Altın madenini ne kadar översek övelim ona ekstra bir değer katamayız. Fakat altını kullandığımızda ondan değer devşirebiliriz. Kur’ân’ı, Mekke, Medine, Peygamberleri, Ramazan ayını övmekle onların değerini arttıramayız. Bize düşen onları övmek değil taşıdıkları “ahlakî ilkeleri” hayata taşımaktır. Ne yazık ki bunu beceremediğimiz, başaramadığımız veyahut kolay olanı tercih ettiğimiz için övgüye ve hızımızı alamayıp “yüceltmeye” müracaat ederiz.
Bunun en çok bilineni inanan insanların sakız misali dillerine pelesenk ettikleri dinlerinin ilk emirlerinin “oku” olmasını öve öve bitiremeyip büyük bir sitayişle anlatmalarıdır. Öyle ki, her anlatanın hayatının büyük kısmının oku emrini ciddiye alarak okumakla geçtiğini zanneder dinleyenler.
Mesela; Müslüman olmayan Budist Japonya’nın okuma oranları Müslüman coğrafyayla mukayese edilmeyecek kadar yüksek. Ulusal gazetelerin Türkiye’de günlük ortalama tiraj toplamı 2 milyonun altında, Japonya’da ise 72 milyondur. Japonya'da bazı günlük gazetelerin bir sabah, bir de akşam baskıları var. Müslüman ülkelerde okur-yazar oranı % 60’tır. Dinlerinin ilk emrinin “oku” olduğu ülkelerdeki vatandaşların % 40’ı adını soyadını yazıp okuyamıyor. Hâlbuki Müslümanlarda okuma-yazam oranı % 100 olmalıydı. Toplum olarak bol bol slogan atıp ötekiye lanet okuyoruz.
Müslümanlar kitaplarını okuduğu, istifade ettiği karakterleri övmemeliler. Fakat ölçü kaçarsa övgü kültürü inanç kayması veya düzeltilmesi zor bir “inanç sapmasına” dönüşebilir. Çünkü bir karakter veya eser övüldükçe ondan istifade oranı azalır. Yüceltilen her değer ulaşılmaz gibi görünür. Tıpkı müşriklerin “Bu elçiye ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda dolaşmaktadır? Ona, kendisiyle birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmesi gerekmez miydi?” (Furkân, 25/7) yanlış tasavvurları gibi. Kur’ân “Biz senden önce de yemek yiyen, çarşıda pazarda dolaşan insanlar dışında hiçbir resul göndermemiştik…” (Furkân, 25/20) buyurarak ruhânî melek peygamber değil hayatın içinde konuşan ve yaşayan ilkeli âdil peygamberden söz eder.
Peygamber varisi olarak övülen “bazı âlimler” ilkesiz bir hayat yaşamanın girdabındalar. Bugün İslâm ülkelerinde “insan onuru” yerlerde geziyor. Adalet, özgürlük, ahlâk, eşitlik, şûra, merhamet, hesap verebilirlik, ihtiram/başkalarına saygı, denetim, şeffaflık vb. ilkeler sahipsizdir. Fransız Müslüman Roger Garaudy’nin dediği gibi “İslam sadece Kur’ân sahifelerinde ve Müslümanların gönüllerindedir. Halen İslam hayat dini, Kur’ân hayat kitabı olmadı.” Müslümanlar dinlerini ve kitaplarını slogan eşliğinde övmekle meşguller.
