"Her savaştan geriye üç ordu kalır:
Ölüler ordusu, yas tutanlar ordusu,
hırsızlar ordusu." Bertholt Brecht
Lisansüstü derslerindeki bazı hatıraları unutamıyorum. Bunlardan birisi de şudur; "Kur’ân Kıssaları" dersinde M. Ö. Yaklaşık 965-926 yıllarında Güney Arabistan’da yaşamış Sebe Kavminin kraliçesinin hayat serüvenini öğrencilerle konuşuyorduk.
Sebe’liler Yemen’in başşehri Marib’te yaklaşık bir yıl kadar hüküm sürdüler. Bu topluluk Mekke’lilerin Yemen’e ticaret için gidip geldiklerinden dolayı biliniyordu. Kur’ân’da özellikle ayrımcılık, eşitsizlik vb. bazı ahlâkî problemleri toplum tarafından bilinen ve tasavvurlarda yaşayan modeller üzerinden veriyordu. Sebe Kavmi de bunlardan birisiydi.
Sebe kavminin yöneticisi bir kadındı. Kur’ân bu kadının adını vermez. Kur’ân kıssaları anlatırken "geçmişi bugüne taşımamak" için mekân, zaman, tarih ve bazen şahıs belirtmekten kaçınır. Tarihi kaynaklarda Belkıs olarak geçer. Kur’ân Belkıs’ın ve kavminin güneşe taptıklarını anlatır. Hz. Süleyman’la çağdaş olan bu topluluğun kıssasına Kur’ân genişçe yer verir. Anadolu irfanında geçtiği üzere "kızım sana söylüyorum gelinim sen dinle" fehvasınca Mekke’de yaşanan ahlakî krizin analizini bu kıssa üzerinden yapar. Çünkü Mekke toplumundaki kabile sisteminde sınıflar var. Kabile hürler, köleler ve kabileyle antlaşmalı olan ve kendilerine sığınanlardan meydana geliyordu.
Hicaz Coğrafyasındaki çöl şartlarının etkisiyle geçim kaynakları ticaret, savaştan elde edilen ganimet, hayvancılık ve çapuldu. Bunların elde edilmesinde kadın ve çocukların etki ve rolleri olmadığından kadın ve çocuklara mirasta da pay verilmezdi. Üstünlüğün nesep, mal veya güçle ölçüldüğü Arabistan’da kadın erkekle aynı haklara sahip değildi. Kur’ân toplumun yerleşik kabullerinden olan kabile, cinsiyet, ırk üstünlüğünü kabul etmedi. Hicaz Coğrafyasının kültürel etkisiyle de pasif olan kadın vahyin rehberliğiyle aktif özne haline geldi.
Üstünlüğün, insanın iradesi dışında olan ırk, kabileye mensubiyet veya cinsiyetle övünme veya yerilmeyi vahiy onaylamaz. Kur’ân bunların yerine Hicaz Coğrafyasında ilk defa gündeme gelen takva/sorumluluk bilinci veya Allah’a karşı duyarlılığı getirdi. Kur’ân’ın yeni inşa ettiği bu ölçü din istismarına her türlü kapıyı kapatarak toplumun yerleşik kabullerini tersyüz etti. Kur’ân’ın topluma getirdiği takva esası manevi olması hasebiyle, Allah’tan başkası tarafından bilinmeyeceğinden bütün toplum kadın-erkek, köle-hür, eşitlenmiş oluyordu.
Kur’ân mesajının özü olan adalet, özgürlük ve musavat/eşitlik ilkeleri Müslümanlar tarafından üst perdeden seslendirilseydi insanlar başka ideolojilerin peşine takılmayabilirlerdi.
Hicaz coğrafyasında ataerkil/cinsiyet üstünlüğü anlayışı vardı. Sebe melikesi anlatısı Tevrat’ta (I. Krallar, 10/1-13; Tarihler, 9/1-12) Mekke ve çevresindeki şiir, hikâye ve efsanelerde anlatıldığı için vahiy tarafından yeniden ve farklı şekilde gündeme taşındı. Mekke’liler Sebe Melikesinin kıssasını bildiklerinden kadının yönetici olmasının anlatıldığı kıssayı kabullendiler. Mesela; Hadiste "otorite", fikren de kendisine danışılan Hz. Aişe’nin siyasi otoriteye itirazı olan Cemel Savaşına iştirakı bunun göstergesidir.
