni suçlar, kendisini aklayarak rahatlamaya çalışır.
Vahiy yönetimde adalet, ahlâk, bilgi, merhamet, ehliyet-liyakat ve şûrayı tavsiye etti. Tavsiye etti diyoruz çünkü bu kavramların hem “yorumlanması” hem de “uygulanmasını” insana havale etti. Esaslar mükemmel de olsa hakikatin ruhuna uygun yorumlanmadığı zaman tıkanma meydana gelir.
Gerçekler kimsenin malı değildir; inanan zâlim, inanmayan âdil olabilir. Halk irfanında geçtiği üzere “küfür devam eder, fakat zulüm devam etmez” meyanında şöyle denir; “Allah zâlim Müslümana yardım etmez fakat âdil kâfire yardım eder.” Mesela Mecusi Nûşirevân, Hristiyan Necaşi… Adalet, şûra/ortak akıl, merhamet, ehliyet ve liyakat üzere yönetilen ülke inanmasa da başarılı olur. Mesela; Şûra da; yanlışların faturası belli şahıslara, başarıların da mükâfatı yine belli bir bireye verilmez. Bütün bireyler katılım sağladığında sorumluluğu herkes üstlenir. Çünkü karar mekanizmasında olanlar susmayıp sözünü söyler.
Yaklaşık yüz elli yıldır milyarlık kütleye sahip Müslüman Coğrafyanın, batının siyasi, ilmî, iktisadî, mimarî, teknolojik çalışmalarını ithal ettiği, kendisinin yer altı kaynaklarının %60’ına sahip olmasına rağmen farklı bir şey üretemediğini uzmanlar tartışmakta, tartışma halen bütün hızıyla devam etmektedir. Farklı sebepler sayılsa da bunlardan en önemlisi baskı ve dayatma, öteki adıyla despotizmdir. Despotizm bir kişinin, topluluğun veya ailenin toplumu baskıcı, dayatmacı, hiçbir hakkın ve özgürlüğün tanınmadığı zihniyettir. Bu zihniyette kişiyi, topluluğu ve aileyi sınırlayan, denetleyen, şeffaflık ve topladığı vergilerin hesabını soran, sorabilen kimse yoktur. Bunlar başına buyruk olup Anadolu irfanında geçtiği üzere “astığı astık kestiği kestiktir.” Necip Fazıl’ın benzetmesiyle “bir Ormandan büyük bir ağaç çıkar, diğer ağaçlar bodur kalmaya mahkûmdur.” Despotlar kendileri dışındakilere nefes aldırmama çabasındadırlar. Bu da hem yetişmiş insan gücünün dışarıya akmasına hem de ekonomik kayba sebebiyet vermektedir.
Despotlar “meşruiyyetlerini” toplumdan değil güç odaklarından alırlar. Suudi Arabistan ve Kuzey Kore’de olduğu gibi kendilerini hayatın merkezine koyarak hiçbir vasıfları olmamasına rağmen “babalarından kalan verasetle” yönetimde kalmaya devam etmektedirler. Böylesi despotik yönetimlerde iyi bir yönetici veya uzman olmanıza gerek yoktur. Sistem soya bağlılıkla ve “hanedanlıkla” işlediğinden asansöre biner gibi üst katlara zorlanmadan çıkarsınız. Vasıfsız bile olsanız ilgili ailenin bireyi olmanız yeterlidir.
Despotik anlayış ve zihniyette toplum onayı, kabulü ve yönetişim ihtiyacı duyulmaz. Aile bireyi olduktan sonra uzman ve ehliyet sahibi olmanız gerekli değildir. Bu yetersizlikte ülkeniz bilim, sanat, mimari, siyaset, iktisat, hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve adalette gelişmiş toplumların pazarı haline gelir. Mesela; Mekke’ye gidenler çarşı pazarda Çin mallarıyla dolup taştığını görünce sadece şaşırıyorlar. Acaba Arabistan Çin veya diğer ülkelerden alacağına kendisi üretemez mi? Üretemez. Çünkü üretmek için bilgi olması gerekir. Bilginin olması için de bilgiyi üretecek düşüncenin sınırlarını zorlayacak “özgür beyinlerin” olması kaçınılmazdır. Bilgiyi üretecek olanların beyinlerine kement vurup ağızlarına fermuar çektiğinizde sadece sizin arzunuza göre düşünür ve konuşurlar. Bu da “beyin ölümü” anlamına gelir. Bir insan için “biyolojik ölümden” daha ağırdır. Çünkü düşüncenin merkezi olan beyin, bağırsak, karaciğer ve böbrek gibi çalışır. Bu organlara çalışma demek ne kadar saçmalıksa beyne de düşünme, konuşma veyahut benim istediğimi yaz ve düşün demekte saçmalıktır.
