İnsan, sahip olduğu nimetlerin kıymetini kaybedince anlıyor. Bu nimetlerden en büyüğü de nefes alıp vermektir. Bunu da en fazla yaklaşık bir yıldır devam eden covid 19 salgını nedeniyle anladık. “Bir musibet bin nasihatten evladır” hakikatini bizzat yaşadık, yaşıyoruz. Solunum cihazına bağlanarak nefes alıp vermenin zorluğunu anlamayan kimse kalmadı sanırım.
Bugün bütün insanlık gözle göremediğimiz bir virüs tarafından hizaya getirilip dizayn ediliyor. Âdeta hayatımızı yeniden formatlıyor fakat bunu anlamaktan çok uzağız.
Virüsün bize ayar vermesinde şiddetin arttığını söylemek abartı olmaz. Ne yazıkki fazlada bir şey yapamıyoruz. Hayatımızı birçok açıdan etkilemesine rağmen elimizden hiçbir şey gelmiyor. En sevdiğimize bile yaklaşamadığımız bir zaman dilimini hep beraber yaşıyoruz.
Kendisi gibi değil farklı diye dünyayı başkalarına yaşanmaz kılanları, dünyayı genişliğine rağmen paylaşamayanları virüs terbiye etti ve ediyor.
Aslında bütün hastalıklar gibi covid 19 da bize ders vermek, bize bizi ve sıhhat afiyet içinde geçirilen hayatın değerini hatırlatmak içindir. Sağlığın kıymetini hastalıkta daha iyi anlıyoruz. Sağlığı yerinde olup, "Allah bana ne verdi, benim Allah'a ne ihtiyacım var ki?" Diyerek kendisini "müstağni" görebiliyor insan.
Vahyin ikazı şöyledir: "Gerçek şu ki insan fütursuzca azar, ne zaman kendini yeterli görse: oysa herkes eninde sonunda Rabbine dönecektir." (Alak, 96/6)
Modern dönemde bir entelektüelin “ben ömrüm boyunca hiçbir şekilde Tanrıya muhtaç olmadım” demesini anlamakta zorlanıyoruz.
Bu kendisine, şahdamarından daha yakın, kuluna dost olan, rızkını veren, kendisini yaratan bir tanrı değil, “ambulans” misali âcil durumlarda yanında hazır bulunacak yanlış bir Allah tasavvurudur. Ve yanlıştır.
Teolojide tartışılan şöyle bir kural vardır; Kâinatta her şey ya bizzat güzeldir. Ya da netice itibariyle güzeldir. Mesela; gül çiçeği bizatihi güzeldir. Bahar mevsimi gerçekten harikadır. Kar, kış, yağmur ve soğuk hava güzel gibi görünmüyor. Fakat bunlar olmadan baharın olmayacağını bilmek kışı ve soğuğu güzelleştiriyor. Bunlara "sonuç itibariyle güzeldir" denir.
Tedbirsizlikten veya işbilmezlikten dolayı dere yatağına evini yapan kişi, kardan, selden ve yağmurdan zarar görür. Bu zarar bizatihi yağmur ve selden değil insanların kuralları yok sayarak bir de üstüne ahlaki davranmayıp Allah'tan da aynı ahlaki olmayan karşılık beklemek insanın cahilliği ve zalimliğindendir.
İnsanların sosyal hayatını kolaylaştırsın diye konulan kurallara uymayarak "Allah'ım beni koru", çalışmadan, ekim yapmadan "Allah'ım bana nimet ver" demesi, Allah'ı kendi tembellik, tedbirsizlik ve kuralsızlığına alet etmeye çalışmaktır. Ki bu "teolojik ahlaksızlıktır." Çünkü emek olmadan yemek olmaz, soğuk üşütür, bazen de dondurur. Bunlardan zarar görmemek için tedbir alınmalıdır.
Bizi bizden daha çok düşünen seven Rabbimiz bizim için kötülük dilemez. Nefes vb. nimetlerin değerini hastalık olunca daha iyi anlıyoruz. Keşke, bela ve musibetle karşılaşmadan nimetlerin kıymetini anlasak…
Nevzat Tarhan, “Hastalıklar Allah’ın verdiği musibet, bir üçüncü dünya savaşı değil şükürler olsun ama bizim şu anda başımıza gelenler bize bir mesaj… Bunu anlayıp kendimizi düzeltmemiz gerekiyor, ders çıkarıp yolumuza devam etmemiz gerekiyor. Virüsü düşman gibi değil, yönetilecek bir durum olarak görelim. Virüsü karşımıza almak yerine yanımıza alıp beraber yürümeliyiz. Bu, pandemiye alışmak değil, pandemiyi yönetmektir ” derken problemin "psikolojik yönetimine" dikkkat çekmektedir.
