Kirpi Gibi İğnelerini Gösteriyorlar

Prof. Dr. Zeki TAN

“Bir kimse bir kimseyle dost olsa,
fakat ömür boyu bir hatasını söylemese,
o kimsenin dostu değil, belki düşmanıdır.”

İmam-ı Gazzali

Yıllar önce; bir hasta hem dostu olan hem de hastalığını takip eden doktoruna gider. Doktor biraz da hastasının dostluğuna güvenerek kanser olduğunu söylemez. Fakat bu ara hastalık metastaz/bütün vücuda yayılarak hastayı ciddi anlamda yormaya başlar. Hasta tanıdıklarını ziyaret maksadıyla gittiği başka şehire gitmişken burada da doktora görüneyim diyerek hastaneye gider. Doktor yaptığı tetkik ve tahliller sonucu hastalığın metastaz yaptığını geri dönüşü olmayacak bir mecraya girdiğini açık ve net olarak hastaya anlatır. Hasta, doktorun söylediklerini duyarken şaşkınlığını gizlemez. Hatta bir ara istemsizce "peki, kanser olduğumu biliyordu da niçin bana söylemedi?  Sözlerini doktor da işitir. Halbuki hasta daha önce dostu olan bir doktora gittiğini söylemişti.

Hasta doktorunun tavsiyelerini dinleyip ayrılır. Fakat ilk gittiği dostu olan doktora da kırgınlık ve kızgınlığını gizlemez. Bir ara dostu olan doktoru şehrin güzel bir lokantasında yemeğe davet eder. Beraber yemek yenir. Sıcak bir ortamda sohbetler edilir. Yemek sonrası lokantanın teras katından aşağıya inerlerken hasta yanında getirdiği silahı belinden çıkararak önce "kanser olduğumu niçin söylemedin" diyerek doktorun kafasına sonra da kendi kafasına sıkar. İkisi de orada yere yığılır. Yapılan müdahalelere rağmen ikisi de vefat eder.

Kıssadan hisse; ister ferdi isterse toplumsal olsun yanlışı dile getirmemenin bedeli ölüm veya yıkım oluyor. Bazı imparatorlukların çöküşü bile böyledir. Padişahım çok yaşa!

İnsan bazen içinde yaşadığı toplumsal baskıdan veya “vicdanının dayatmasıyla” istek ve görüşlerini farklı ve zıt biçimde ifade eder. Mesela; inanmayıp inanıyor gibi görünmek… Buna iç veya dış baskıdan dolayı “tercih çarpıtması” denir. Bunu da insan toplum veya arkadaşları tarafından hâin, işbirlikçi denilerek dışlanmamak, hoş görünmek için yapar. Asıl tercihini takiyye/gizleyerek farklı kişilik sergiler.

Gerçeği çarpıtarak gizleme tercihine daha sonra “çarşının başında uydurduğu yalana çarşının sonunda kendisi de inanır” deyiminde geçtiği üzere uydurduğu yalana, iftiraya, yanlışa insanın kendisi de inanır.  

Dinleyicisi olduğum bu olaydan şunu da anladım. Haberdar olupta bilerek veya bilmeyerek kulak ardı ettiğimiz her problemin maliyeti vardır. Bundan dolayı Peygamber’in tavsiyesiyle kötülük/münker görüldüğünde fikren, kalben veya bizatihi müdahale edilerek çözülmelidir. (Müslim, İmân 78; Tirmizi, Fiten 11) Aksi halde üzeri örtülen her kötülük daha büyük kötülük olarak karşımıza çıkabilir. Tıpkı Einstein, "Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerse kötüler yüzünden değil, kötülüğe ses çıkarmayanlar yüzündendir" derken dünyayı yaşanır kılmanın yolunu en azından sokakta gördüğü çer-çöpe müdahale etmek gerekir. Facebook ve Twitter vb platformlardaki “paylaş”, “retweet”, “beğen” ve “yorum” tuşlarını her tıkladığımızda basit ve sıradan bir hareket gibi algılasak ta aslında “tercih çarpıtmasıyla” doğru veya yanlışa katkı sağlıyoruz. 

Ashab-ı Kehf'in dillerine pelesenk ettiği gibi  "karanlıkta dile getirmekten çekindiğiniz hakikat bir gün aydınlıkta işitilecek ve gizli mekânlarda öğrendiğiniz inancı bir gün çatılardan haykıracaksınız" sözleri yeniden anlam kazanıyor.

Yukarıda da geçtiği üzere yaşanmış hikâyeler bize çok şey anlatıyor. Mesela; vahiy Hz. Âdem’in çocuklarının birbirlerini "öldürmelerini" gündemimize almamızı ister. Fakat ne yazık ki şâir'in "hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?" dediği gibi ibret almadığımız için "kardeşkanı" akmaya devam ediyor. Mesela Amerika ve Rusya gibi devletleri topraklarından çıkaran Afganistan'lılar farklı olanları kabullenemediklerinden "kardeşkanı" akıtmaya devam ediyorlar. Toplumda âh-u figân halen devam etmektedir. Ne zaman biteceği de meçhuldur.

