“İnsanların değişmesi; ya yeni bilgilerin öğrenilmesi ya canının acıtılması ya da korku, baskı ve dayatmayla olur.”
Çocuklara masal anlatılırken “bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde…” dedikleri eski zamanlarda bir kurumun yöneticisiyle konuşurken beraber çalıştığı personele iş yaptıramadığını üzülerek anlattı. Yanı başında akademik kariyerin son (Prof.) basamağına gelmiş daha önce de bir üniversitede “rektör adayı” olup (iyi ki) atanamamış hoca, hemen söze dalıp, “yönetim acziyeti” yaşayan arkadaşa askeri kışladaki fâtih edasıyla; “seni dinlemeyenin sözleşmesi senin elindedir. Seni dinlemeyenin sözleşmesini feshedeceksin” dediğinde aman Allah’ım! Ya bu kafa bir üniversitede rektör olsaydı ne olurdu? dedim. Bu yönetici olsaydı, çok can incitir ve acıtırdı. Yönetirken aklına gelen ilk fikir hayat karartma, personelin ekmeğiyle oynama olursa daha neler yapmaz ki? Ne yazık ki bugün yönetim sanatından habersiz birçok insan cehennemi dünyaya taşıyarak ülke halkının tümüne ait “kamu kurumlarını” yönetmektedir. Hâlbuki yönetici planlar, organize eder ve işlerin kabiliyetlere göre dağıtılıp yürütülmesini sağlar. Bir de yönetici işleyişi kontrol edip denetler ve birimler arasında senkronize/uyum sağlar. Yönetici teknik direktör misali maçı koordine, oyuncuları da motive eder.
Yönetim bir sanattır. Mesela; müzik gibi, nota bilmeyince müzikten anlamayız. Estetik ve renk uyumundan anlamadığımız zaman resimden, dilin inceliğini bilmediğimizde de şiirden anlamayız.
Özellikle yönetim; sistemin bünyesindeki kişi ve kurumları kaliteli, rantabl/verimli, işler ve çalışabilir hale getirmektir. Yoksa kurumların ürettiği rantı paylaşılması gereken “ganimet” olarak görmek değildir. Jack Ma’nın yönetim sisteminin insan kaynağını üretebilir hale getirmenin imkanından şöyle söz eder; “çalışanlarınızı iyi ve kaliteli eğitin ki istedikleri yere gidebilsinler. Ama onlara öyle davranın ki hiçbir yere gitmesinler.” Dolayısıyla yönetim sanatı kalkınmanın temel dinamiği olan “insan kaynağını” kaliteli eğitmedir ki; bilgi, sanat, mal ve katma değeri yüksek ürün üretebilsin. Böylece kaliteli insan; taşı, toprağı, dağı, yağmuru, suyu, güneşi ve rüzgârı “katma değerli” ve kaliteli hale getirir.
Eskiden kurumlarda memurların yıllık performansını ölçmek maksadıyla her yılın sonunda "Personel Sicil Raporu" düzenlenirdi. Personel sicil raporunda memurun çalışma performansına göre çok iyi/iyi/orta/kötü/ başarısız şeklinde değerlendirmeler yapılırdı. Daha sonra bu uygulamaya son verildi. Çünkü sicil raporları, sicil sopasına dönüştürüldü.
Hatta bazı kurumlarda sicil amiri, zâbıta âmiri formunda personele "dikkat ediniz! Sicil raporu doldurma ve düzenleme zamanı geldi. Ayağınızı denk atın, hareketlerinize dikkat ediniz" diyerek sicil raporuyla korkuturlardı.
Kurum amiri tarafından korkutulma personel üzerinde etki bırakır mıydı? Bıraktığı olurdu. Hâlbuki personele değer katması gereken birim amiri tepeden bakıp tehdit, şantaj ve baskı dilini kullanarak personelin enerjisini boşa harcıyordu.