Mesela; Arabistan’da okullarda düşünmeyi teşvik eden merak uyandıran, zihin açan felsefe dersleri müfredatta yoktur. Vasıfsız insanların yönetimde olmalarını eleştirecek, itiraz edecek, yanlışa yanlış diyecek, “ensenizde akrep var, ülkeyi felakete sürüklüyorsunuz” diyecek insanlar istemiyorlar. Hâlbuki Arabistan topraklarında doğup insanlığın elinden tutan Kur’ân; sözlerin hakaret ve şiddet içermediği müddetçe, inanmama tercihi dâhil “sınırsız fikrî özgürlük” getirdi. Buradaki sınırsızlık fikirde yoksa “fiillerde” sınırsız özgürlük kişiyi şeytanlaştırır.
Vahyin insana konuş, düşün, gözlem yap dediği yerde kendisine Allah’ın “yetki devri yaptığını iddia edenlerin” konuşma ve düşünme demeleri anlaşılır gibi değildir.
Kur’ân muhatabına “akletmez misiniz?” Düşünmez misiniz?” derken insanı farklı yapan akla sınır koymaz. “Zülfü yâre dokunsa bile” insan aklının gidebileceği yere kadar “gözlem ve fikir yolculuğuna” davet eder. Çünkü gözlem ve düşünceye sınır koyduğunuzda beyin gelişmez. Bundan dolayı yetişmiş insan gücü oluşmadığı gibi ekonomik gelir elde edilmez toplum da büyük oranda dışarıya bağımlı hale gelir. Tıpkı buğday yetiştirmeyen toplumlar buğdayı dışarıdan ithal ettikleri gibi sosyal problemleri çözecek ilim adamları yetiştirmeyenler de problemleriyle sürekli boğuşarak çözüyor gibi yaparak çözemez. Bu sebepten Orta Doğu’da halen büyük oranda problemler şiddet ve silahla çözülmeye çalışılıyor. Çünkü bu hastalığa çözüm üretecek ne yazık ki ilim adamımız yok gibidir. Olsaydı “silahların gücüne veda” eder, “sözün gücüne” yer açardık. Kur’ân muhataplarına “sözün tamamını dinlerler ve en güzeline uyarlar…” (Zümer, 39/18) diyerek sözün gücünü öncelememizi ister.
Ne yazık ki! Orta Doğu Coğrafyası askeri kışla gibidir. Askerlik yapanlar iyi bilir. Askeri kışlada yapısı gereği tek tip elbise, tek tip düşünce, tek tip yemek, tek tip eğitim ve tek tip yürüyüş var. Talimatlara uygun adım yürümeyenleri önce ikaz sonra da imha ediyorlar.
Sizin istediğiniz değil önünüze geleni düşünmek ve yemek zorundasınız sizin adınıza birisi karar vermiştir. Size ikram edileni yemediğiniz zaman aç kalırsınız. Bunlar askeri kışla için doğal kabul edilebilir. Fakat sivil toplumun gelişmesi için fikirlerde hakaret ve şiddeti teşviği yoksa sınırsız internet gibi “sınırsız düşünme” ve “yazma özgürlüğü” olmalıdır. Yoksa şunu söylesem veya yazsam birisini rahatsız eder mi? Başıma bela gelir mi? Sorularının sorulduğu coğrafyada yeni bilgi, icat kalkınma ve gelişme olmaz. Bu coğrafyanın despotları akla ambargo ve sınır koyduğundan; kan taşıyan damar tıkandığında nasıl ki kalp çalışmazsa, “düşünme melekesini” çalıştırmadığımız zaman beyin eskileri tekrar eder durur. “Ekmeksiz yaşarım fakat fikir özgürlüğü olmadan yaşayamam” sözü tek düşünme melekesi olan beyne kelepçe vurulmaması gerektiğini anlatır. Tıpkı size özgürlükten önce ekmek gerekir diyen Batı’lıya Afrika’lı kadının cevabı şöyledir; “Konuşma özgürlüğüm olmazsa ekmeğimi kimin çaldığını nasıl söyleyeceğim” sözünde geçtiği gibidir.