İhtimal fıkhına göre Cemel Savaşının mağlûbları galib olsalardı "ilk kadın" devlet reisi Aişe Annemiz olabilirdi. Bu da, halen yüzde ellisi okuma yazma bilmeyen İslam Coğrafyasındaki kadınların kaderini değiştirirdi. Bu değerlendirmeye kızanlar; önce körfez ülkelerindeki "erkek yöneticilerin" yönetişim anlayışlarına, daha sonra da Almanya’da eski başbakan Angela Merkel veyahut Yeni Zelenda Başbakanı Jacinda Ardern’in ülkelerini hukukun üstünlüğü, özgürlük, şeffaflık, eleştirel düşünce, çevre, insan hakları, hesap verebilirlik/şeffaflık vb. hususlarda nasıl da dünya liginin üst sıralarına yerleştirdiklerine bakmalılar. Kur’ân yönetimde cinsiyeti değil ehliyet ve liyakatı tavsiye eder. (Nisa,4/58)
Konumuza yeniden dönecek olursak, Sebe Melike’si kıssasının anlatıldığı Neml Sûresi 27/23-44 âyetlerini müzakere ederken öğrencilerden birisi "Hocam! Tamam anladım. Kur’ân kadının yönetici olmasını onaylıyor. Buna itirazım olamaz. Fakat hem içinde yaşadığım kültürün hem de erkek egemenliğin verdiği psikolojik durumun etkisiyle kadın idarecinin önünde ceketimi iliklemem kanıma dokunuyor" dedi.
Ben de baskın kültürel kodlar, egonun yüksekliği ve korona virüsünden daha tehlikeli bencillik virüsünden dolayı bazı doğruları kabullenmenin zorluğunu anladım. Bencillik ve ahlakla denetlenmeyen güç köreltir.
Mekke’nin liderlerinden olan Amr b. Hakem/Ebu Cehil’in Kur’ân mesajına tavır almasının sebepleri hür-köle, erkek-kadın eşitliği ve kabile üstünlüğü asabiyetiydi. Çünkü Kur’ân öncesi Mekke toplumunun kırılamaz yargılarından "hakikat bilinci" yerine "tarafgirlik bilinci" verildiğinden sağlıklı toplum çıkmadı. Hâlbuki Mü’min, nerede ve kimin elinde olursa olsun "hakikatin" aşığıdır. Vaktiyle Platon'la görüş ayrılığına düşen Aristoteles, "Platon öğretmenimdir, çok değerlidir. Platon'u severim, Sokrates'i de. Ama en çok doğruyu/gerçeği severim." Kuşkusuz gerçek/doğru, Platon'dan da, Sokrates'ten de daha önemlidir, anlayışına ihtiyacımız bugün de var. Aksi halde "Hocam! Kadın yöneticinin odasına girdiğimde ceketimin düğmelerini iliklemek kanıma dokunuyor" zihniyeti nükseder.
Kur’ân inşa ettiği toplum yönetiminde; hür-köle, kadın-erkek değil "ehliyet ve liyakat" esaslarını getirdi. Bunları anlatırken de insanların bildiği ve yabancısı olmadığı Sebe Melikesi örneği üzerinden verir.
Savaşın Kazananı Olmaz
İki şey var başlatırsınız fakat kontrol edemezsiniz; birincisi, tarihi ilk insanla başlayan savaş; çıkar veya yayılmacı bir amaçtan dolayı başlatırsınız fakat sonucunun nereye varacağını tahmin edemezsiniz. İkincisi yangındır. Bazen küçük bir yeri yakmaya kalkarsınız sonra bir de bakarsınız ki koca ormanı yakmışsınız. Bundan dolayı savaş ve ateşten uzak durmak gerekir. Nereye konacakları belli olmaz.