Bu manzara sadece kurumlarda mı? Hayır. Şefkat ve güvenin olması gereken okullarda öğretmenlerin öğrenciyi notla korkuttuğunu herkes bilir. Fabrikalarda işveren işçiyi düşük ücretle, tarlada çalışan işçi az ücretle korkutulur. Evde babaların çocuklarını ders çalışmadıkları zaman harçlık vermemekle veya tatile götürmemekle korkutmaları gibi…
Geçmişte askerlik yapanların en çok anlattıkları askerlerin komutan korkusudur. Rahmetli Hekimoğlu İsmail kendisi de asker emeklisi olması hasebiyle yıllar önce korkunun ölçüsüzlüğünü anlatmak için "komutandan korktuğumuz kadar Allah'tan korksak kurtuluruz" demişti.
Memurları sosyal hayatta korkutarak, azarlayarak memleketi "askeri kışlaya" çeviren âmir sayısı hiç de az değildir.
Eşler arasındaki sevgi ve merhamete dayanması gereken aile hayatı "korku kültürü" üzerinde yürütülür oldu. Bunu da toplumda enflasyonla paralel artan şiddette görmek mümkündür. Komşuluk ilişkileri yardımlaşma üzerine kurulması gerekirken komşusunun şerrinden korunmak için baba yadigârı tarihi evini emlakçıya kaptıran insanlar az değildir.
Toplumun her kesiminde korku kültürünün yerleştiğini işlerin büyük oranda korkuyla yürütüldüğünü görmek üzücüdür. Hatta camiye veya Kur'ân kursuna yolu düşenlerin sopa veya "korkuyla” hizaya getirilmesi anlaşılır gibi değildir. Çünkü korku duygusu dahil bastırılmış duygular daha sonra geri döner. Duyguyu eğitirseniz yönetirsiniz, bastırırsanız kontrol edemezsiniz. Korku ortamından kurtulan kişinin ilk yaptığı iş bastırılan duyguyu dışa vurmasıdır. Üniversite gençliğinin itiraz ve isyanı korkuyla korkutmanın eseridir. İkna edilmeden icbar/baskı ve korkuyla dayatma tehlikelidir.
Vahiy korkudan söz etmez mi? Elbette söz eder. Fakat Kur'ân'ın söz ettiği korku insanları başka nesne, varlık, canlı veya baskıcı otoritelerden korumak ve kurtarmak içindir. İnsana "eğer korkarsanız problemlerinizi çözemezsiniz" duygu ve şuurunu vermek içindir. Yoksa Anadolu irfanında "ölümü gösterip sıtmaya razı etmek!" sözünde geçtiği üzere "bir kimseye çok büyük bir tehlikeye ya da zarara uğrayacağını sezdirip daha az zararı kabul ettirmek" değildir. Büyük oranda hayatımızı kuşatan korku kültürünün fert veya toplumda meydana getireceği tahribatın önüne geçmek ve "korkuyu yönetmek" içindir. Aksi halde insan, korkudan bile korkar. Kendi gölgesinden korkar hale gelir. Etrafındaki her şeyi kendisini tehdit ediyor psikolojisine sahip olur. Asıl tehlikeli olan kişinin korku, çaresizlik, dehşet için de bırakılarak “ruhsal travmaya” kapılmasıdır. Vahyin de Allah korkusuyla vermek istediği, tıpkı bireyleri Allah’a kullukla başkalarına kulluktan koruması, Allah’a secde ettirerek başka varlıklara secdeden uzak tutması misali insanı korkulardan emin kılmasıdır.
Din insanlarda ve toplumda korkuyu değil güveni yerleştirmek ister. Allah insan ilişkisi güven üzerine kurulur. el-Mü’min/güven verme hem Allah’ın adı hem de bizim adımızdır. Çünkü korkan sevilmediğini bilir. Hâlbuki Allah insanı seviyor. İnsanı korkutarak değil severek kendisine çeker. Korkuda iticilik sevgide çekicilik var.
