Başımıza gelen ferdi veya umumi musibetlerin üç nedeni vardır.
Birincisi imtihan
Cenâb-ı Allah dünyada kullarına adeta sınırsız nimetler bahşetmiştir. Sağlık bir nimet, mal ve evlatlar büyük birer nimet, su nimet, meyve ve sebzelerin her biri bir nimet, eşlerimiz, evlerimiz, rızkımızın temin edildiği işimiz veya resmi görevimizden her biri büyük birer nimettir, vs… âyeti kerimede “Şayet Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız onları sayamazsınız…” (İbrahim, 14/34) buyrularak Cenâb-ı Allah’ın insanoğluna adeta sınırsız nimetler bahşettiğine dikkat çekilmektedir.
Bu nimetlere karşılık Cenâb-ı Allah, zaman zaman kullarını farklı musibetlerle de imtihan eder. Musibetleri iki kısma ayırmak mümkündür. Bir kısmı insanın tahammül edebileceği hastalık ve benzeri ferdi ve küçük musibetler, diğeri insanın takatini aşan büyük felaketler. Hastalık ve benzeri ferdi musibetler, hem salih hem de diğer insanların müptela olabileceği musibetlerdir. Aşağıda zikredeceğimiz hadisin zahirine göre bu tür musibetlere salih insanlar daha fazla maruz kalmaktadır.
Dünya hayatı geçici olup bu dünya bir imtihan sahası olduğundan yaptığımız iyi veya kötü amellerimizin mükâfat veya cezasının verileceği asıl yer ahirettir. Bununla birlikte iyi veya kötü amellerimizin bir kısım karşılığını dünyada da görebiliriz. İnsanlar, imtihan icabı zaman zaman musibetlere maruz kalacaklardır. Bu husus bazı âyetlerde şöyle ifade edilmektedir:
“And olsun ki sizleri korkuyla, açlıkla ve mallarınız, nefisleriniz ve meyvelerinizden noksan etmekle deneyeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155),
“İnsanlar, biz iman ettik dediklerinden dolayı terkedilip imtihana tabi tutulmayacaklarını mı sanıyorlar. And olsun ki onlardan öncekileri imtihana tabi tuttuk. Allah sadık olanlarla yalancı olanları ortaya çıkarsın diye (insanları imtihana tabi tutar.)” (Ankebût, 29/2-3.),
“İnsana gelince Rabbi onu imtihan edip kendisine ikram edince ve nimet verince, Rabbim bana ikram etti, der, ancak onu imtihan edip rızkını daraltınca Rabbim beni kötü etti, der.” (Fecr, 89/15-16.)
Görüldüğü gibi bu son âyetler rızık ile ilgili olup Cenâb-ı Allah’ın hem bolluk hem de darlıkla kullarını imtihan edeceğini ifade etmektedir.
İnsanların imtihan icabı musibetlere duçar olacaklarıyla ilgili farklı hadis rivayetleri de bulunmaktadır. Konuyla ilgili hadislerden biri şöyledir: “İnsanlar arasında en fazla musibetlerle imtihan edilenler, peygamberlerdir, sonra (mertebe bakımından) onlardan sonra gelenler, sonra onlardan sonra gelenlerdir.” (İbn Ebî Dünya, el-Merad ve’l-Kefârât, s. 185)
Görüldüğü gibi bu hadiste peygamberlerin diğer insanlara nazaran daha çok musibetlere maruz kalacakları ifade edilmiştir. Oysa peygamberler günahlardan masumdur. Dolayısıyla musibetler bazen imtihan gereğidir. İyi insanlara da kötü insanlara da gelebilir.
Musibetlerle ilgili Said Nursi hazretlerinin şöyle bir açıklaması da vardır: Cenâb-ı Allah’ın 99 ismi vardır. Tüm bu isimlerin dünyada tecelli etmesi gerekir. Onun isimlerinden biri de Kahhâr’dır. Bu ismin tecelli etmesi için Cenâb-ı Allah’ın kullarına hastalık, bela ve musibetler vermesi lazımdır. Keza Şafi isminin tecelli etmesi için önce insanlara hastalık, sonra da şifa vermesi gerekir.
