"Din insanı ahlaklı yapmaz.
Ahlaklı olmanın yollarını gösterir.
Din bizatihi problem çözmez, problem çözmede akla destek olur."
Çözseydi dindarların problemleri olmazdı.
Günümüzde kek misali kalıba dökülmüş, herkese uygun tek tip bir problem çözme metodu yoktur ne yazık ki! Yaşadığımız çağda insan sayısınca problem vardır. Bunun için de insan sayısınca da akıl vardır. “Bir elin nesi var…” sözünde geçtiği üzere problem çözmede kolektif aklın etkisi fazladır. Bunun için İslam Coğrafyasının üzerinde oyun oynanan figür olmaktan kurtulup en azından kendi sorunlarının çözümünde belirleyici ve etkileyici güç olmanın yolları aranmalıdır.
Ne yazık ki dönülmez akşamın ufkundaki çaresizlik ve belirsizlikle yaşadığımızdan; hukuk, yönetim, çevre, eğitim, mimarî, sanat, sağlık, kalkınma, bilim, teknoloji, aile vb. hususların üstüne “İslamî” kavramı giydirilince yaşanılan krizlerin çözüleceğini zannediyoruz. Hatta herşeyin çözümünün okuma, araştırma ve yönlendirmeyle değil bizatihi Kur’ân’da olduğuna inandırılıp “tele-vâizlerin” hipnozuna tutsak edilmiş haldeyiz. Bu yaklaşık 200 yıllık çetin bir savrulmaydı. Bir de üstüne, cehalet, toplumsal barış, geri kalmışlığımız vb hususlar âdeta fon müziği eşliğinde anlatılan tatlı nağmelerle “dış düşmanlarımıza” fatura edildi. Hâlbuki geçmişin menkıbelerini/kahramanlıklarını bugüne taşıyarak değil, bir evin duvarlarını örer gibi toplumun duvarlarını yeniden örecek “yeni nesillere” doğrusuyla yanlışıyla yüzleşecekleri gerekirse hesaplaşacakları bir miras bırakılmalıydı. Bunu da farklı olana düşmanlık ürettiğimizden beceremedik.
Aslında din insanın sorunlarla boğuşarak çözüm üretmesini ister. “Biz insanı, sıkıntı ve çile yüklü bir hayata gönderdik” (Beled, 90/4) âyeti hüznü, kederi, acıyı ve mücadeleyi anlatır. Halbuki dünyaya, düşünceyi ve aklı yok eden slogan penceresinden bakıldığında çağrı merkezi misali “başın düştü dara, hemen dini ara” kolaycılığını Kur’ân “insanın tek sermayesi, alın teridir” (Necm, 53/39) âyetiyle doğru adrese yönlendirir. Mehmet Âkif’in dediği gibi “yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur! (…) Leş misin, davranmıyorsun? Bâri Allah’tan utan!” ifadeleri insanın tembelliğini sembolize eden eleştirel bir anlatımdır. Din insanın karşılaştığı hususlarda çözümü ortak akla, insanın çabasına ve içtihadına bırakırken insan da bunlarınn çözümünü dine havale edip duruyor. Fakat ilahî metinler ''kendiliğinden'' problem çözmez, potansiyel olarak problemin giderilmesine katkı ve destek olurlar.
Orta Doğu sanki hayatın ayrılmaz parçasıymış gibi din ve şiddetin iç içe geçtiği coğrafyalar olarak sürekli gündemde kalmaya devam ediyor. Farklı mezheplere mensup insanlar mısır patlatır gibi birbirlerinin camilerinde bomba patlatıyor. Maddi manevi potansiyellerini insan yerine silaha yatırarak şaşkın ördek rolünü oynuyorlar. Beşerî/insan sermayesi etkili olmadığından ne yapacağını bilemiyor. Başına taş düşmüş gibi, bildiği tek şey ne yazık ki şiddet! Okulda, ailede, sokakta, evde, trafikte, markette, hastanede, çarşıda… Şiddet ve silahla problem çözmek mümkün olsaydı sabah onbaşı öğleden sonra çavuş’un darbe yaptığı Afrika ülkeleri adam olurdu. Hayatta en ağır şey, hüzün, keder ve acıların üzerinden rant elde etmektir.
Orta Doğuda özellikle 200 (iki yüz) yıldır kesintisiz devam eden Dicle ile Fırat sularının söndüremeyeceği çapta yakıcı din, mezhep ve ırkî çatışmaların topla tüfekle çözüleceğini düşünüp, bildikleri tek kelime; “evet” ya da “hayır”, tek renk; “siyah” veya “beyaz” diyen dayatmacı bir zihniyet vardır. Şimdiye kadar şiddeti çözme adına sadece aktüel olarak bol bol retorik/etkileyici söz ve “kardeşlik türküleri” dışında bir arpa boyu yol alınamadı. Kardeşin kardeşi öldürmesi hız kesmeden devam ediyor. Kalp kazanmadan kafa ve kapıları kırmaya devam ediyoruz. Kaybetsek bile silahların susması değerlidir. Çünkü sanatçının dediği gibi “kurşun adres sormuyor” gideceği yere gidiyor.
Bosna-Hersek Eski Devlet Başkanı Aliya İzzet Begoviç’e “bu barış adil değildir” diyenlere “adil bir barış olmayabilir; fakat süren bir savaştan daha iyidir” diyerek en kötü barış, insanı yok eden savaştan iyidir mesajı verir. İslâm Coğrafyada en küçük problemleri bile çözmek için konuşmak ve müzakere etmek yerine silaha davranan maganda kültürü oluştu. Ateşin ateş çıkardığı gibi şiddetin şiddet doğurduğunu halen kabullenmeyip şiddeti ibadet/cihat telakki eden anlayışla şiddeti sonlandırmak zordur.