Korku üzerine inşa edilen bir dini anlayış tiksinti ve nefret doğurur. İnsan, dini hiçbir baskı ve dayatma altında bulunmadan özgür iradesi ve korkmadan kabul eder. Kur’ân “Lâ ikrâhe fî-ddîn…” (Bakara, 2/256) “Zorlama dinde yoktur…” âyetinde geçen “ikrâh” tiksindirmek, nefret ettirmek anlamlarına gelmektedir. Zorlama ve korku, insanı tiksindirir…
Toplumda insanları korkutarak, ürküterek, ezerek yönetmenin en açık modeli "Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti"ydi, şimdi yerinde yeller esmektedir. Komünistler insanları korkutarak yönetti. Korkuyu satın alarak insanların hayat kalitesini düşürdüler. Bu rejimlere kimse sahip çıkmadı. Korkulan oldu. Korku rejimi olan Sovyetlerin dağılmasından dolayı kimse üzülmedi. Korkunun yoğunlaştığı yerde hayatı sindirerek değil ürpererek yaşarız.
Öğrenciler Korkuyor!
"Üniversiteler fikir ve özgürlüğün mabedidir" denir. Bilginin yüklendiği değil sıradışı yorumların yapıldığı mekânlardır. Çünkü topluma "en gerekli" bilgi buralarda "yüksek kapasiteli insanlar!" tarafından üretilir. Üniversiteler toplumun "bilgi üretim" merkezleridir. Buralarda toplumun ihtiyacı olan "kaliteli eleman!" yetiştirilir. Toplumun kalkınması için plan ve projeler üniversitelerde üretilir.
Az da olsa son dönemde üniversiteler bulundukları bölgelerde "bölgesel problemlere" yönelik araştırmalara da yöneldiler.
Fakat bazen sınıfa gidip öğrencilere bir şey sorduğunuzda yukarıda sayılan ve insanların kılcal damarlarına kadar işleyen korku kültürü yüzünden acaba hocaya itiraz ettiğimde bana zarar verir mi? diyerek susmayı tercih eden öğrenciler oluyor. Bu da başarıyı etkiliyor.
Açıktan söylemese de film repliğinde geçtiği "korkuyor" siz ne kadar "korkma" deseniz Mehmet Akif Ersoy İstiklal Marşı'na "Korkma!" diye başlasa da korku kültürü hastalık haline dönüşmüş. "İnsan bastırdığı duygunun esiri" sözünde geçtiği üzere korku kültürünün tedavisi uzun zaman alacağa benziyor. Çünkü zihin ve şuur altına gizlenen veya yatırılan "yaşanmış korkular" hayatımızın bir parçası haline geldiğinden söküp atmak zor ve psikolojik tedaviyi gerektirebilir.
Mesela; eski bakanlar, milletvekilleri, emekli askerler, ünlü yazarlar, akademisyenler, futbolcular, sanatçılar… İsimleri ve unvanları sayfalarca uzatılacak pek çok isim, son yıllarda özellikle telefon dolandırıcılığının kurbanı oluyor.
Telefonda kendisini hâkim, savcı, vali, asker olarak tanıtan kişilere öyle inandılar ki, hesaplarındaki bütün parayı teslim ettiler, evlerini-arabalarını sattılar. Gerçeği fark ettiklerinde ise artık çok geçti. Peki, bu kadar eğitimli, kariyer sahibi insanlar nasıl oluyor da telefonda hiç tanımadıkları insanlara bu kadar kolay inanıyor? Uzmanlara göre ülkemiz bir dolandırıcı cenneti, çünkü korkuyla eğitiliyor, yetiştiriliyor ve büyütülüyoruz! (https://www.indyturk.com) Çocuk doktorları şöyle diyorlar “çocukları korkutarak zorla yemek yedirmeyiniz. Çünkü çocuğun isteksiz ve korkuyla yediği lokmalar bağırsakta emilmeden dışarı atılır.”