İkincisi günahlar
Musibetlerin önemli bir sebebi de günahlardır. Malum olduğu üzere iman etmediklerinden dolayı bazı peygamberlerin kavimleri toplu olarak yok edildiler. Birçok âyeti kerimede bu hususa dikkat çekilmektedir. Hz. Muhammed’in ümmeti toplu olarak yok edilmez, fakat hak ettiği zaman Cenâb-ı Allah birtakım musibetler verir. Bir toplumda ibadetler azalır, günahlar, zulüm ve haksızlıklar artarsa Cenâb-ı Allah o topluma birtakım umumi musibetler verir. Bu musibetler, salgın hastalıklar, kuraklık ve kıtlıklar, depremler, iç savaşlar, başka ülkelerin saldırısı ve benzeri musibetler şeklinde meydana gelebilir. Günahların musibetlere sebep olacağına dair onlarca âyet ve birçok hadis bulunmaktadır. Bu âyet ve hadislerin bir kısmını anlatmaya çalışacağız.
“Görmediler mi? Onlardan önce çokça asrın insanlarını helak ettik. Size vermediğimiz imkânı onlara vermiştik, onların üzerine çokça yağmur yağdırdık ve topraklarının zeminlerinden nehirler akıttık. Nihayet günahlarından dolayı onları helak ettik, onlardan sonra başka ümmetler getirdik.” (Enam, 6/6)
Bu âyet İslâm’dan önce yaşamış birçok topluluğun günahlarından dolayı yok edildiklerini ifade etmektedir. Âyette öncelikle Mekke halkına ve tüm insanlara bir uyarı da söz konusudur.
“And olsun ki senden önce bazı ümmetlere peygamberler göndermiştik. Ardından umulur ki Allah’a yalvarıp yakarırlar diye onları rızık darlığı ve hastalıklarla yakalayıverdik (imtihan eyledik). Onlara azabımız gelince yalvarsaydılar ya, ancak onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yaptıklarını süsledi. Kendisiyle öğütlendikleri şeyi unutunca her şeyin kapılarını kendilerine açtık, (onlara bolca rızık verdik). Nihayet kendilerine verilen nimetlerle şımarınca ansızın onları yakalayıverdik. Böylece onlar bütün umutlarını yetirdiler ve zalim olan kavmin kötü kazındı…” (Enam, 42-45.)
Katade bu âyetlerle ilgili şunları söyler: Bir kavim sarhoş ve gafil olmadığı sürece Allah onu azap etmez. (İbn Kesir, s. 684)
“Şayet köylerin halkı iman edip Allah’tan korksaydı, onlara sema ve yerin bereketlerini açardık, ancak onlar tekzip ettiler, bunun üzerine yaptıklarından dolayı onları yok ediverdik.” (Araf, 7/96)
“Dediler ki; sen bizi büyülemek için ne kadar âyet/mucize getirsen de sana inananlar değiliz. Bunun üzerine onların üzerine tufan, çekirge, bit, kurbağa ve kan gönderdik…” (Araf, 7/131-132.)
Bu âyetler Firavun’un kavmiyle ilgilidir. Hz. Mûsâ’ya iman etmediklerinden dolayı Cenâb-ı Allah onlara peş peşe 5 farklı musibet gönderdi. Daha önce onlara şiddetli yağmur gönderildi. Onlar bundan korkup Hz. Mûsâ’ya yalvardılar ve dua edip bu musibetin kalkmasına vesile olursa ona iman edeceğini söylediler. Bunun üzerine Hz. Mûsâ dua etti, musibet kalktı, ancak iman etmediler. Bu sefer onlara çekirge musallat edildi, yine aynısını yaptılar. Bu sefer sırayla bit, kurbağa ve kan onlara bela olarak gönderildi. (İbn Kesir, s. 780.)
Bu anlamdaki âyetler sadece tarihi bilgi niteliğini taşımıyor, aynı zamanda bütün insanlara mesaj vermektedir.
“Kendileriyle öğütlendiklerini unutunca haramdan sakındıranları kurtardık, fakat zalim olanları, yoldan çıktıklarından dolayı şiddetli bir azap ile yok ettik.” (Araf, 7/165)
Bu âyet Cumartesi günü balık avlamaktan men edilen Yahudilerle ilgilidir. Söz konusu Yahudiler üç gruptu. Bir grup men edildikleri halde Cumartesi günü balık avlamaya devam etti. Bir grup onları bundan men etti, bir grup önce onları men etti, adamlar söz dinlemeyince tarafsız kalmaya başladı. Nihayet Cenâb-ı Allah, men eden grubu kurtardı, balık avlamaya devam edenleri yok etti. Tarafsız kalanların akıbetiyle ilgili iki rivayet vardır. Bir rivayete göre bunlar da yok edildi, diğer rivayete göre kurtuldu. (İbn Kesir, s. 795.)