Kur’ân ilk inanç sapması olan putperestliğin aşırı “övgüden kaynaklandığını” anlatır. Hz. Nuh’un kavminde mevcut olan putlar daha sonra bir şekilde Araplara da intikal etmiştir: Vedd adlı put, Devmetü’l-Cendel’de Kelb kabilesinin putudur. Suvâ’ ise Huzeyl’in putu, Yeğûs ise Murâd kabilesinin putudur ki daha sonra o, Curf mevkiinde Sebe’in yanında bulunan Gutayfoğulları’nın putu oldu. Yeûk’a gelince o, Hemedan’ın putudur. Nesr ise Zîlkelâ ailesi olan Himyer’in putudur. Aslında bunlar Nuh kavminden salih kişilerin isimleridir. Topluma hizmet eden sâlih insanların hatıralarının yaşatılması ve hizmetlerinin unutulmaması için önce resimleri sonra da heykelleri yapıldı. Öldükleri zaman hemen bunlara tapılmadı. İlk önce övdüler. (Buhari, Tefsiru’l-Kur‟an 71) Samimi duygularla yapılan bu övgüler, överek yoldan çıkarmanın örneğidir. Son derece masumane görünen bu fikir tarih boyunca puta tapıcılığa sebebiyet vermiştir. Şunu unutmamak gerekir; kötü bir adet veya alışkanlık paslanmış çiviyi söküp atmak kadar zordur. Hatta bazı âdetler ve sıradan davranışlar ibadetleşir.
Kur’ân’ın Müslümanlara öğrettiği ilkelerden birisi de Fatiha sûresinde geçen “elhamdulillahi Rabbi’l-âlemin” ayetidir. Âyette övme (medh) ilk dönem Mekke’sinde sosyal hayatın bir parçası haline geldiğinden dolayı eleştirilir. Mesela; Velîd b. Muğire Hâşimoğulları ile rekabet etmek için hac zamanı Mina’da büyük bir ateş yaktırır ve hacılara yemek ikram ederdi. Velîd’in kendisiyle tartışılmasına izin vermediği, bedevîlerin onu methederken 12.000 dinardan fazla serveti bulunduğu söylenir. (Fayda, Mustafa, “Velid b. Muğire” DİA, XXXIII, 33-34) Bu servetini kendisini “övenlere” dağıtmaktan kaçınmazdı. Çünkü bir kişinin toplum tarafından övülmesi onu kabile reisliğine taşıyabilirdi. Veyahut toplum tarafından daha iyi bilinmesini sağlardı. Bu da bazen ticarette iktisadi gelire dönüşürdü.
Hicaz coğrafyasında “Akr yarışmaları” deve kesme yarışı, hayır yapma maksadı ile değil bir tür kumar halini alan sırf şeref kazanma ve övünme amaçlı saptırılmış cömertlik gösterisi için yapılırdı. Genellikle cömertliğiyle kibirlenip övünme amacına dayanan bu uygulamada varlıklı bir adam ziyafet çekmek için bir hayvan keser; bir başkası, meydan okuma olarak algıladığı bu davranışa develerinden birini kesip etini dağıtarak cevap verirdi. İlk adam buna tepki olarak bir deve daha keser, ikincisi buna karşılık verir; en sonunda devesi biten veya pes eden taraf onursuz bir şekilde yarışmadan çekilir ve sonuçta davete katılanların yiyebileceklerinin çok üstünde et yığını ortada kalıp zayi olurdu. Bu durum problem teşkil etmezdi. Yeter ki övgü yerini bulsun. “Araplar seninle gurur duyuyor” diyorlardı.
Kureyş kabilesinin farklı kollarına mensup insanlar, Mekke’nin muhtelif mahallelerinde toplanıp övünme yarışına girişir, birbiriyle atışırlar; sonunda kavga etmeden bulundukları yerden ayrılmazlardı. Övme ve övünme Hicaz toplumunun ayrılmaz parçasıdır. Bu kültür az da olsa modern dönemde de görülmektedir. Arabistan’a ders vermek üzere Türkiye’den bir akademisyen, geçici gittiği üniversite rektörünün yeniden atanması kutlama programına denk gelmiş. Akademisyen üniversiteye bağlı fakülte dekanlarından birisinin rektör için yazdığı aşırı övgüye dayanan oldukça uzun şiiri dinlediğinde çokça şaşırmış. Kendisine övgü ve medih kültürünün tarihten taşındığını söylediğimde hem fatiha sûresinin ilk ayetlerini hem de geçmişte yaşadığı hatırayı daha iyi anladığını anlatmıştı.