Yaklaşık yüz elli yıldır İslam coğrafyasında konuşulan konuların başında "niçin eğitimde, sanatta, mimaride, bilimde, kültür ve medeniyette geriyiz? soruları soruluyor. Bu soru bağlamında derlenen kitaplar bir kitaplık kadar yer tutar. Halen bizim gibi inanmayanı, düşünmeyeni, konuşmayanı telef edilmesi gereken varlıklar olarak görmeye devam ediyoruz. Bu batıda da böyledir. Amerika'da siyahlara karşı âdil davranılması gerektiğini anlatan yasalara rağmen ırkçılık hortlamaya devam ediyor. Almanya veya Fransa ötekiyi "eşit vatandaş" olarak görse de bu durum ahlakî olarak toplumda istenen ölçüde kabul görmemektedir.

Aliya İzzetbegoviç'in "Ben olsam, Müslüman Doğu'daki bütün mekteplere eleştirel düşünce dersleri koyardım. Batı'nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur" ifadesi Müslümanların içine düştüğü krizleri aşmasında "yol haritası" işlevi görebilecek çapta bir tespittir. Yoksa sağcısından solcusuna, inanandan inanmayana kadar her alandaki "eleştiri kıtlığı", eleştirel düşünme, eleştirel yaklaşımı ve sorgulamayı yok saymak çürümüşlüğe ve batıdan fikir ithaline sür-gitsin demektir.

İnsan, temeli ve dayanağı olan eleştiriyi “ikrâm” ve “armağan” olarak görmeli ve herkesin hayatında “ensenizde akreb” var, fermuarınız açık diyerek eleştiren bir “Molla Kasım”ı olmalıdır. Eleştirinin olmadığı toplumlarda kaliteli eğitim, şeffaflık, hukuk ve adaletin isimleri sadece dostlar pazarda görsün misali “resmi toplantılarda” anılır. Filibeli Ahmet Hilmi, "eleştiri ilerlemek ve fikir geliştirmenin temel şartıdır. Eleştiri olmazsa ilim türbeye dönüşür", derken fikri donukluğun önüne eleştiriyle geçilebilir. Tabii ki yapabilirsen!

Övgü ve Sövgü Kültürü İbadet Haline Geldi

İslam coğrafyasındaki yönetimsel geri kalmışlığı Şeriatî şöyle anlatır; “Sebzivar valisi uşağına sorar: “Bugün patlıcan yemeği yaparsan nasıl olur?” Uşak, “Çok iyi olur, özellikle Sebzivar patlıcanları bir başkadır.” diye cevap verir. Sonra vali, görüş değiştirip sorar:” Patlıcan sanırım ağır olur, bugün ayva yemeği yapsan daha iyi olmaz mı?”

Uşak cevaplar: “Evet iyi olur, aslında özellikle Sebzivar patlıcanı şişkinlik yapar!” Vali sinirlenir ve kızgınlıkla: “Be adam, patlıcanı önce övüyor sonra da kötülüyorsun?” der. Uşak şöyle cevaplar: “Efendim, bendeniz Sebzivar valisinin uşağıyım, patlıcanın değil.”  

İnsanlar elinde tuttuğu dini, mezhebi, ideolojiyi, tarikatı, cemaati ve devleti insanı insan eden "araçlar" olarak değil, bireysel ekonomik getirinin aracı haline getirmekten kaçınmazlarsa toplumsal çürüme var demektir. Müslümanları, devletler liginin dibine de indiriyor. Kendisi yuvarlanırken dinini, mezhebini, kitabını da beraberinde aşağıya çekiyor.

Bazıları din, mezhep, tarikat, ırk, cemaat, parti, grup ve ideoloji sahipleri "kendileri gibi olmayanları" işkence etme, öldürme, din dışı ilan etme, köle ve cariye yapıp mallarına el koymanın kendilerince "meşrulaştırıcı" yollarını veya kendilerine "ısmarlama fetva" verecek "âlim" bulmakta zorluk çekmiyorlar. Hatta yapılan bu cinayetlerin faturasını "davaya hizmet" "siyaseten"  ve "cihat" kavramlarını kirleterek yapmaktan da kaçınmıyorlar.