“Sizden sadece zulmedenlere dokunmayan fitneden (azaptan) sakının. Biliniz ki Allah azabı şiddetli olandır.” (Enfal, 8/25)
Önceki âyetler farklı ümmetlerden haber vermektedir. Bu âyet ise doğrudan bizlere yani Müslümanlara hitap etmekte olup bizleri Allah’ın azabından sakındırmaktadır. Aynı anlama gelen hadisler de bulunmaktadır. Bu hadislerin bir kısmını birlikte okuyalım:
Hz. Huzeyfe b. El-Yeman anlatıyor: Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Nefsim elinde olana yemin ederim ki siz iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız veya Allah kendi katından size bir azap gönderir, sonra dua edersiniz ancak duanız kabul olunmaz.” (İbn Kesir, s. 831)
Hz. Ümmü Seleme’nin rivayetine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ümmetimde günahlar açıkça işlendiği zaman (günahlar çoğalınca) Allah onların tamamına kendi katından azap verir.” Dedim ki: “Onların arasında salih insanlar yok mu?” Resûlullah (s.a.v.), evet, onların arasında salih insanlar vardır, dedi. Dedim ki, bunlara ne olacak? Resûlullah (s.a.v.), “İnsanlara isabet eden azap onlara da isabet eder, ancak onlar daha sonra yani ahirette Allah’ın rahmet ve bağışlanmasına kavuşurlar” dedi. (İbn Kesir, s. 832)
Hz. Âişe’nin rivayetine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Yeryüzünde kötülük çoğalınca Allah dünya ehline azabını indirir.” Hz. Âişe şöyle dedi: Dedim ki; “aramızda Allah’a itaat eden insanlar olduğu halde helak olur muyuz?” Resûlullah (s.a.v.), “Evet, (günahlar çoğalınca aranızda salih insanlar olsa da helak olursunuz), sonra siz (Allah’ın salih kulları) Allah’ın rahmetine kavuşursunuz” dedi. (Humeydî, Müsnedü’l-Humeydî, I, 290)
Müminlerin Validesi Hz. Zeynep bint Cahş’in rivayetine göre kendisi Resûlullah (s.a.v.)’a “aramızda salih insanlar olduğu halde helak olacak mıyız?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v.), “Evet, günah ve pislikler çoğalınca” dedi. (Buhârî, Menakıb, 25.)
Müminlerin Validesi Hz. Ümmü Seleme anlatıyor: Resûlullah (s.a.v.)’a “ey Allah’ın Resulü aramızda salih insanlar olduğu halde helak olacak mıyız?” diye sordum. Resûlullah (s.a.v.), “Evet, pislik (günahlar) çoğalınca” dedi. (Malik, Muvattâ, II, 991.)
“… Onlar ayetlerimizi yalanladılar, biz de onları günahlarından dolayı yok ettik. Firavun’un ailesini de suda boğduk, (zira) onların tamamı zalimler idi.” (Enfal, 8/54.)
“Ehli muslih olduğu halde Rabbin köylerin ehlini zulüm ile helak edecek değildir.” (Hûd, 11/117)
Bağavî bu âyeti iki şekilde tefsir etmektedir. Bir tefsire göre bir millet birbirine zulüm edip haddi aşmadığı müddetçe Cenâb-ı Allah, şirkten dolayı onu helak etmez. Bu tefsire göre âyette geçen zulüm kelimesi şirk anlamındadır. Diğer tefsire göre bir kavim hak etmediği sürece Allah onu haksız yere helak etmez. (Bağavî, Maâlimu’t-Tenzil, IV, 206)
“Zalim olduğu için birçok köyü helak ettik…” (Hac, 22/45)
“Birçok köy zalim olduğu halde kendisine mühlet verdim, sonra onu yakalayıverdim…” (Hac, 22/48)
“…zalim olmadığı sürece köylerin halkını helak edecek değiliz.” (Kasas, 28/59.)
Bu son âyetlerde zalim olduklarından dolayı helak edilen kavimlerden haber verilmektedir. Zulüm bir şeyi yeri dışında başka bir yere koymaktır, şeklinde tarif edilir. âyetlerde hem şirk ve küfür anlamında hem de zulüm ve günah anlamında kullanılmaktadır. Bu ve aynı anlamdaki âyetler bir toplumda zulüm ve günahlar çoğalınca Cenâb-ı Allah’ın onlara birtakım bela ve musibetler vereceğini ima ve ifade etmektedir.