Övgü ve medih kültürünü Arap şiirlerinde görmek mümkündür. Hâdire ez-Zübyani “kuşkusuz insan yalnız övülmekle ebedileşir” veya “ben atadan kalma şan ve şeref dışında bir şeye tamah edip peşine düşmekten haya ederim...” diyerek kendi kabilesini dünyanın “en üstünü” gören anlayışa sahipti. Burada bir toplumun vahyin ilk hitaplarından birisinin övgünün niçin insana değil, Allah’a yapılması gerektiğini “elhamdulillahi Rabbi’l-âlemin” ayeti ile daha iyi anlaşılıyor. Övgü ve medih Allah’a değer katmasa da insanları ve putları övmenin önüne geçilmiş oluyordu. Çünkü müşrikler putlarını yüceltiyor onlara dokunmanın, sürtünmenin, put isimlerini zikretmenin, aynı isimleri taşımanın (Abdu’l-Uzza, Abdu’l-Lât) onlara değer katacağına inanıyorlardı. Kur’ân ilk dönemde bu problemi çözse de daha sonra bu inanç hastalığı kabilecilik, gösterişçilik, şirk vb. sapma ile birçok yerde tekrar nüksetti.
Emeviler döneminde Arapları sevmenin imanın gereği olduğu resmi politika olarak sık sık vurgulandı. Arap olmayanlar yerildi, aşağılandı ve sövüldü. Arap olmayanlara “mevâli” dendi. Araplara karşı Müslümanların da eşit olduğunu savunan “Şuubiyye” hareketi doğdu. Bunlar İslâm’ı kabul eden Fars, Türk ve Berberî gibi milletlerin Araplar’dan “üstün olduğunu” savunan milliyetçilik akımını ifade eder. (Apak, Âdem, “Şuûbiyye” DİA, XXXIX, 244-246)
Kur’ân, bütün insanların Âdem ve eşinden geldiğini, üstünlüğün takvada olduğunu temel ilke olarak söylese (Hucurât 49/13) Hz. Peygamber vefat etmeden önce veda hutbesinde Araplar’ın Arap olmayanlara, Arap olmayanların Araplar’a hiçbir üstünlüğünün bulunmadığını ilân etse de (Müsned, V, 411) câhiliye Arapları’ndaki kabile üstünlüğü düşüncesinin izlerini silmek mümkün olmadı. Modern dönemde bile Malaycılık, Peştunluk, Belucluk, Farsçılık, Türkçülük, Kürtçülük siyasi arenada boy göstermeye devam ediyor, toplumsal barışı bozuyor.
Allah Dışındaki Varlıklara Övgü
Kur’ân’ın “...Siz ve dünya üzerinde yaşayan bütün herkes Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük etseniz, O’na hiçbir zararınız dokunmaz. Çünkü Allah hiç kimsenin şükrüne muhtaç değildir. O bizatihi övgüye ve şükre layıktır.” (İbrahim, 14/8) ayetine bakıldığında Allah’ın insanların yapacağı “övgüye” ihtiyacının olmadığı belirtilirken Fatiha sûresindeki “övülmesi” gereken yegâne varlığın Allah olduğunun “tahsis” ile belirtilmesi vahyin ilk muhataplarındaki “övgü kültürünün” problemlerine dikkat çekmektedir. Çünkü övgü kültürü, insanı sahip olmadığı insanî özellikleri ile anmaktır. Bu bazen diğer din mensuplarının “Allah’ın kulu” (Nisa, 4/172) olarak anılması gerekirken Hıristiyanların “...İsa Mesih Allah’ın oğludur...” veyahut Yahudilerin belli bir kesimi tarafından seslendirilse de “...Üzeyr Allah’ın oğludur...” (Tevbe, 9/30) iddiaları övgü kültürünün insanları götürdüğü noktayı göstermektedir. Bugün Yahudilerin yaptığı zulüm ve soykırımın temelinde kendilerini Allah tarafından “övülmüş” ve “seçilmiş” kavim görmeleridir. Hâlbuki son vahiy Kur’ân bunu onaylamaz. Her kavmin kendisine ait “meziyyetleri” olabilir. Bu meziyetler o kavmin üstün değil “farklı” olduğunu gösterir. Kendisini seçilmiş ve övülmüş gören kavimler diğer kavimleri önemsemez.