Moskova tarafından finanse edilerek Rus’ları desteklemek için Ukrayna'ya savaşa gönderilen Çeçen milisler hakkında Rusya'ya bağlı Çeçenistan Cumhuriyeti Müftüsü Salah Mezhiev: “'Rusya'nın yanında verilen mücadele Allah uğrunadır ve cihattır. Bu savaşta ölenler şehit olacaklardır, buna hiç şüphe yok'' dedi.  (https://www.timeturk.com) Birazcık iz’an ve İnsaf…

Ne yazık ki bu süreçte "âlimlerimiz", yöneticilerin aile efradının sağlık ve sıhhatları için dua etmekten toplumsal problemlere yönelik fikir üretmeye vakit bulamıyorlar. Bunlara Namık Kemal'in ifadesiyle "âminhan uleması" denir. Anlasın anlamasın söylenen her söze "âmin" demekten kaçınmıyorlar. Tıpkı mevlit okuyana mevlithân, dua yapana duahân, gazel okuyana gazelhân denildiği gibi…

Kur'ân insana hitap ederken "akletme" "tezekkür" "tedebbür" "tefekkür" gibi kavramlar bağlamında pasif değil fonksiyonel bir zihni hayat inşa etmesini ister. Bunu isterken zihne ve beyne sınır koymaz. Hatta kendi yarattığı insanın kendi zatını kabul/iman edebileceği gibi etmeme/ inkâr tercihi de verir. İster inansın ister inanmasın her hâlukârda beynini devreye sokarak sonuca ulaşsın. Çünkü hayatı kuracak olan insandır. Geçmişi geleceğe taşımakla problem çözülseydi Kur'ân'ın bu hitabı "abes" olurdu. Din insana düşün ve çözüm üret diyerek insanı yükün altına çağırırken insan kendi bireysel probleminin çözümünü de dinden bekleyerek kenarda bekliyor. Kıyamette uyanacağa benziyor.

İnsanın kendisini gerçekleştirmesi yani sahip olduğu özgün ve özgür beyinle, müzik, resim, mimarî, estetik, roman, hikâye vb. bir sanat eseri ortaya koymasının yolu eleştirme ve eleştirilmekten geçmektedir.

Mesela; Eski Sovyet bloku ülkelerinin geri kalmışlığında eleştirinin eksikliği yatıyordu. Hâlbuki eleştiri yapılıp yanlışı kim yaparsa yapsın; devlet, kurum, kişi vb. ortaya konulsaydı sonuç farklı olabilirdi. Aynı strateji Osmanlı İmparatorluğu için de geçerlidir.  

İnsan fikir ve düşüncesinin kurum, kişi, devlet, cemaat, tarikat tarafından “kontrol edilip denetlendiği”/tahakküm altına alındığı yerde ancak eskiyi tekrar olduğundan yeni bir fikrin ortaya konulması mümkün değildir.

Nursi'nin ekmeğimi elimden alabilirsiniz fakat özgürlüğüme dokunmayın anlamındaki "ekmeksiz yaşarım fakat özgürlüksüz yaşayamam" sözü insanın üretme mekanizması olan beyne kement vurma, elindeki ekmeğini almaktan daha ağırdır. Çünkü bu davranış insanı fikirsiz hale getireceği için insanı insan olmaktan çıkarır. İnsan fikir ve düşüncesiyle insandır.

Yüce yaratıcının bile kendi yarattığı kuluna tercih sunarak "…Artık isteyen iman etsin, isteyen inkâr etsin!” (Kehf, 18/29) dediği yerde insanın insanı onursuz hale getirdiği fikre ve düşünceye baskı ve dayatmanın son kullanma tarihi geçmiştir. Çünkü insan; inansın veya inanmasın fikriyle insandır. Fikir de ancak ifade edilince bir anlam kazanır ve toplum ancak fikirle belli bir seviye kazanır.

İlahî iradenin insan için faydalı, doğru ve sağlıklı olanı bulma, seçme ve tercih etme kararını dayatmayarak insana bırakması insana olan güven ve bahşedilen en büyük nimettir. Bunun adı da özgürlüktür.

 Zorlamanın ve dayatmanın olduğu yerde hem sorumluluk anlamsız hem de insanın onuru rencide edilmiş olur. "Ya davulcuya ya da zurnacıya gider" sözü insanın neye nasıl karar vereceğine ve tercihine saygı duymayarak sizin adınıza hep birilerinin hüküm vermesine yol açar. Bu bazen insanın düşünmesinin bile gereksizliğine kadar gider. Ki bu da insanı sürüleştirir. İnsan sadece önüne gelenle yetinen değil aynı zamanda değer üreten bir varlıktır. İnsanın doğasına uygun olan da budur.

