Allah’ın, “el-âyetu’l-manzur”/”görsel âyetleri” olduğu gibi, “el-âyetu’l-mektub”/yazılı âyetler veya ”el-âyetu’l-mastur”/satırlardaki âyetler olmak üzere iki tür âyeti var. Toplum olarak genelde “yazılı, satırlara” dökülen Kur’ân kitabındaki âyetleri anlamasakta bolca tekrar ederiz. Hâlbuki yazılı âyetler görsel/tekvini âyetlerle olan ilişki biçimimizi belirlemek için gönderildi. Yani bolca okunması, anlaşılması ve istifade edilmesi gereken asıl âyetler “görsel”/tekvini âyetlerdir. Yazılı âyetler görsel âyetlere işaret etmek için gönderildi. Yazılı âyetleri okumak veya anlamak için özel eğitim gerekirken görsel âyetler üzerinde düşünmek için iyi gözlem yapmak ve aklı kullanmak yeterlidir. Aslında vahyin hedefi de inanacak olanların gözlem sonucu akıllarını kullanarak iman etmelerini sağlamaktır. Yoksa dış baskıyla dayatılan imân makbul değildir.
Âyet kavramının anlamı belge, delil, işaret ve göstergedir. Gösterge kendisini değil işaret ettiği başka şeyleri göstermek içindir. Tıpkı parmakla bir nesneye işaret ettiğimizde parmağa değil işaret edilen yere bakar insan. Yapılan araştırmalarda uzun yıllar eğitilmesine rağmen maymunlar parmağın işaret ettiği yere değil, sürekli parmağa bakmışlardır.
Mesela; Trafikteki ışıklar birer işarettir. Kırmızı ışıkta durmamız, yeşil ışıkta da geçmemiz gerektiğini anlarız. Yoksa bu ışıkların verdiği işarete değil de sadece bakmakla yetinmek ışıktan maksadın ne olduğunu anlamamış oluruz.
Kur’ân, bal arısından örümceğe, güneş ve ay tutulmasından gök gürlemesine, denizlerin yapısından dağların oluşumuna kadar kâinattaki tekvini/görsel âyetlere emir kipiyle dikkat çekip “aklınızı kullanmaz mısınız?” der. Yine devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl kurulup uçsuz bucaksız yükseltildiğine, dağların nasıl da yeri tutup, dengeleyen direkler halinde dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayılıp hayata elverişli kılındığına bakmaz mısınız? (Ğaşiye, 88/17-20) der. Burada yapılması gereken bu yazılı âyetlerin tekrarından sonra işaret ettiği nesneleri incelemek ve istifade etmektir. Yoksa deveye bakmaz mısınız? Deveye bakmaz mısınız? Deveye bakmaz mısınız? Deveye bakmaz mısınız? formunda gelen âyetin sadece tekrarı vahiyden istifadeyi azaltır. Belki sadece Kur’ân’la duygusal bir bağın kurulmasını sağlar. Tıpkı “namaz kılınız?” emrini “namaz kılınız?” “namaz kılınız?” “namaz kılınız?” diyerek sadece tekrar edip gereğini yerine getirmediğimiz gibi... Getiriyorsak ilahî talebin bir anlamı oluyor. Yoksa yerine getirilmeyen emir ve talepler havada kalır. Bu da Allah’ın izzet ve gayretine dokunur.
Aynı hatayı toplumsal problemleri “çözemediğimizde” gösteriyoruz. Kur’ân, ekonomi, yönetim, eğitim, sağlık, hukuk/fıkıh vb. konularda karşılaştığınız problemleri “aklınızı kullanarak” çözün diyerek çözümü konunun uzmanlarına/insana havale etmiştir. Çünkü değişen dünyada problemler farklıdır. Bugün Hz. Peygamber döneminde yaşamıyoruz. Yeni problemlere yeni çözümler üretilmelidir. Müslümanlar da problem çözme becerisine, uzmanlığına sahip olmadığından Kur’ân çözsün diyor. Hâlbuki Kur’ân sadece yöntem gösterir. Mesela; Hz. Peygamber vefat ettiğinde daha defnedilmeden sahabe yönetimin nasıl ve yöneticinin kim olacağını içtihat ederek çözdüler. Bugün perişan halimiz; elindeki cihazın hangi tuşuna basacağını bilmeyenin rastgele tuşlara basarak şaşkın ve istem dışı davranışlar sergileyene benziyor.