“Size bir musibet isabet etti ise bu, yaptığınızdan dolayıdır. Allah çoğunu da af eder.” (Şûrâ, 42/30)
Bu âyet insanın başına gelen musibetlerin günahlardan dolayı olduğunu açık ve net bir ifadeyle ifade etmektedir.
Hz. Ali anlatıyor: Size en faziletli âyeti haber vereyim mi? Resûlullah (s.a.v.) bu âyeti (Şûrâ, 30) okudu sonra şöyle dedi: “Ey Ali, bu âyeti sana tefsir edeceğim: Size dünyada bir hastalık, bir azap veya bir bela isabet etti ise bu, yaptığınız günahlardan dolayıdır. Allah bu musibeti dünyada size verdikten sonra tekrar ikinci sefer ahirette sizi azap etmekten yücedir…” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 85.)
Bu âyet nazil olunca Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Nefsim elinde olana yemin ederim ki bir çalının vücudunuzda yaptığı çiziği, bir ayağın kayması, bir damarın hastalanması ancak günahtan dolayı olur, Allah’ın af ettiği ise daha fazladır.” (Suyutî, Eddürrü’l-Mensur, VII, 354.)
Üçüncüsü tedbirsizlik ve yanlış hareketlerimiz
Başımıza gelen musibetlerin en önemli sebeplerinden biri de tedbirsizlik ve kurallara uymamaktır. Cenâb-ı Allah, kâinata bir kanun koymuştur ki buna sünnetullah denir. Evrende meydana gelen her şey, sünnetullah denen bu kanunlar dâhilinde meydana gelmektedir. Bu kanunlar insanoğlunun fiilleri için de geçerlidir. Bu nedenle yaptığımız tüm işlerimizde hem sünnetullah denen kanunlara hem de bilimsel kanun ve kurallara uymamız gerekir. Kurallara uymadan yaptığımız her iş, bize sıkıntı, bela ve musibet olarak geri dönebilir.
Burada şunu da ifade edelim ki yüce dinimizde elbise giyip çıkarmak, eve ve tuvalete girip çıkmak, yolda yürümek, su içmek ve yemek yimek hatta konuşmak da dâhil her şeyin bir takım adap, kaide ve kuralları vardır. Bu nedenle Müslümanlar, en kuralcı insanlar olması gerekirken, zannedersem şu an dünyada en az kurallara riayet eden insanlar Müslümanlardır.
Tedbirsizlik ve kuralsızlıktan dolayı başımıza gelen musibetler için deprem ve trafik kazalarını örnek olarak zikredebiliriz. Bilindiği gibi ülkemiz deprem kuşağında yer almaktadır. Bu nedenle Marmara depreminden sonra devlet, binaların depreme karşı yıkılmaması veya fazla hasar görmemesi için birtakım kurallar belirlemiştir. Bunun için bina yapan herkesin bu kurallara uyması hem kanun hem de dini açısından gerekli ve zorunludur. Buna uymayanlar dinen bundan mütevellit mal ve can kaybından mesuldürler.
İman ve Allah korkusunu bir tarafa bırakalım, insani duyguları ölmeyen ve vicdan taşıyan bir müteahhit, devlet hiç denetim yapmasa bile elini vicdanına koyup bu kurallara uymalıdır. Çünkü bu iş riskli olup başkasının hem malı hem de canı söz konusudur. Devletin de riskli işleri çok sıkı bir şekilde denetlemesi ve ayrıca kusurundan dolayı depremde binası yıkılıp başkasının can kaybına sebep olan kişileri çok ağır şekilde cezalandırması gerekir, aksi takdirde ilgili kişi veya kurumlar, meydana gelen can ve mal kaybı konusunda vebalde ortak olurlar.