Yıllar önce meydana gelen depremin akabinde farklı değerlendirmeler yapılmıştı. Bu yorumlardan birisi de "depremde zarar görenlerin günah işlemesine bağlanmıştı." Bu yorum beni düşündürdü. Bu konuşulanlardan hareket ederek yaptığım okumada en çok bela ve musibete uğrayanların Peygamberler ve onlara benzeyenlerin (Tirmizî, “Zühd” 56; İbn Mâce, “Fiten” 23) olduğunu görünce insanın karşılaştığı bela ve musibetin insanı eğittiği, yaptığı yanlışlar hususunda başını elleri arasına alıp "nerede hata yaptım" muhasebesine sevkettiğini gördüm. Kur’an insanların karşılaştığı bazı belaları "belâ-i hasen" "güzel bela" olarak anlatır. (Enfâl 8/17).
Mevlana insanların karşılaştığı belaları derinin tabaklanması gibi insanın gerçek kişiliğinin ortaya çıkardığını söylerken olayların arka planına yöneltir.
Ferdi veya toplumsal bağlamda karşılaştığımız sıkıntılar, krizler, düşüşler, problemler çoğu zaman yeni kazanımlara ve sıçramalara sebep olabilmektedir. Kazanım da bazen inişe sebep olabilir. Yenilgi yaşamayanların muhasebe yapmadığı gibi… Büyük oranda zaferin sarhoşluğuyla kendilerini kaybederler. Fakat yenilgi yaşadığında bu yenilgiden ders alır. Bu da sıçramaya sebep olabilir.
Pandemide psikolojik yapımız kısmen bozuldu. Belki özgürlük ve rahatımızı kaybettik. Fakat hızın olduğu dünyada pandemi bize yavaşlamayı öğretti. Hoyratlığı bırakarak yavaşladık.
Bir de hazın zirve yaptığı bir dünyada normal vakitlerde düşünmediğimiz gündememize bile almadığımız "ölüm gerçeği" hayatımızda kendine bolca yer buldu.
HER ŞEYE BEDEL BİR NEFES
Covide yakalanıp vefat eden Prof. Dr. Ramazan Balcı'nın yazısı şöyledir: "…Şimdilik alabildiğim nefes ile oturduğum yerde ancak farzları kılabiliyorum. Aman Allah'ım! Onca nefesi ne kadar değersiz işlerin peşinde harcamışım! İnsanın aklı başında olsa en kıymetli varlığı olan nefesi, sadece Allah yolunda sarf ederdi. Ne yazık ki insan okuyup yazmakla bu hakikatı anlayamıyor. Gaflet insani yeniyor. Evet, herkes pişman olacak. Ya ölünce ya da benim gibi olunca, nefesini boşa harcadığını anlayacak. İnsanın en değerli varlığı nefestir. Boş işlere harcamayın. Son pişmanlık fayda vermez!"
Prof. Dr. Özgür Dağ "Yoğun bakımda hasta canlı canlı boğulduğunu hissediyor. İnsanlar o sahneyi görse bir daha maskesini çıkarmaz." diyor.
Doç. Dr. Mahir Kuyumcu, “Bir nefes için sağlığı için ya da hayata tekrar tutunmak için bütün varlığımı vereceğim" diyen insanlar var. Maddi durumu iyi olan insanlar, “Hocam ne gerekiyorsa yapmaya hazırız.” diyor. Paranın gücü elinde olan hasta ve yakınlarından bile çaresiz bir şekilde hastane kapısı önünde bekleyenler oldu" açıklamasında bulundu
Sivas'ın merkez bağlı Selçuklu Mahallesi'nde yaşayan 3 çocuk annesi Zeynep Develi, "Sabaha kadar hiç uyumadım. Hemşireyi arıyorum, geliyorlar bir ağrı kesici yapıyorlar, hiçbir faydası olmuyor. Fakat ertesi gün yine aynı acıları çektim. Dayanılmaz acılar çekince eşim Durmuş'u aradım. 'Yetiş, ölüyorum' dedim. Artık yaşadığım acılardan yattığım yatakları sıkmaya başladım. Üç gün yattığım o sürede resmen delirdim. Sürekli oksijen vermelerine rağmen yine de havasız kaldım. O kadar hava vermelerine rağmen hiçbir faydası yoktu. Nefesimin daralması bana ağrılarımı bile unutturdu. Oksijen cihazına bağlamalarına rağmen nefes alamadım. Sırt üzeri hiç yatamadım. Sürekli yan yatmak zorunda kaldım. Hastanede yattım ama siz gelin o günleri bana sorun, o sürede her şeyi unuttum. 'Öleceğim' dedim, tamam ölmek de Allah’ın emri ancak yanımda kimse yok. Psikolojim bozuldu ve eve sığamaz oldum. Hiçbir şeyden tat almamaya başladım. Her şey kötü kokuyordu, sinirden kullandığım telefonu bile kırdım. Bir ara kendimi balkondan atmayı bile düşündüm. Doğum yaptım böyle sancı çekmedim. Nefesim daraldığı zaman yattığım oda kapkaranlık oluyordu" açıklamasında bulundu. Ah! Sağlık ne nimetmiş: Anladım.