Aliya İzzet Begoviç’e Bosna’da barış yaparak düşmana imkân verdiniz dediklerinde "en kötü barış en iyi savaştan iyidir" der. Barışla sadece insanları korumuyor aynı zamanda geçmişin bugüne bakan yüzü; tarihî ve sanat eserleri, el yazması kitapları da kurtarıyorsunuz.
Bugün İslam Coğrafyasının bilim, teknoloji, sanat, mimari ve kültür üretememelerinde sürekli içten veya dıştan körüklenen savaşların da etkisi vardır. Çünkü savaşın olduğu topraklarda insanlar bilgi ve teknoloji üretemez. Savaş ortamı olağanüstü halin devam etmesidir. Olağan olmayan hallerde sağlıklı fikir üretilmediği gibi karar da verilmez.
Sebe Melikesi ve Yumuşak Güç
"Yumuşak Güç", problemlerin çözümünde güç, şiddet ve silahın gücüne başvurulmamasıdır. Aslında insan fıtratı şiddetten ziyade iknaya daha müsaittir. Şiddet genellikle şiddet üretir. Bazen bir tebessüm, tatlı ve gönül alıcı bir söz, bir gül, bir selam gönülleri fethederek aradaki buz dağlarını eritebilir. "…Kötülüğü en güzel şekilde savuştur! Bak gör o zaman, seninle arasında düşmanlık olan biri bile sanki sımsıcak bir dost kesiliverir." (Fussilet, 41/34) âyeti esas olanın iyilik olduğunu, iyiliğin ve kelimelerin gücünü/etkisini anlatır.
Sebe Melike’sindeki stratejik fikri derinliği âyetler üzerinden görmek mümkündür. Bugün bile bu satırları okuyanlar "cinsiyet üzerinden" baktıklarında kadının stratejik fikrî derinliği nedir ki? Diyerek garipseyebilirler!
Neml sûresi 22-37 ayetlerine bakıldığında ayetlerde ontolojik olarak karar verirken duygusal ağırlıklı bir varlık olan kadının aksine, rasyonelliği elden bırakmayan karakter dikkat çekmektedir. Kadının erkek danışmanları kimliği ile "fitne ve kötülük unsuru" olmadan son derece rahat istişare ettiği görülmektedir. Melike’nin şiddetten uzak durması modern zamanlarda gündeme gelen ince güç/soft power ile yürütülen faaliyetlerin konjoktürel istikrarın sürmesini ve dinamik dönüşümlerin yaşanmasını temin etmekte daha etkili olacağı mesajı alınabilir. Bu da gösteriyor ki toplumun şefkat sarmalına kavuşması için kadın dindarlığının yeniden inşası ile toplum şiddetten uzak kalabilir. Aynı zamanda kadının hem aile hem de sosyal hayattaki aktif olmasının gerekliliğinin bilinen modeller üzerinden ortaya konmasıdır. Çünkü hiçbir kadın âhirette eşi, babası ve çocukları üzerinden değil birey olarak hesap verecektir. O’nun doğrudan Allah’a muhatap olması önemli bir noktadır. Fakat şurası unutulmamalıdır ki; Sebe Melikesi anlatılırken kariyerine dikkat çekilir. Burada Sebe Melikesi başına buyruk hareket etmeyerek işleri partnerlerle birlikte ortak akılla yürütmesi anlatılır. Bu durum aile, işyeri, yönetim ve farklı karar vermelerde de mümkündür.
Savaş konseyindeki askerlerin her hâlükârda gâlip gelecekleri psikolojisiyle kendilerine aşırı güvenleri biraz da gücün gücü ve savaşma özlemiyle "Biz güçlü, kuvvetliyiz, savaşçı milletiz. Ama yetki sizindir, değerlendirip münasip gördüğünüz emri verin." (Neml, 27/33) diyerek "güç kendisini güçlü zannedenin gözünü köreltir" sözünde geçtiği üzere gücün problem çözeceğine inanırlar. Fakat akıl ve öngörü/ferasetiyle yönettiği toplumunu savaşa sokmayan Sebe Melike’sinin kadın hükümdar vasfıyla uyguladığı ilkesel savaş karşıtı öngörü stratejisi Kur’ân’da şöyle anlatılır: "…Hükümdarlar bir ülkeye girince oranın düzenini altüst eder, halkının eşrafını da sefil ve zelil ederler. Evet, istilacılar hep böyle yaparlar". (Neml, 27/34) Kendi ülkesinde doktorluk yaparken savaşın tahribatıyla başka ülkede bahçıvanlık yapan yine kendi ülkesinde iktisadî geliri varken savaşın akıttığı kan yüzünden başka ülkede apartman kapıcılığı durumuna düşen insanları görmek mümkündür. Çünkü savaşın tabiatında kan, gözyaşı, acı, hüzün ve keder vardır. Çocukları yetim, kadınları dul bırakan savaşa tavır almak Belkıs’ı çağa taşımaktır. Aksi durum geleceği görememektir. Feraset/öngörü budur.