Ne yazık ki, bazı sevgili anneler çocuğu uyuturken bile göreceği tatlı rüyaların içine korku katarak, “uyumazsan öcüler seni yer” tekerlemesi eşliğinde uyuturlar. Böylece anneler kendilerini elleriyle sevimsiz ve korkulu hale getiriyorlar. Yapılan bir araştırmaya göre sürekli Allah ile korkutulan çocuğa “Allah’ı mı yoksa Peygamberi mi çok seviyorsun?” sorusuna verdiği cevap “Peygamber’i daha çok seviyorum çünkü Allah’ın cehennemi var” şeklindedir. Çocuğu Allah ile korkutmak sevgi değil nefret doğurmuş.
İnsanların davranışlarını idealleri/projeleri/planları değil dışarıdan dayatılan korkuları belirliyor. Sürekli idealini hayata geçirmek yerine korkuyla yaşayan insanlar bilim, sanat, mimari, edebiyat, resim ve kültürel değer üretemezler. Çünkü sürekli korkutuluyorlar.
Nasıl bir insan prototipinin ortaya çıktığını anlamak için şu örnek anlamlıdır: Tarihçi İbnü‘l Esir‘in aktardığına göre, Hz. Hüseyin, Kûfe’ye giderken Sıfah mevkiine geldiği sırada meşhur Arap şairi Ferezdak‘a rastlar. Şairler toplumun içinden geldiklerinden Hz. Hüseyin Ferezdâk’a Kûfe’lilerin genel kanaatini sormuş. Ünlü Şâir Ferezdâk ise şu beliğ cevabı vermiştir: Efendim! “Halkın gönülleri sizinle, fakat kılıçları Emevilerle beraberdir." Çünkü insanlar Yezid b. Muâviye’den korkuyorlar.
Laiklik Elden Gidiyor!
Anadolu Coğrafyası farklı din, dil, ırk, mezhep, tarikat ve cemaatlerin bir arada yaşadığı çok kültürlü bir yerdir. Fakat ne yazık ki “bunlar imkan bulurlarsa bizi öldürürler” diye birbirinin kanına ekmek doğrayan kesimler haline geldi veya getirildi. Halbuki bu topraklarda kimse kimsenin düşmanı değildir. Bunların hepsi omuz omuza Çanakkale’de aynı düşmana karşı savaştı. Demek ki bu farklılıklar beraber savaşmasaydı düşmanı yenemezdik. Beraber yaşamak toplumsal çıkarımızın gereğidir.
Bir zamanlar sosyal hayatta siyasilerin en çok kullandığı “panik-kaygı” sözcüğünden biri de bizi desteklemezseniz “başörtülüler çoğaldı”, “şeriat, irtica” gelir, "laiklik elden gider"! sloganıydı. Hâlbuki laikliğin bireyin değil, devlet tutumu ve din vicdan özgürlüğünün teminatı olduğunu söylemek yerine insanlar sürekli korkutuldu. Bunlar iyi çalışılmış “sanal” bahane, kabahat ve suçunu örtmek isteyenlerin sağlam sığınağıydı. Bu korku kültürü sayesinde toplumda değer üretmeye gerek kalmaz, sahip olduğunuz rant, makam ve imkânları sürekli olarak elde tutarsınız.
Baskıların oluşturduğu korku atmosferinden kendilerine iktidar devşirenlen Sami Selçuk’un “…sıkışınca sözgelimi “kamu yararı” gibi peçeli, içeriği belirsiz ve tartışmaya açık kavramlara başvurmaktadırlar. Bir bakıma bu devletlerde hukuk gizemli kılınmış, mistikleştirilmiş, siyasallaştırma oyununun bir parçası olmuştur. “Kamu yararı”, “yönetimin takdir hakkı” gibi sınırları ve kapsamı belirsiz kavramlarla beslenen yönetim, elbette hukukta da etkisini göstermiş, “özel hukuk” ve “kamu hukuku” ayrımı ortaya çıkmıştır…” sözleri baskı ve dayatmaya meşruiyyet kazandırmanın yollarını bulmakta mahir olduğumuzu anlatır.
Tarihteki “kardeş katli” de bunun örneklerindendir. I. Selim saltanatı gider korkusuyla babasını öldürterek tahta geçti. 8 kardeşini boğdurarak öldürttü. Bunların tümünün eş ve çocuklarını da öldürttü.