Şunu da unutmamak gerekir; Kur’ân’daki yazılı âyetlerin tahrif ve tebdilini koruyor ve saygı gösteriyoruz. Fakat aynı saygıyı, korumayı görsel âyetlere yapmıyoruz. Yeryüzünde Allah’ın özenerek ve benzersiz yarattığı nesli tükenen, tükenmekte olan bitki ve hayvanlara karşı aynı duyarlılığı gösterdiğimiz söylenemez. Dünya Doğayı Koruma Birliği'nin raporu insan kaynaklı suistimaller sonucu 784 bitki türünün dünya üzerinden tamamen yok olduğunu ve 16.119 hayvan türünün tükenmekte olduğunu ifade etmektedir. Bunların her birisi birer âyettir. Bu görsel âyetlerin yok olmasıyla Kur’ân’daki bir âyetin yok olmasının arasındaki fark nedir? Kur’ân ve kâinat kitabı birbirinden ayrılamaz ikizdirler. Beraber okumak gerekir.
Aksi halde yanlış okuma yanlış anlamaya, yanlış anlama da yanlış yönteme sebebiyet verir. Öncelikle Kur’ân yazılı âyetleriyle görsel âyetlerin incelenme ve araştırılmasını ister. Zira Kur’ân Anlaşılması gereken tekvini âyetlere işaret eden kitaptır. Yazılı âyetler görsel âyetlerle olan ilişkimizi ve tavrımızı belirlemek için gönderildi. Kâinattan istifade etmek için tekvini âyetleri anlamak ve çözümlemek önceliklidir. Muhammed İkbal’ın dediği gibi “Tabiatı bilmek Allah’ın davranışını bilmektir. Tabiatı inceler ve araştırırken Mutlak Zat’a biraz daha yaklaşmak çabasında oluruz. Bu ise ibadetin başka bir şeklidir.” Sadece yazılı âyetleri okumak ibadet değil, görsel/tekvini âyetleri okumakta ibadettir. Bazı görsel âyetlerin insanı etkileyiciliği daha yüksektir.
Emin Işık Hoca, Nurettin Topçu’nun tabiatla ilişkisini şöyle anlatır; “…Hoca tabiata âşıktı; suyu, ağacı ve kırları çok severdi. Her zaman tabiatla baş başa kalmak isterdi. Bir defasında, “Hocam, size imreniyorum, doğrudan doğruya tabiattan ilhâm alıyorsunuz, ben alamıyorum. Sizin gibi tabiatı okuyup ondan anlam çıkaramıyorum, daha çok kitaplardan istifade edebiliyorum, demiştim.” O da bana, “Ne var kitaplarda, Allah aşkına? Her şey tabiatta, onu okuyup iyi anlamak lazım” demişti. Sokrates’in tabiat âyetlerini okumadaki rekoronu kıramadığına çok üzülürdü. O’nu da şöyle anlatırdı: “Sokrates, akşamüzeri bir tepe üstünde durmuş, güneşin battığı yöne dönmüş ve ufku seyre dalmış. Sürülerini otlatmaktan dönen çobanlar, ertesi akşam onu, aynı yerde bir heykel gibi hâlâ duruyor görmüşler. Hoca, işte Sokrates budur. Ve bu olay tefekkür tarihinde aşılamamış bir rekordur, demişti.”