Yazar ve akademisyen Selçuk Şirin üniversite öğrencisiyken bir grup arkadaşıyla dergi çıkartıp yazılar yazdığını bu yazılarından dolayı hem sevinç duyduğunu hem de kendini geliştirdiğini anlatır. Bir ara beni odasına çağıran fakülte dekanı “Evladım eğer başına bela almak istemiyorsan bu yazı işini bırak ve derslerine çalış!” dedi. Şirin psikolojik baskıdan dolayı “…insan korkuyor. Kendini ifade etmekten korkuyor” der. Korku ikliminin olduğu toplum ve akademik ortamda gelişme beklemek hayaldir. Çünkü akademik, yönetimsel ve ailevi despotlar kendilerine hizmet edilsin isterler. Demokrasilerde ise yönetici veya devletin değil, halkın ihtiyaçları önceliklidir.
Abdurrahman el-Kevakibî “...İstibdat yönetimi eblehlerle ahmaklara yakışan bir yönetimdir. İstibdat en büyük musibettir. Allah dünyada uyuşmuş kullarından istibdat musibetiyle intikam alır. (…) Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor? Sorusunu cevaplandırırken, bunu, insanlık öncesinden kalma bir miras olarak tanımlar: İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir.” (Abdurrahman el-Kevakibî, Despotizmin Doğası, trc. Âdem Yerinde, s. 75, 112, İstanbul: Mana Yayınları, 2018)
Allah insana inanç tercihinde baskı ve dayatmayı istemez. İnanan özgür iradesiyle, inanmayan da yine özgür iradesiyle tercihte bulunsun. Çünkü başkalarının istekleriyle yerine getirilen ibadet makbul değildir. İnanç Allah istediği için yerine getirilir. Esas olan “akla ikna kapılarını açıp iradeye ipotek” koymamadır. Vahiy bunu şöyle anlatır; “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü'min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın?” (Yunus, 10/99) Âyette insanın doğru veya yanlış tercihine saygı duyulmasını ister. Çünkü insan her şeyden daha değerlidir. Despotlar insanı değersizleştirip insanın ensesinde tepinerek hayatlarını devam ettirirler. Hâlbuki insanlar doğru veya yanlış tercihlerini başkalarının dayatmasıyla değil özgür iradeleriyle yapmalıdırlar. Tercihinde hata yapabilir. İnsan yaratılışı gereği yanılgıya ve hataya açıktır. Hz. Peygamber "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı." (Müslim, Tevbe, 9) buyurur. Burada günah işlemeyi teşvik etme yoktur. İnsanın hata yapabileceğini hata yaparak gelişebileceğini anlatır. Günümüzün eğitim sisteminde hata yaptırarak insanlar eğitiliyor. Hatasız, kusursuz, mükemmel/sübhân tek varlık Allah’tır. İnsan hata yaparak gelişir. İnsanların gelişmesi için yanlış yapma imkânı tanınmalıdır. Yoksa her hata yapanı saf dışı ettiğinizde Kur’ân’nın dediği gibi “yeryüzünde kimse kalmaz.” (Fâtır, 35/45)
Kur’ân ilk nâzil olduğunda iknayla şirkle mücadele etti. Şirk; uluhiyyet ve rububiyyette yani Allah’a ait yaratma, sığınma, vb sıfatlarını insanın, put veya başka varlıklara isnat etmesidir. Kur’ân bu sıfatların sadece Allah’a ait olduğu anlamına gelen tevhit inancını yerleştirdi. Bugün toplumun en büyük problemi Tunus’lu düşünür Raşid Gannuşi’nin dediği gibi “Kendilerini Allah’ın yeryüzündeki şubesi zannedenlerden kurtulmak gerekir. Putperestlikten sonra İslam’ın en büyük düşmanı istibdat/despotizmdir.” Aslında din, insanın insana yaptığı baskının önüne geçmek, Allah’ın kimseyi kendi adına “yetkili” tayin etmediğini söylemek için gönderildi. Kendilerini Allah tarafından atanmış zannedenler cehennemi dünyaya taşırlar.