İnsanı değer ve düşünceye sevketmeyip üretmekten mahrum etmek, nasıl ki "bin yıl” önceki arıların ürettikleri bal değişmediyse insanı da aynı konuma düşürmek anlamına gelir. Hâlbuki bin yıl önceki insan "iki günü eşit olan zarardadır'' sözünün muhatabı olan dünkü insan değildir. Rûmi’nin “dünle beraber gitti cancağızım. Ne kadar söz varsa düne ait,  şimdi yeni şeyler söylemek lazım”  dediği gibi insân, her ân hayatına yeni sahifeler açmalı, gelişmeli, geliştirmeli, okumalı ve okutmalıdır. Yoksa “ekşimiş yemek” misali eski sözlerin müşterisi olmaz. Yunus’un “Her dem yeniden doğarız/Bizden kim usanası” dediği gibi yeniden ve yenilikten insan usanmaz.

Bir sözün çok anlamlılığı ve kesinlikten uzak olması kötü bir şey değildir. Kur'ân'da çok anlamlılık manasına gelen "müteşâbih âyetler" farklı yorumlara yelken açmayı sağlar. Çünkü insan zihni belirsiz ve net olmayan manaları yakalamaya meyyaldır.

Bazı mütefekkirlerin sözleri o an da söylenen sözler değildir. Bir ömür boyunca sahip olduğu kazanımları bir iki söze sığdıran insanlar az değildir. Mesela; tıpkı arkasından kitap bırakmayan, kazanımını sadece şifahi sözleriyle arkadan gelenleri aydınlatan, güpegündüz elinde lambayla dolaşırken kendisine ne yaptığını soranlara: "Adam arıyorum, adam! "Birileri sizi övüyorsа bunlаrın hiçbirine önem vermeyin, аmа eğer sizi yeriyorlаrsа, işte o zаmаn kıymetli olduğunuzu аnlаyın" sözlerini miras bırakan Sinop'lu Diogenes/diyojen bunlardan birisidir.

Müslümanlar veya doğu toplumları karşılaştıkları bütün travmaların ve krizlerin faturalarını başkalarına çıkarmaktan vazgeçmiyorlar. Böyle yapmakla rahatlamış oluyorlar.

Yorumlarını mutlaklaştıranların hiçbir eleştiriye tahammülleri yoktur. En küçük eleştiri de başlıkta geçtiği üzere hemen "kirpi gibi savunmaya geçip iğnelerini çıkarıyor", biraz daha eleştiri de ısrar ettiğinizde size iğne atmaktan kaçınmıyorlar. Sonuç: düşünmekten ve düşündüğünü söylemekten kuduz köpekten kaçar gibi kaçmak. Böyle bir toplum fikri dilenciliğe mahkûm olur.

Bizim kültürümüzde Nursi'nin dediği gibi  (fikirleri) “siz mihenge vurmadan almayınız. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsnü-zan edip tamamını kabul etmeyiniz. (…) Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz” derken fikirleri alırken eleştirel ve analitik düşünmemiz gerektiğini anlatır. Önce fikirleri dinlemeliyiz. İşimize gelirse alırız gelmezse almayız. Onlar (her) sözü dinler; en güzeline uyarlar…” (Zümer, 39/18) âyetinde geçtiği üzere dinleme imkanını insanın elinden alarak fikir dayatmak insana saygısızlıktır. Doğru veya yanlışın tercihini insanın kendisi yapmalıdır. Fikrin “en güzelini” insan, iradesi ve özgür aklıyla seçmelidir. İnsana zorla dayatılan her fikir dayatmayla yedirilen yemek gibi insanda tiksinti meydana getirir.  

İnsan, Ancak Vicdanı Kadar İnsandır.

Mısırlı fikir ve düşünce insanı Hasan Hanefî Ortadoğu Coğrafyasında en fakir ile en zengin insanların, tok göbekle aç boğazların, gökleri yırtacak gibi yukarıya uzanan saraylar ile virane kulübelerin aynı yerde olmalarının sebebi fikir fakirliği ve fikir adamlarının fikirsizleştirilmeleridir der ve şöyle devam eder.  "Çok acı olsa da bazı İslâm ülkelerindeki üniversite sayısı ile hapishane sayısı aynıdır. Yani zindana giden insanların sayısı ile üniversitelerde mezun olan insan sayısı aynıdır. Acaba Arap ülkelerinde hayatında en azından bir kere zindana atılmamaış tek bir düşünür dahi gösterilebilir mi? Bu acı gerçek "zindan erkeklerin evidir" sözünü bir atasözüne çevirmiştir. Bu diktatöryel rejimlerin tarihi etkisi halk arasında akılcı eğilim ve karar alma mekanizmalarının ortaya çıkmasına engel olmak olmuştur…" 

Konuşanların, fikir ve düşüncesi olanların, bilgi üretmesi gereken beyinlerinin dört duvar arasında mahkûm edilmesi toplumu cezalandırmak anlamına gelir. Çünkü bu durum akan suyun musluğunu kapamaya benzer. Toplumu bilgi fakiri yapar. Tıpkı buğday üretecek çiftçileri bu imkândan mahrum ettirildiğinde insanların aç kalacağı gibi… Vesselam!