Bu da kadının bakışı, insanı önceleyen anlayışı, içinde bulunduğu olayları okuması ve AKLIDIR. Öncelik savaş değil BARIŞ… Problemleri silahla değil konuşarak sözün gücüyle çözmek. Ne yazık ki söyleyecek sözü olmayanların başvurduğu enstrüman silah ve şiddettir.
John Locke'nin "ateş ve kılıç, insanları yanlışta olduklarına ikna edebilecek araçlar değildir" derken savaşın tabiatında olan kan, gözyaşı, acı, tahribat, kıtlık, yokluk, hüzün ve kederin önüne geçmenin ahlakî ve insanî yolun üretilmesi gerekir. Aksi halde son dönemde kullanıma giren "çökmüş devletler endeksi"nde yer alan Müslüman ülkelerin sayısı artar. Mesela; Yemen, Somali, Suriye, Libya, Irak, Çad, Afganistan ve Pakistan iç savaşla insanların cehennemi bu dünyada yaşadığı ülkeler olup yaşanmaz hale geldiler.
Tarihte övünebilecekleri hiçbir başarısı olmayan sürekli yenilgi ve acı bırakan Firavun, Stalin, Mussolini, Mao, Hitler ve Nemrudların denetlenmeyen güç sahibi oldukları, güçlerini kullanırken iyilikle anılmadıkları malumdur. Bunların aksine bir kadının da öngörebilirliği ve ferasetiyle ve duygusal etkileme gücünü kullanarak, savaş tamtamları çalan erkeklerin aksine sorunları silahsız çözmeyi başardığını örneklemektedir. Fakat bütün erkekler "savaş çığırtkanlığı" yapar. Bütün kadınlar da Sebe Melikesi stratejisini bilir genellemesi yanlıştır. Ehliyet ve liyakat dikkate alınmadan, cinsiyet/erkek-kadın üzerinden yapılan değerlendirmeler sağlıklı değildir.
Kur’an’da övgüyle sunulan kadın karakterleri "tarihsel şahsiyetlere" referans olmalarının ötesinde "yaşayan her kadına" kendini nasıl anlaması gerektiği hususunda bir tür yol göstericilik görevini görür. Yaşayan kadının doğrudan kendisini hedef almadan onun kendisini geleceğe nasıl yansıtması gerektiği noktasında da bir ayna görevi görür.
Sebe Melikesine "kendisine her şeyin bolca verildiği" (Neml, 27/23) tıpkı Hz. Süleyman için "…her şeyden bolca verildi…" (Neml, 27/16) diyerek yönetimde cinsiyetin değil ehliyet ve liyakatin analojisi yapılmaktadır. Âyetteki anlatımda, Melikeye verilen ve “büyük bir imkâna/saltanata sahip” olduğunda "âlemlerin Rabbine teslim oluyorum" derken Melike’deki bilinç düzeyinin yüksekliğini ve "manevi derinliğinin" boyutunu göstermektedir.
Kur’an’ın Sebe Melikesi dâhil diğer bazı tarihsel kadınlar üzerinden anlattığı kadın karakterler Mekke toplumu başta olmak üzere ondan sonraki dönemlere yönelik olarak "ahlaki rol modeller" hususunda işlev gören ideal örneklerdir. Kur’an kendi dönemindeki kadınlar üzerinden geleceğin projesini inşa etmektedir. Kur’an-ı Kerim ısrarla İslâm öncesi sesine kulak verilmeyen, sözü dinlenmeyen kadının kişiliği/karakterini muhatap almaktadır.