Müstebit kendisini sahip olduğu törenler, debdebeli merasimler, şatafat kültürüyle hem meşrulaştırır hem de kalıcılığını devam ettirir. Bunun iki örneği Çin ve Kuzey Kore’dir. İnsanların sistemi ayakta tutmak için hayatlarını verdiği ülkelerdir. Hâlbuki ilahî kaynaklı bütün inançların amacı insanı korumaktır sistemi değil. Hatta din, peygamber ve kitabların gönderilme sebebi insanı yaşatmak içindir.
Tarihin yazdığı en mütevazi insanı Hz. Peygamber’in bilerek tercih ettiği ilk mescidin sade ve her türlü gösterişten uzak inşaatı insanı önceleyen ilk icraatın cisme bürünmüş halidir. Çünkü Kur’ân’ın ilk buluştuğu Arabistan Coğrafyasında kendilerini dinin mensubu değil sahibi gören kendi icatları olan “din adamları” sınıfı vardı. Bunlar kendilerini yeryüzünde “Allah’ın temsilcileri” olarak görüyor. Helalı haram, haramı helal yetkisine sahip olduğunu söylüyor, insanların işledikleri günahları affebileceklerini söylemekten kaçınmıyorlardı.
Kur’ân bütün insanların kaynak olarak hem aynı maddeden hemde ortak anne baba/Âdem ve Havva’dan geldiklerini söyleyerek bu eşitliği sağladı. Eğer Kur’ân’a inananlar yazılı olan “insanî eşitliği” sözde bırakmayıp hayata taşımış olsalardı tarihin seyri değişebilirdi. Belki de insanlara hayal kırıklığı yaşatan komünizm vb. akımlar olmayacaktı.
İnsanlık tarihinden gelen akışa baktığımızda Mustafa Akkad’ın Çağrı filminin senaryosuna koyduğu ve Ebu Süfyan’ın karısı Hind’in ağzından söylettiği replikte “şimdi köle ile efendisi eşit mi olacak?” sözleri toplumun alışmadığı değerlerini ortaya koyuyor. Kur’ân’ın Hz. Peygamber’in etrafındakilere “arkadaş/sahabe demesi toplumdaki yöneten-yönetilenin insani denkliğine işaret eder. Müslümanların eşit olduklarını konuşmalarımızda sık sık vurgulasak ta Arabistan’da özellikle Bangladeş, Yemen, Afrika vb ülkelerden gelenlerin hayatlarını daha yakından gözlemleseler insanî eşitliğinn nasıl da Kurân’ın ve Hz. Peygamber’in söylediklerinin teatral bir parlaklıkla “törenleştirildiğini” göreceklerdir.
Akıllara ve Ruhlara Vurulan Kelepçe
Hayat, halk irfanında geçtiği üzere “Bu derenin geveni. Geven sarmış geveni. Paşadan emir gelmiş. Seven alsın seveni…” modunda gitmiyor. Fakat bazı şeyler emir ve talimatla oluyor “muş”. Geçmiş yılların birisinde paşa aynı zamanda vali okulları teftiş ediyormuş. Vali bir sınıfa girmiş, sınıftaki öğretmenin tavır ve bilgisini beğenmemiş, öğretmene “bu ne haldir” diye çıkışmış. Öğretmen de bunca okumuşluğuyla kendisine yapılanın altında ezilir mi? “Ne yapalım paşam! Size paşa ol diyorlar, oluyorsunuz, bize öğretmen ol diyorlar olamıyoruz” demiş. Emir ve talimatla işler yürümüyor.
Ümit Şimşek şöyle der; “…İstibdat öyle bir zaaf ve hastalıktır ki insanlara dişiyi erkek erkeği dişi, hakikatı batıl batılı hak, siyahı beyaz beyazı siyah, zulmü adalet adaleti zulüm, geceyi gündüz gündüzü gece olarak gösterir. Fakat her baskı dayatma ve istibdat gibi bu da kendi sonunu kendi hazırlamaktan öteye varmaz…”
Bir gün Hz. Ali’nin taraftarlarının yoğun olduğu Küfe’den, bir Arap, devesiyle Şam’a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış:
– Ver o dişi deveyi bana! demiş. Tartışma büyümüş, Küfe’den gelen adam, “Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir” diye itiraz etmişse de anlaşamamışlar. Konu Muaviye’ye yansımış.