Hoca, Sokrates’ten imrenerek bahsedince, ben de “Hocam, siz felsefeyi âdetâ yaşıyorsunuz, dedim. Peki, yaşanmayan felsefe neye yarar? diye sordu. Ardından da hafif sesle “zevzeklik” deyiverdi.
Nurettin Topçu Hoca Victor Hugo’nun şu sözünü çok sık tekrar ederdi: “Ey ormandaki ağaçlar, aranızda gezip dolaşırken, hep Allah’ı aradığıma tek tek şahit olunuz! Şuna da şâhit olunuz ki O’na kalbimi, anamdan doğduğum ilk günkü gibi teslim edeceğim.”
Tabiat Okuryazarlığı
Kur’ân’daki yazılı âyetleri okumak için tecvit, kıraat tarzları geliştirildiği gibi görsel âyetleri okumak için de yeni bir “tabiat okuryazar”lığına ihtiyaç vardır. Yoksa Kur’ân’ın dediği gibi “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki yanlarına uğrarlar da onlardan yüzlerini çevirerek geçerler.” (Yusuf, 12/105) Yaşadığımız dünyada gözümüzün önündeki tekvini âyetlerden pek istifade etmeyiz. Hâlbuki birçok icat tabiattan taklitle çıkarılmaktadır. Kâinat kitabı veya “kâinat Kur’ân”nındaki “tabiat eczanesini” iyi okuyamadığımız için ilaçları başkalarından alıyoruz.
Babanızdan Gelen Mesaj
Fakültede ders anlatırken öğrencilere arkadaşlar! “Babanıza, “Sevgili babacığım! Kaldığım yurdun ücretini ödemem gerekiyor. Bana para gönderir misiniz?” kalıbında bir mesaj yazdınız. Babanızdan gelen mesaj şöyle olsa “canım evladım! Mesajını aldım. Ne kadar güzel yazmışsınız. Mesajını okudukça ailece ferahlıyoruz. Annen her sabah yüz defa tekrar ediyor. Kardeşin inci tanesi gibi yazdığın mesajını hat sanatıyla yazarak çerçeveletip oturma odamıza astı. Böylece seni hatırlıyoruz.” Siz de saat başı hesap numaranıza bakıp yurda vereceğiniz ücreti bekliyorsunuz. Bir öğrenci şöyle dedi. Hocam “babamdan böyle bir mesaj alırsam çıldırırım” dedi. Bir başkası “çimlere uzanır ağlarım.” Bir başkası “beni çok seven babamın böyle bir mesaj yazmış olabileceğine inanamam” şeklinde cevap verdiler.
Öğrenciler psikolojik olarak hazır hale gelmişken şöyle dedim; ”telefonunda kayıtlı olan ilahî mesajlara/âyetlere karşı tavrımızı melekler seyrediyor. Ya onlar neler söylüyorlar. Veyahut etrafımızda seyrettiğimiz binlerce tekvini/görsel ayete karşı tavrımız nedir?
Güneşten sineğe kadar her şeyin sahibi olan Allah’ın ilk olarak “oku” emrine Müslüman coğrafyanın yüzde ellisi cehaletle savaşmaları gerekirken okuma yazma bilmemekle rahatsızlık hissetmiyor. “Kutsanmış cehaletle” toplumlar kalkınmaz. Bilgi sahiplerinden bilgi dilenirler. Sadece “oku” emri değil, “namaz kılınız” emrine Türkiye’de Cuma ve bayram namazları hariç beş vakit namaz kılma oranı % 20 civarındadır. Bu da çoğunluğu Müslümanlığıyla “efelenen” bir toplum için çok düşük ve üzücüdür.