Bazı acı ve trajik olaylar edebiyata malzeme kazandırdı. Mesela; Görevli, anne kucağında süt emen şehzâde olacak bebeği alıp boğazını sıkar. Boğazı sıkılan çocuğun emdiği süt burun ve ağzından akar.” Türkçeye “anasından emdiği süt burnundan geldi” deyiminin söylenme sebebi budur.
Modern dönemde bile içte ve dışta güvenliğin koruyucusu olması gereken devletin “rutin/hukuk dışına çıkabilir” sözleri, korkutarak yönetemediğinizi öldürerek yönettiğimizi göstermektedir.
Nefi’nin; “Devletin bekası için gerekirse tüm halkın boynunu vururum” diyen IV. Murad’a; “Devlet dahi halk içindür padişahım!” cevabı insanın devlete değil, devletin insana feda edilmesi gerektiğini anlatır. Padişahın devlet dediği aslında kendi bekasıdır.
Hitler’in Alman halkına mesajı şu olmuştur: “Hukuk devlet için vardır; devleti de ben yönetiyorum, öyleyse devlet de benim, hukuk da benim” dediği Almanya’da insanın onuru korunur mu? Aslında ceza hukukunun gayesi sadece suç işleyeni cezalandırmak değil aynı zamanda ceza verecek makamı devleti hukukla sınırlandırmaktır. Çünkü hukukun birey ve devleti sınırlamadığı yerde kaos ve yönetememezlik vardır.
Din Elden Gidiyor
Osmanlı'da problem olan kurumların başında Yeniçeri Ocağı gelirdi. Yeniçeriler gelirlerinin azaldığını görünce hemen Hz. Peygamber'in sancağını alarak Sultan Ahmet meydanına dökülür "şeriât elden gidiyor" diyerek ortalığı karıştırırlardı. Hâlbuki elden giden "şeriât" değildi Yeniçerilerin menfaatleriydi.
Tarih bazen tekerrür eder. Mesela; solcular emek, hukukun üstünlüğü, özgürlük ve eşitlik vb evrensel değerler için çözüm üretemeyince taraftarlarını bir arada tutma, karşı tarafı da mahkûm etmeye yönelik “irtica hortladı”, "şeriât gelecek", “kadınları kara çarşafa sokacaklar” diyerek yandaşlarını konsolide ederek safları sıklaştırırlardı. Tarih boyunca toplumsal ve insanî değer üretemediğiniz zaman taraftarları bir arada tutmanın kolay yolu korku havası estirmektir.
Camileri Depo Yaptılar
Cumhuriyet elitlerinden sol düşünceye sahip olanlar bu argümanı kullanınca sağ düşünceye sahip olanlar onlardan geri kalır mı? Hayır. Şehirlerin yığınla bekleyen trafik, çevre, su problemi, yeşil alan, ulaşım vb. sorunları dururken ilgili şehrin belediye başkanı camiye gidip "Yâsin-i Şerif" "ezan", "ilahi" okuyarak insanları memnun eder. Hâlbuki tekkeye şeyh, camiye imam veya müezzin seçmiyorsunuz ki! Aynı film “farklı gişelerde” tekrar izlettiriliyor.
Toplumun işsizlik, ekonomi ve istihdam problemlerine çözüm üretmedikleri zaman hemen harekete geçerek bunlar "camileri depo yaptılar" sloganıyla korkutarak yönetirler. Böylece bireyleri idealler peşinden değil de büyük ölçüde korkutarak safları tahkim etmenin yolları aranır oldu.
Batıda elli veya yüzyıllık kalkınma planlar yapılırken biz de toplumun bir gelecek vizyonu da o vizyonu üretmeye yönelik proje üreten yok. Ülkenin sağcısı da solcusu da kendisine hayran, sürekli geçmişe atıf yaparak kendilerini alkışlıyorlar. Hukuk, şehir planlama ve yönetimi, adalet, teknoloji, şeffaflık, bilim, kültür, mimarî, özgürlük, güvenirlik vb. evrensel değer üretmek yerine tarihin arşivindeki kullanma tarihi geçmiş, “radikallerden” başka müşterisi olmayan işlerle insanları korkutuyorlar. Yaşanmışlıklar yaşanmaya ve yaşatılmaya devam ediyor.