Halk meydanda toplanmış… Muaviye, Küfe’den gelenle Şam’da deveye sahip çıkan yerliyi dinledikten sonra, kararını açıklamış:
– Bu dişi deve Şamlınındır!
Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş:
– Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?
Cemaat hep birlikte bağırmış:
– Şam’lınındır!
Küfeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalırken, Muaviye onu yanına çağırmış:
– Ey Küfeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Küfe’ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve de ki: Çiğneyebileceğinden büyük lokma dişlemesin. Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk al!” Müslümanların tarihinde acılarla anılan ve istibdat yönetiminin mimarlarından birisi de Muaviye b. Ebi Süfyân’dır.
Arkasından bıraktığı acı, hüzün ve kederlerle anılan Emevi Saltanatının kurucusu helal haram hassassiyeti bile olmayan Yezit b. Muaviye babası tarafından ailenin üyesi olarak iktidara taşındı. Muaviye b. Ebi Süfyân “eline kılıcını alarak “oğlu Yezit’in yöneticiliğini kabul etmeyenin boynunu vuracağını söyledi.” İnsanlar da baskı dayatma karşısında “içlerinden konuşarak” kabul ettiler. (Taberi, Tarih, V, 301-304) Bugün de toplum olarak problemlere itirazımızı “içimizden ilgilinin yüzüne karşı” söyleriz. İçinde hür olmayanlardan alınan onaylar yanlışların insanlar tarafından kabul edildiği zannedilir.
Müslümanların kendi aralarında yaşadığı ilk dönemlerdeki Cemel, Sıffin, Nehrevan ve Harre savaşları toplumda büyük bir belirsizlik meydana getirdi. “En kötü devlet/otorite en yi otoritesizlikten iyidir” diyerek istikrar ve güveni korumak için insanları itidale ve temkine sevkettiler. Fakat bu itidale çağrı ve temkin durumu daha sonra toplumda inancın bir parçası haline getirildi. Bu da “Sultana itaat Allah’a itaattır” formülüyle sistemleştirildi. Bu tarihi mirası modern döneme de taşımak Müslüman toplumları “demokrasi kültürüyle” barıştırmadı. Demokrasi kültürüyle tanışmayan belki de denedikten sonra kusurlarını görüp eleştirmeyen bir Müslüman Coğrafya dünyaya ayak uydurmakta zorluk çekti ve çekiyor sabah kalkan çavuş iktidarı eline alıyor. Bir de bakıyorsunuz öğleden sonra onbaşı etrafına topladığı vasıfsız bütün sermayesi üzerindeki üniforması elindeki silahı olanlarla iktidarı eline geçiriyor.
19. Yüzyıldan itibaren Müslümanların batı karşısında eziklik, aşağılık kompleksi, özenti, taklit vb hastalıklarına çözüm arayışları halen devam ediyor. Müslümanlar ortaçağ’da kilisenin tutulduğu fakat ağır bedeller ödeyerek kurtulduğu mezhep kavgalarını yeni yaşıyor. Birbirlerinin varlığını bir nimet görmek yerine zahmet ve felakete dönüştürerek ölüm tehditleri yağdırmaya hem de camiden mesaj vermeye devam ediyorlar. Hâlbuki Müslümanlar Peygamber şehri Medine’yi bile Müslüman olmayanlardan “temizlemek” yerine müşrik, Yahudi ve diğer kabilelerden müteşşekkil bir “ortak metin” etrafında birarada yaşatmayı başardılar. Muhammed Hamidullah bu metne, sahifeye, sözleşmeye tarihin ilk anayasası der. Bu metinde her kabilenin, inancın, kültürün varlığı kabul edilmiş “Medine’li” olma ortak paydasında birleşilmiştir. Medine’de yapılan nüfus sayımında toplam onbin kişinin yaşadığı tespit edilmiş olup bunların 1500 Müslüman geri kalanı ise müşrik ve Yahudilerden oluşuyordu. Çünkü Medine’de hepsine yetecek kadar imkân ve nimet vardı. İnanmanın mükâfatını inanmamanın da cezasını da vahiyde ifade edildiği üzere “sen hatırlat! Çünkü sen sadece bir hatırlatıcısın; onlara inanç dayatan bir zorba değilsin!” ‘Ğâşiye, 88/21-22) Allah’ın saygın ve onurlu olarak yarattığı insanlara Allah’ın mesajlarını iletmek kadar güzel şey yoktur. Fakat Müslümanlara saldırmak, zulmetmek, inanç özgürlüğünü engellemek dışında hiçbir toplulukla savaşmak vahyin onayladığı davranış değildir. Bunun dışında yapılan savaşlar dinî gerekçelerle değil büyük oranda çağdaş âlimlerden Muhammed Cabiri’nin dediği gibi siyasi olup ganimet elde etmek, tahakküm ve istibdat kurmak, için yapılmıştır, yapılmaktadır.