BENİ KURTARIN, BOĞULUYORUM
Covid-19 yoğun bakımda yatan hastaların son anlarına tanık olan hemşire Hayriye Tanrıvermiş, ""Lütfen elinizi vicdanınıza koyun. Buradaki insanların son anlarında biz yanlarındayız. Onların son su içmesinde, son nefesinde biz başlarındayız. Biz onların neler çektiğini çok iyi görüyoruz. Dışarıda insanlar bunları görmeyebilir. En sevdiği annesinin burada son anında neler yaşadığını görselerdi, emin olun günlerce sokağa çıkmak istemezlerdi.
Altmışbir (61) yaşında bir hastamız vardı. Hastayı cihaz ile takip ediyorduk. Biz bu amcamıza 'Biraz daha dayan, seni bu cihaza bağlamak istemiyoruz' dememize rağmen amca 'Boğazımı delin ve bağlayın' dedi. Bu amcamızın en son söylediği sözler bunlar oldu. "Beni kurtarın, boğuluyorum" diyen birçok hastayı kaybettik. Hastanın başında ağladığımız zamanlar da oldu.
Bu sözleri dinlerken Sadi Şirazi’nin çağını aşan ve hikmet dolu şu sözlerini hatırladım. Şirâzî: "Her nefes iki şükrü gerektirir; nefes almak hayatı uzatır, nefesi vermek ise bizi ferahlatır."
Bir başka şairimiz de Nahîfî de;
“Şükreyleyemem bir nefesin nimetine
Her bir nefes etsem sana bin hamdü sena “
Nefeslerimizin aslında sayılı olduğunu bilsek daha duyarlı hareket ederiz. Tıpkı aracımız çalıştırırken fazla yakıt harcanmasın diyerek duyarlı olduğumuz gibi olsak.
İnsan bu dünyada nefes alamadığı zaman bütün servetini harcamaktan çekinmiyor. Bu dünyada karşılaştığımız sıkıntıları gidermek mümkündür. Fakat öte dünyada kusurların telafisi mümkün değildir.
İlahi vahiy asıl musibetin ahirette karşımıza çıkacağını şöyle anlatır:
“…hakikat inkarcısı olarak ölenlere gelince, yeryüzünün bütün altınları (bile) onların fidyelerini karşılayamaz…” (Âl-i İmrân, 3/91)
İyilik yapmanın fayda sağlayacağı gün vermek gerekir. Yoksa iyilik yapmanın fayda sağlamayacağı ahirette kat kat yapmak için niyetlensek de faydasızdır.
“…Kıyamet Günü'ndeki azaptan kurtulmak için yeryüzündeki her şeyi ve hatta iki kat fazlasını fidye olarak teklif etseler de kabul ettiremezler…" (Mâide, 5/36)
Âyetler bizi doğrudan buradan alıp mahşerdeki yaşanan dehşetli anlara götürmekte sanki yaşanmış gibi anlatmaktadır.
Kur’ân bu ikazını geri dönüşü olmayan ahiret hayatına daha dikkatli hazırlanmamız gerektiğini anlatır.
Ekonomik imkanlara sahip olma insanı “ölümsüz” vehmine sürükler.
Hayatın bir gerçeği olan ölümle karşılaştığımızda fakirin ölümünü normal karşılarken, zenginin ölümünü de yadırgarız. Niçin öldü? Demekten kendimizi almayız. Yukarıdaki âyette iktisadi imkanlara sahipte olsak bunların ahirette kurtuluş akçesi olarak fayda sağlamayacağını bize anlatır.
İnsanlar bu dünyada geçer akçenin her kapıyı açtığına inanır. Bunun bir de ahirette helal çerçevede değilse kurtaracağını zanneder.
Sonuç; Sadi Şirazi’nin “Allah'ım! Hiçbir şeyim olmasa bile alıp verdiğim şu nefes için sana hamdolsun.” duasına biz de âmin diyerek bitirelim.