Memleket Bölünecek
Bir toplumda farklı ırk, dil, din ve mezheplere mensup olanları ergitmeyip beraber ve yanyana yaşamalarını sağlarsanız geleceğe yürürsünüz. Veyahut toplumun farklı olan bireylerinin farklı özelliklerini nefrete dönüştürerek bireylerin birbirlerinden nefretini sağlarsınız. Nefretten fırsat ve avantaj elde etmeye popülizm denir. Popülizm sık sık “dış düşmanlar”, “dış güçler”, “hâinler”, “alçaklar” sloganını kullanarak bir arada yaşatamadığınız insanları kendi elinizle bölersiniz. Korkuyla toplumu kamplara ayırıp, güven zedelenirse toplumsal bütünleşmeyi sağlamak imkânsız olur. Bu polemik ve kavga (100) yüz yıldır sürüyor. Sosyolog Erol Güngör “bu dile sahip olanların bilim, sanat, kültür, teknoloji ve mimari üretmesi mümkün değildir” der.
Toplum gündeminde tutulan ve korku sosuyla servis yapılan insanların da bunun aromasından dolayı hoşlandıkları fakat sonradan anlamsız olduğu görülen "memleket bölünecek" sloganının içi menfaat/rant kokuyor.
Ben altmış yaşına merdiven dayadım. Allah’a şükürler olsun, bayrak, vatan, din, memleket sağlam, Anadolu uçurumun kenarında falan hiç değil.
Kuşa Bak Kuşa!
Gözden birşey kaçırmak isteyen insanların, dikkatleri esas konuyla hiçbir ilişkisi olmayan başka bir yöne yönlendirme taktiği için kullanılan bir deyimdir.
Bütün bu korkular insanların dikkatini başka yerlere çekmek için ısıtılıp ısıtılıp yıllarca servis edildi. Bu korkuları pompalayanlar baktılar ki memlekete ne şeriat geldi, ne İran'a ne Afganistan'a benzedi. Ne de laiklik elden gitti. Ne de irtica hortladı. Fakat birileri üç öğün yemek yerine para kızartıp sofrasına servis yapsa yine de serveti tükenmeyecek kadar zengin oldu.
Ömer Dinçer şöyle der: "…Türkler devleti çok kutsallaştırır. Ama devletin çıkarı diye bir şey yoktur. Geleneksel dönemde devletin çıkarından bahsediyorsanız hükümdarın çıkarını anlatmış olursunuz. Modern dönemde devletin çıkarından bahsediyorsanız iktidarın çıkarından bahsetmiş oluyorsunuz. Size “Devlet tehlikede” diyorlarsa arkasına bir bakın, kim yarar sağlıyor diye. Devlet ne zaman tehlikede olur biliyor musunuz? Dış güçler sınırınızda silahıyla gelirler. O zaman devlet tehlikede olur…”
Yazar ve eski parlamenter Muhsin Kızılkaya “…Bu memlekette “laikçiler”le ("laikler" demiyorum) ile “dincileri” ("dindarlar" demiyorum) birleştiren tek şeyin gemlenemez “kin”leri olduğu bir gerçek. Ne yazık ki “kindarlık” bütün ideolojileri benzer kılan aynı fotoğrafın “arabıdır” bu memlekette ve zamanı geldiğinde bu fotoğrafı herkes kendi “karanlık odasında” yıkayıp öyle sürüyor piyasaya…” diyerek o da bütün kesimlerin fotoğrafını çekiyor.