Müslüman toplumlar, patent, icat, inovasyon ve teknolojik gelişmeler hususunda gerilerdedir. Büyük kısmının sadece sahip oldukları muhtemelen 10-15 yıl sonra kullanım tarihi bitecek petrol ve petrol ürünleri dışında üretttiği bir kaynağı yoktur. Petrol sayesinde lüks ve şatafatla güçlü olduklarını gösterseler de “kalkınmayı başaramamış” ülkeler liginde oynamaya devam etmektedirler. Çünkü bu toplumlarda hukukun üstünlüğü, işçi hakları, çevre bilinci, şeffaflık, eğitim, bilim, insan hakları ve özgürlük bilinci Arapların hava tahmin raporunda kullandığı tabirle “tahte sıfır” sıfırın altında seyrediyor.
En küçük ve basit problemlerini şiddet ve hakaretten uzak demokratik yöntemlerle değil hayt-huytla götürmeye devam etmektedirler. Toplumsal problemlerini çözmede topluma danışma anlamına gelen şûra Kur’ân’da müstakil bir sûrenin adı da olsa sadece hafızların güzel ve tatlı nağmeleriyle okunmaktadır.
Müslümanlar problemlerine başka toplumlarda son kullanma tarihi dolsa da halen mezhep ve etnik farklılık üzerinden götürmeye devam etmekten sakınmamaktadırlar. Mesela; son dönemlerde İran’da devletin baskısıyla kadınların başlarını örtmeleri başörtüsüne karşı rahatsızlık yarattı. Bir süre İran’da kalan yazar Cihan Aktaş şöyle bir anısını anlatır; “…Küçük kızımın ilkokul yıllarında Tahran’daydım, yıl 1999 olmalı. Kızımı almak için okuluna gitmiştim. Yanımda kız kardeşinin çıkışını bekleyen bir genç kız vardı. Başörtüsü başından kaymış, düşmek üzereydi. Sohbet ediyorduk, başörtüsü üzerine ne düşündüğünü sorunca, başımda bir örtü işte, varlığıyla yokluğu bir, demişti…” Devlet zoruyla örtülen örtü değerini yitirir. Öyle eğreti örter keşke örtmeseydi dersiniz. (https://farklibakis.net/alinti/cihan-aktas)
Yönetim ve İstibdat
Yukarıda geçtiği üzere Kur’ân istediği yönetimin toplumsal katılım, şûra, adalet, hukuk, ahlak, ehliyet ve liyakat, özgürlük, merhamet vb temel ilkelerden söz ederek belli “şekilden” söz etmez. Bunların gerçekleşmesi için insanın yorum ve içtihadına bırakır.
Kur’ân geçmişteki yönetimlerden söz ederken baskıcı ve tehdit edici tavırları eleştirir. Mesela; kendisini “ilâh” ilan edip bu ilanı insanlar tarafından da kabul gören "Firavun, Musa'ya “Bak”, dedi, eğer benden başka bir tanrı benimsersen, seni mutlaka hapse attırırım!”(Şuara, 26/29) diyerek kendisini “eleştirenlere” layık gördüğü yer zindan olmuştur. Başka âyetlerde Firavun’un baskıcı yönetimini Kur’ân şöyle anlatır; Firavun: “Ben size izin vermeden mi o'na inandınız?” dedi, (…) bu ihanetinizden ötürü, hiç şüpheniz olmasın, çoğunuzun ellerini ayaklarını çaprazlama kesivereceğim ve yine hiç şüpheniz olmasın ki, pek çoğunuzu da hurma kütüğüne asacağım…" (Ta-hâ, 20/71) İman etmeyi kendi onayına endeksleyen bir anlayış ve zihniyet Kur’ân tarafından kabul ve tasdik görmemekte ve şiddetle eleştirilmektedir.