Kur’ân Allah’ı anlatırken temsil ve hâkimiyet anlamında “Yeryüzünün tamamı onun avucunun içinde Gökler de tomar halinde elindedir…” (Zümer, 39/67) der. Böyle bir Allah insan ilişkisini anlatırken “Beni anın ki Ben de sizi anayım…” (Bakara, 2/152) “Verdiği sözü Allah'tan daha çok tutan kim vardır?” (Tevbe, 9/111) diyerek “Bana verdiğiniz sözü tutun (ki) Ben de sözümü tutayım…” (Bakara, 2/40) buyurur. Yoksa insan, üstüne düşeni yapmadan Mehmet Akif’in dediği gibi “Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin: “Yetiş!” de, kendisi gelsin, ya Hızr’ı göndersin!” sürekli “onu kahret, bunu perişan et” modundan çıkmak gerekir. Allah’ın insana yüklediği ve yapmasını istediği işleri Müslümanlar Allah’tan bekliyor.
Kur’ân’ın her bir âyeti insanlara yol gösterecek birer mesaj ve işaret taşı gibidir. Gösterdiği yolda yürüdüğümüzde menzil-i maksuda varmış oluruz. Yoksa güzel nağme ve musikiyle Aliya İzzet Begoviç Kur’ân’ın “ilahiyat formalizmine” kurban edildiğini, aktif (inşa edici) karakterini kaybettiğini irrasyonel ve mistik alana tutunduğunu söyleyerek asıl sorunun anlamdan uzaklaşma olduğunu şöyle anlatır: “Kur’ân-ı Kerim’i okuyor, yorumluyorlar, sonra yine okuyorlar, inceliyorlar ve sonra yine okuyorlar. Bir defa olsun uygulamak zorunda kalmamak için bir cümlesini binlerce defa tekrarlıyorlar. Hayatta nasıl uygulanacak sorusundan kaçmak için Kur’ân-ı Kerim’in nasıl okunması gerektiği hususunda geniş ve itinalı bir ilim ürettiler. Nihayetinde, Kur’ân-ı Kerim’i anlaşılan bir manası ve içeriği olmaksızın çıplak bir ses haline getirdiler.”
Kur’an’ın insanlara bir emri de “Peki, yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, orada olup biteni kalpleri kavrasın ve kulakları işitsin? Ne var ki, onlarda kör olan gözler değil; kör olan, göğüslerdeki kalpler!” (Hac, 22/46) şeklindedir. Âyette göz, kulak, vicdan ve basiret sahibi insan başka mekânları, ülkeleri, şehirleri, köyleri, dağları gezdikçe yeni renkler, yeni fikirler, yeni güzellikler, yeni coğrafyalar keşfedeceğini anlatır. Hatta yeni farkındalıkların farkına varır. Çünkü insanın ilk defa iyi gözlem yaparak keşfettiği yerleri unutması mümkün değildir.
Hac ibadetinin bir boyutu da hacıların gittiği mekânların bir insanlık tarihini ihtiva ettiğidir. Hacılar eğer bilgi sahibi iseler Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar peygamberler zincirinin birçok halkasının gezdiği mekânları görürler. Burada gördükleri mekânları zihin haritalarından kolay kolay silmek imkânsızdır. İnsan ilgili ve meraklıysa bir mekânı gördüğünde oranın fotoğrafını zihnine nakşeder.
Sinema sanatıyla gönlümüzde taht kuran yaptığı hizmetlerin ürünü olan Ömer Muhtar ve Çağrı filminin yönetmeni Mustafa Akkad “sinema sanatıyla unutulmaz hizmetler” yapılabileceğini gösterir.
Şehir veya ülke gezmenin, gördüğünüz bazı güzellikleri yaşadığınız şehre taşımak gibi kazanımı her zaman vardır. Ortaokul yıllarımızda “çok okuyan mı, yoksa çok gezen mi daha çok bilir” münazaraları çokça yapılırdı.
Çocuklara günlerce Mekke ve Medine’yi anlatınız. Bir de bir defa umreye götürüp gezdirdiğinizde bilgi ile görmek arasındaki farkı görürsünüz. Görmekle unutulmaz hatıralar biriktirmek ve bunları yeri geldikçe hem anlatmak hem de arşivlemek mümkündür. Vesselam!