Şimdi konumuzla ilgili iki binayı örnek olarak verelim. Bu binalardan biri 8 (sekiz) şiddetindeki bir depreme dayanıklı olarak yapılmış, diğeri de 6 şiddetindeki bir depreme dayanıklı olarak yapılmıştır. 7 şiddetinde bir deprem olduğu takdirde birinci bina yıkılmaz ikinci bina yıkılır. Bu, sünnetullah’ın bir gereğidir. Cenâb-ı Allah ne sağlam binaları hususi olarak yıkar ne de çürük binaları hususi olarak korur. Depremin kendisi kader, ancak depreme dayanıklı olmayan binaların depremde yıkılması kader değildir. Aksine bizim kendi elimizle başımıza getirdiğimiz veya gelmesine vesile olduğumuz bir musibettir. Medyaya yansıdığı kaderiyle bazı müteahhitlerin yaptığı hiçbir bina yıkılmazken, bazılarının yaptığı tüm binalar yıkılmıştır. Keza bir yutup kanalında dinlemiştim. Kahramanmaraş’ta bir mahallede önce 4 katlı binalar için ruhsat verilmiş, daha sonra bu ruhsat 8 kata çıkarılmıştır. O mahallede bulunan 4 katlı binalardan hiçbiri yıkılmazken, 8 katlı binaların tamamı yıkılmıştır. Bu gibi hususları kader ile açıklamak yanlıştır, kaderi ve dolayısıyla da Cenâb-ı Allah’ı suçlamaktır.
Müslümanların çoğu yanlış bir kader anlayışı taşımaktadır. Allah’ın takdiri ne ise o olur veya alnımızda ne yazıldı ise onu göreceğiz, derler. Böyle bir kader anlayışı yanlıştır. Bu husus, insan dahlinin olmadığı konularda doğrudur, ancak insan dahlinin ve insan fiillerinin dahli olduğu konusunda böyle bir kader anlayışı yanlıştır, dini emir ve kurallara aykırıdır. Çoğumuzun bildiği bir hadis vardır. Bir gün bir adam Resûlullah (s.a.v.)’ın yanına gelir, devesinden iner ve şöyle der: “Ey Allah’ın Resûlü, devemi bağlayıp mı tevekkül edeyim yoksa salıp mı tevekkül edeyim?” Resûlullah (s.a.v.), deveni bağla sonra tevekkül et, der.
Trafik kazaları da böyledir. Bir insan trafik kurallarına uymadığı zaman bir gün kaza yapar. Örneğin en fazla 80 hızla gidilmesi gereken virajlı bir yolda bir insan 100 veya 120 hızla giderse mutlaka bir gün kaza yapar ve böyle bir kaza kader değildir, o kimsenin kendi hatası ve kuralsızlığı nedeniyle başına getirdiği bir musibettir.
Dini açıdan 6 Şubatta yaşadığımız depremle ilgili bir yorum yapmak gerekirse şunları söylemek mümkündür: Deprem tamamıyla bir tabiat ve doğa olayı olarak meydana geldi veya Cenâb-ı Allah bizleri imtihan etmek için yahut ibadetler azalıp günahlar çoğaldığı, haksızlık ve zulüm arttığı için Cenâb-ı Allah böyle şiddetli bir depremi bize verdi. Bu üç ihtimal de imkân dâhilindedir. Ancak Cenâb-ı Allah’ın muradını bilmediğimiz için kesin bir şey söylemek yanlıştır.
Fakat şunları söyleyebiliriz: Fay hatlarını yaratan Cenâb-ı Allah’tır. O dilerse fay hatlarını kullarına zarar vermeden azar azar kırabilir. Keza Cenâb-ı Allah, depreme dayanıklı binaları hususi olarak yıkmaz, çürük binaları da özel olarak korumaz. Deprem bölgesindeki binalar da bunun açık şahididir; bir kısım binalar sapasağlam ayakta dururken, bir kısmı yerle yeksan olmuştur. Bu nedenle tedbirli olup işlerimizi sağlam ve kurallara uygun olarak yaparsak hatalarımızdan dolayı başımıza musibetler gelmez. Ancak işimizi sağlam yapmaz ve kurallara uymaz isek ellerimizle başımıza bela ve musibetler getirmiş oluruz. Nitekim Cenâb-ı Allah “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…” (bakara, 2/195) diye buyurmaktadır. Dolayısıyla yukarıda zikrettiğimiz hadise atıf ile devemizi bağlayıp daha sonra tevekkül eder ve hem kendimizi hem de malımızı Ona havale ederiz, devemizi bağlamadan tevekkül edersek başımıza musibetler gelir.
Cenâb-ı Allah, ülkemizi ve cümle İslâm diyarlarını her türlü bela, deprem, musibet ve felaketlerden muhafaza eylesin.
Selam ve dua ile.