Korku, İnsanın İnanç ve Davranışlarını Yanlış Biçimlendirir
Kur'ân yönetime ait adalet, ehliyet ve liyakat, merhamet, özgürlük ve şeffaflık gibi temel evrensel ilkelere dikkat çekerken baskıcı, dayatmacı ve kendi iktidarını korku kültürü üzerine kuran yöneticileri de anlatır. Bunlardan birisi de Hz. Musa döneminde yaşamış firavundur. Firavun'a insanlar sıradan varlık değil ilah gözüyle bakarlardı ki o da bir süre sonra kendini böyle gördü. “Ben sizin en büyük Rabbinizim” (Nâziat, 79:24) diyerek kendisinden menkul tanrısallığı çekinmeden söyler. Kendini Tanrı ilan eden firavun yaptıklarından sorumlu olmaz. Yaptığı her yanlışta hikmet aranır, eleştirilmez, kınınmaz, zulmünde bile "hikmet" aranır çünkü ilahtı. Bir başka âyette "Firavun, Musa'ya “Bak”, dedi, eğer benden başka bir tanrı benimsersen, seni mutlaka hapse attırırım!”(Şuara, 26/29) diyerek korkuyla ve korkutarak yönetimini devam ettirirdi. Bu tavrının dozajını sürekli arttırarak ileri seviyeye taşımaktan vazgeçmez. Kulluk yapıldığında kendisinden izin alınması gerektiğini söyler: Firavun: “Ben size izin vermeden mi o'na inandınız?” dedi, (…) bu ihanetinizden ötürü, hiç şüpheniz olmasın, çoğunuzun ellerini ayaklarını kesivereceğim; ve yine hiç şüpheniz olmasın ki, pek çoğunuzu da hurma kütüğüne asacağım…" (Ta-hâ, 20/71) der. Böylece korkuyu din üzerinden pompalar, siyasî otoriteyi dini otorite haline getirerek baskı ve dayatmayı meşrulaştırır.
Korku kültürünü yayarak toplumu sevk ve idare etmek vahyin istediği yönetim tarzı değildir. Hatta korkuyla insanları sindirebilirsiniz fakat bir süre sonra size döner. Korku korkutanı bitirdiği gibi toplumsal gelişme ve kalkınmayı da engeller. Hatta korku kültüründen dolayı Hannah Arendt’in dediği gibi “totaliter rejimlerde memurlar liderlerinin sadece emirlerini değil, niyetlerini de uygularlar” noktasına taşındığında toplum açık hapishane ve akıl hastanesine dönüşür.
Korku ve şiddet kültürüyle yönetme, insana yapılan en büyük saygısızlıktır. Korku fert ve topluma değer katmadığı gibi insanı bile değersizleştirir. Bir de korkutan şahıs şeklen kendisine saygı duyulsa bile içten içe kendisinden nefret edilir. Korkudan dolayı fikirlerini ifade edemeyen doğru-yanlış akımlar şiddete yönelebilirler.
Korku insan da yeni heyecanın oluşması değil insanda bastırılmış intikam ve kin duygularının gelişmesine sebep olabilir. İnsanlar korku karşısında hilekâr ve ikiyüzlü olur. Bundan dolayı ilahi vahiy fiziksel şiddet için “…onlar size savaş açarlarsa siz de onlarla savaşın…” (Bakara, 2/191) âyetinde geçtiği üzere “savaş” ve saldırı durumu hariç psikolojik şiddete bile onay vermez. Kur’ân “Veylun likulli humezetin lumeze(tin)” (Arkadan) çekiştiren (ve) kusur arayan herkese yazıklar olsun!” (Hümeze, 104/1) diyerek psikolojik şiddete bile onay vermez.
Yazıyı Aliya İzzet Begoviç’in şu ifadeleriyle bitirelim; “Bin sene yaşayacakmış gibi hayatlarını ve makamlarını korkuyla koruyan, kendilerinden güçlü olanlara esirmişçesine yalakalık yapan kimselerdir. Bu tip insanların en belirgin özellikleri korkaklıktır. Hayatları için korku, malları için korku, makam ve mevkileri için korku. Bütün çabaları bir güç sahibinin veya iktidarın desteğini kazanmaktır. Bunca korkuyla yaşamalarına rağmen onların hayatında tek bir korku eksiktir. O da Allah korkusu.” Vesselam!