Ünlü romancı Tolstoy "Savaş ve Barış"ta; "Güç, her zaman kullanılmayacak kadar değerli ve özenle saklanacak kadar kıymetli bir sermayedir" derken gücün kullanılması değil güç kullanıldıktan sonra neticesine bakmak gerekir. Nasıl da "canciğer kuzu sarması arkadaşlıklar" düşmanlığa dönüşüyor. Ruslar Çekoslovakya’yı işgalden çekilirken işgalin bıraktığı acıdan Sovyet-Rus asker "burada insanların yüzüne bakamıyoruz"demişti. Zulme uğrama dışında, her savaş ahlakî olmadığından yapanı da ve yaptıranı da mahçup eder.
Yazıyı okurken modern dönemde gündeme batıdan taşınan "feminizm" hareketiyle irtibatlandırabilen çıkabilir. Fakat üstünlüğü maddi değil manevi/takva alanına çeken, tercihin cinsiyet/kadın-erkek değil ehliyet ve liyakata dayandığından, Kur’ân müntesiplerinin problemlerini çözerken feminizm vb. kavramlara ihtiyacı olmasa gerektir.
Zihin bagajımızda hazır duran cinsiyet/erkek üstünlüğü tezi daha çok yanlış âdet, kültürel değer ve güç sahibi olmaktan kaynaklanmaktadır.
Fakültedeki derslerin birisinde kadının peygamberliği konusu (Eş’arilere göre Hz. Meryem ve Hz. Musa’nın annesi peygamberdirler) konuşulduğunda kızların hepsi “hocam! Kadın ne ki peygamber olsun” demişlerdi. Hâlbuki dünyanın çoğu ülkesinde nüfusun yarısı kadınlardan oluşmaktadır. Bu geçmişte de böyleydi. Bir erkeğin Peygamber de olsa kadının psikolojik ve manevi duygularını anlaması mümkün değildir. Hz. Meryem’e "…baban kötü birisi değildi, annen de iffetsiz değildi." (Meryem, 19/28) dediklerinde yüreğinde açtığı yarayı ancak kadın olan anlar. Aynısını Hz. Aişe’ye atılan iftirada da görmek mümkündür. Hz. Aişe’ye iftira atıldığında hayırla andığımız bazı insanlar Hz. Peygamber’e ya Resulallah! Aişe’ye boşa gitsin. Başka hanım alırsınız (Türkçe’de geçtiği üzere "elini sallasan ellisi") dediklerinde Hz. Aişe’nin bir ömür boyu yüreğinde kor olarak taşıdığı acıyı erkek nasıl anlasın.
Kadına vahyin gelmesi veya peygamber olması, önemsenmeyen, kâle alınmayan insan yerine konulmayan toplumlarda tıpkı üniversitelerde "fahri doktora" misali Allah’ın "kadın kullarını" önemsemesi ve "ilahî iltifat" anlamına gelmektedir.
Hz. Musa’nın babasının adını bilmiyoruz. Annesi büyütmüştür. Hz. İsa’nın babası yoktur. Hz. Peygamber doğmadan babası vefat etmiş O’nu da annesi yetiştirmiştir. Üç dinin peygamberinin yetişmesinde baş aktör annedir. Allah’ın kadına verdiği "manevi paye" kime ne kaybettirir.
Tarihçi’nin dediği gibi "güç bozar mutlak güç mutlaka bozar." Yukarıda geçtiği üzere yumuşak güç sahibine "düğme iliklemeyi" kendisine/nefsine yediremeyen, ataerkil güce bütün düğmeleri ilikler!
Modern dönemde de vahyin "…hükümdarlar bir ülkeye girince oranın düzenini altüst eder, halkının eşrafını da sefil ve zelil ederler. Evet, istilacılar hep böyle yaparlar". (Neml, 27/34) evrensel ilkesi "geçerli akçe" olmaya devam edecek. "…Karşılıklı anlaşmasulh/barış en iyi yoldur…" (Nisa, 4/128)