Kendisini ilah ilan eden “tek ve vaçgeçilmez adam” yönetimlerinin milattan önceye mahsus olduğunu düşünmemek gerekir. Bugün kuzey Kore’nin sahip olduğu silah sanayii, Çin’in ülkesini iktisadi anlamda kült lider seviyesine çıkarması teknoloji de dünya devleriyle yarışır kılması Çin’i daha yaşanabilir kılmıyor. Milli Eğitim Eski Bakanı Hüseyin Çelik toplumu ayakta tutan iktisadî ve teknolojik kalkınmışlık olmadığını analoji yaparak şöyle anlatır; “…Yol yapmışız, köprü yapmışız, baraj yapmışız. Bunları geçin. Bunların en iyisi komünist ülkelerde var. Komünist ülkelerde bizim yolların genişliği 50 metre olduğu zaman onların 150 metreydi. Dünyanın en büyük otoyollarını Çin yapıyor şu anda. Ama yönetim itibarıyla Çin dünyanın en iğrenç ülkesidir…” Ahlakî ve insanî boşluğun yerini “ekonomik üstünlükle” kapatmak imkânsızdır. Vahyin anlattığı eski kavimlerin helak olma sebebi baskı, şiddet, iktisadî ve ahlakî değerlerin aşınmasıdır.
Vahiy öncelik olarak insanı ve özgürlüğü esas alırken, otoriterler, baskıcı sistemlerini ve kendilerini korumayı öncelerler. Kendileri yoksa dünyada tufan anlayışına sahipler. Hâlbuki Allah dışında “vazgeçilmez” varlık yoktur. Kur’ân “Yerin üstünde olan herkes fanidir” (Rahmân, 55/26) buyururken akıllı varlıklar fani ise diğerleri zaten fanidir.
İman; Özgür İradeyle Verilen Karardır
İman edip etmeme de Allah kimsenin iradesine ipotek koymaz. İnsanın tercihine bırakır. Kur’ân’da geçen “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir…” (Bakara, 2/7) ifadelerinde Allah’a iman veya inkârda zorlama değil insanın alıcıları kapatmasının sonucudur. İnsanın bir şeyi kabulde istekli ve gönüllü olması gerekir. Aksi halde dayatmayla kabul ettirme sağlıklı sonuç vermez. Dayatarak ve korkutarak imana çağırma vahyin istediği davranış değildir. (Yunus, 10/83) İnanana baskı kabul edilemez bir davranış olduğu gibi inanmayana da baskı ve dayatma kabul edilemez. Vesselam.
Kıssadan Hisse: Mısırlı ünlü diktatör Nâsır, iktidara geldiğinde Mısır'ın meşhur sanatçısı Ümmü Gülsüm'ün radyoda şarkı söylemediğini öğrenir. Bunun üzerine Nâsır Radyo Müdürünü çağırıp Ümmü Gülsüm'ün niçin şarkı okumadığını sorar. Müdür, Ümmü Gülsüm'ün geçmişi hatırlattığını bundan dolayı size ve iktidara zarar vermemesi için sahne verilmediğini söyler.
Gerçi despotlar toplumun hafızası olan tarihi sevmezler. Çünkü tarih insana insanların yaşadıklarını hatırlatır durur. Fakat Nâsır ne hikmetse müdüre şu tarihî cevabı verir; "Madem öyle Nil'i de kurutun, piramitleri de yıkın, zira onlar da eski rejimin simgeleridir!" Bazen diktörler de doğru söyler. Fakat herşeye rağmen hayatını Bosnalıların özgürlüğüne adayan Aliya İzzet Begoviç ““Belki bazı iyi diktatörler vardır ama asla iyi bir diktatörlük rejimi olamaz. Bu rejimlerin hepsi insan onurunu aşağılayıcı, üretkenliği engelleyici rejimlerdir” dediği gibi insanlığın baş belası, hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve şûraya dayanmayan despotluk çirkindir. Geçmişte de gelecekte de bu rejimlerden Şener Şen’in film repliğinde muhatabını aşağılamak için kullandığı “ırz düşmanı” na analoji yaparak “insanlık düşmanı” bu rejimlerin rüyalarını bile anlatmamak gerekir.