Şeytan’ın Hz. Âdemi ayartmasında kullandığı “...ölümsüzlük ve hiç son bulmayacak hükümranlık...” (Tâha, 20/120) ifadeleri insan(lar)a değil Allah’a ait özelliklerdir. (Hac, 22/56; Rahmân, 55/27) Fakat şeytan Âdem’in bu zafiyetinden istifade ederek övgü üzerinden hedefine ulaşmıştır. Fatiha sûresinde beşere yapılacak “bütün övgülerin” önüne set çekilmiştir. Hz. Peygamber (sas)’in “Hıristiyanların Meryem oğlunu uçurduğu/övdüğü gibi beni de siz uçurmayın/övmeyin. Ben sadece Allah’ın kuluyum, benim için: “Allah’ın kulu ve elçisi deyiniz” (Buhâri, Ehadisu’l-Enbiya, 49) sözü Hicaz coğrafyasındaki övgü kültürünün etkisini ve bunun oluşturacağı tahribatı önlemek için başvurduğu tedbirlerden birisidir.
İslâm, kişi bu dünyadan ayrılsa da “ameli sâlih” (hayırlı evlat yetiştirme, istifade edilecek kitap yazma, yaralanılacak vakıf eseri bırakma) yani toplum için değer üretmeyi önererek kendisinden sonra namının devam etmesini sağladı. (Müslim, Vasiyyet 14; Ebû Dâvûd, Vasâya 14; Tirmizi, Ahkâm 36; Nesâî, Vasâyâ 8)
Problemlerimizi Çözme
Batı dünyası bizi de kendisinin hakemliğine mecbur eden “hukukun üstünlüğü”, Müslüman toplumlarda da geçerli akçe olan “tek para birimi” ve Müslümanların “birlik hayalini” süsleyen “Avrupa Birliği” olmanın keyfini çıkarmaktadır. Peki, bu birlikler biz de niçin olmuyor? sorusuna vereceğimiz cevap din dışı veya din içi fikri çatışmaları bitiremediğimizden kaynaklanıyor. Savaş ve iç çatışmalardan refah, bilim, sanat, birlik, kültür, mimari çıkmaz. Müslüman ülkeler bütün enerjilerini bilime, sanata, kültüre, mimariye, teknolojiye değil silaha harcıyorlar. Yetiştirdikleri bilim, sanat ve kültür adamlarıyla değil ürettikleri silahlarla övünüyorlar.
Müslüman toplumlarda farklı dinî, mezhebî, etnik gruplar arasında çatışma büyük oranda devam ediyor. Hâlbuki din tercihi bireylerin “özgür” iradeleriyle seçtiği değerdir. Dilediğini seçer. Kimsenin baskı dayatma, hakaret ve şiddet uygulama hakkı yoktur. Yanlış tercihte bulunanın hesabını da Allah sorar. Kur’ân bu hususta insanlara “tercih yapma” özgürlüğü veriyor. “…Artık dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin…” (Kehf, 18/29) buyurarak inanıp inanmamanın tercihini insanın özgür iradesine bırakıyor. İnançta baskı ve zorlama bireyleri münafık olmaya götürür.
Müslüman coğrafyada bireylerin kendi tercihleriyle seçtikleri mezhepler arasında çatışmalar aralıksız devam ediyor. Şii-Sünni çatışmaları Orta Doğu’da bir türlü bitirilemiyor. Tarihte işlenen Cemel, Sıffin, Kerbela, vb. üzücü olaylar (bugün yaşayanlardan hiç kimsenin katılmadığı halde) “kan davaları” formunda sürekli tazelenip düşmanlık üretilip, mezhep çatışmaları, Müslümanların en zayıf damarı haline getiriliyor. Hâlbuki dileyen dilediği mezhebi tercih edebilmeli, kendi mezhebinin gereklerini özgürce yerine getirebilmelidir.
Orta Doğu coğrafyası farklı etnik grupların yaşadığı laboratuvar gibidir. Farklılıklar toplumlar için birer zenginliktir. Bir de herhangi bir etnik gruba ait olmak insanın tercihi değildir. Kimse anne ve babasını tercih etmediği gibi hangi etnik gruba ait olduğunu da tercih etmedi. Bunlar Allah’ın yarattığı değerlerdir.