Gündemimizde insan ve hayat yoktur. Sokakta, evde, hastanede ve okulda şiddet hayatın olağan parçası haline geldi. Silahla kalkıp silahla yatan bir toplumun bilgiyle temasını inşa etmek için ölesiye emek gerekiyor.
Şiddet ve silahla problem çözmek dün de bugün de çıkmaz yoldur. İsmet Özel’in dediği gibi “bir sokağın çıkmaz olduğunu anlamak için sokağın sonuna kadar gitmeye gerek yoktur.” Bir toplumda güvenlik tedbirleri elbette alınmalı fakat problemin sosyolojik, psikolojik, kültürel, iktisadî, hukukî, insanî ve tarihî boyutları ihmal edilmemelidir. Asıl tehlike şudur; şiddetle problem çözemeyen “Müslümân akıl” seküler akıntıya kapılabilir. Kapıldı da; Deizm, agnostizm, ateizm, apateizm/ilgisizlik… bunlardan sadece aktüel olanları.
Günümüzde bir problemi şiddetle bile çözeceksek kapıyı açmamak adına şiddetten kesinlikle kaçınmak gerekir. Ne yazık ki Batı “fikirsiz ve beyinsiz grupları” hem silahlandırdı hem de şiddete yönlendirdi. Nursî’nin ifadesiyle “medenîlere galebe çalmak iknâ iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir…” Neyi zorbalıkla yasaklarsanız daha çok alıcısı olur ve meşhurlaşır; Kitap, şarkı, türkü, kültür, dil, film, senaryo…vb. Sami Selçuk’un dediği gibi “her yasak, yasaklanana güç kazandırmış, aykırılığı mayalandırmıştır. Çünkü yasaklanan her görüş, her inanç merakı kışkırtır. Yasaklanan görüş, kendi inanç çapından çok salgılar…” Aslında kendimizin oluşturduğu problemleri çözeyim derken dinamitin fitilini ateşliyoruz. Nerdeyse en güzel şiir, roman, risâle, kitâp, hikaye ve senaryolar hapishanelerde “kahramanlaştırma” aracına dönüştü. Dışarıda yasaklananlar hapishanede ekole ve okula dönüşüyor. Problem çözeyim derken, birçok yeni problem icat etmek anlaşılır gibi değil!
Toplumsal problemlerin çözümünü solcuların “elimizi uzattık mı devrimi yakalayıp sihirli değnek değmişçesine her şey düzelecek.” hülyasını uzun süre taşıdıkları malumdur. Bu problemleri dinî romantizm sahibi muhafazakârlara havale ettiğimizde ise her yer adalet, hukuk, huzur, güven, hesap verilebilirlik ve özgürlükle dolar zannederek İslam’la Müslümanı, Kur’ân’la onu okuyanı karıştırdık. Hâlbuki Problemleri İslâm değil Müslüman, Kur’ân değil onu okuyup vahiyden fikir üretmesi gereken “ortak akıl” ve uzmanlar çözecekti. Bunun için de hem ehliyet hem de evrensel boyutta yetkinlik/liyakat gerekiriyordu. Problemlerimizin çoğu yerli olsa da özgürlük yoksunluğundan dolayı bilgi üretemediğimizden, taşıma ithal fikirlerle yönetim, iktisat, hukuk, adalet, özgürlük vb. sorunlarını da çözemedik. Gelinen nokta; İslâm Coğrafyası kendi yaralarını iyileştiremediği için Batı’nın değneğine muhtaç ağır yaralı “gazi” oldu.
Tıpkı meşhur âlim İsmail Cevherî’nin uçmak için taktığı kanatlarından geriye Fazıl Say'a ait olan tatlı nağmeli Hezarfen Ney Konçertosu kaldı. Sonrasında birileri tarafından Karun hazinesi bulmuş sevinciyle “din buysa…” söylemi tedavüle sokuldu. Çünkü topluma dikilen elbise/yorumlar/içtihatlar dar ve yetersizdi. Orasından burasından dikiş attı. Tekfir ve farklılıkları dışlama bunun örneğiydi. Daha sonra da yapılan yanlışların üstü din sosuyla örtülerek “din karşıtlarına” gün doğdu. Böylece dine ve dinî değerlere bedel ödettirildi.
Şunu unutmamak gerekir; meydana gelen “hasarın” telafisi ve tamiri yılları alabiliyor. Bugün bile gelinen noktada insanlar dine karşı mesafeli ve apateist/ilgisiz, umursamaz haldeler. Esasında din insana insanlığını, hayatı ve hakikatın üzerindeki perdeyi yeniden keşfetmek için gönderildi. Ve din insanda fıtrî olarak bulunan kabiliyetleri ortaya çıkarmak için insana destektir. Yeter ki dinden çözüm üretme kapasitesini canlı ve üretken hale getirebilelim. Aksi halde din sadece mevlit, cenaze, kandil vb. değerlere indirgenir.
Kur’ân-ı Kerîm, hukuk, adalet, şûra/ortak akıl, özgürlük, hesap verilebilirlik, ahlak, şeffaflık vb ilkelerle sürekliliğin sağlanması adına belli, zümre, grup, aile ve şahısların varlığına dayanmayan sistem inşasını talep eder. Mesela; Hz. Peygamber daha hayattayken Yemen’e yönetici olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’in Kur’ân ve sünnette çözümünü bulamadığı hususlarda zamanın ruhuna uygun olarak ortaya çıkan yeni problemlere karşı “içtihat ederim” demesi Hz. Peygamber’i memnun eder. “İçtihat ederim” sözü aynı zamanda Kur’ân ve sünnette her problemin çözümünün bulunmadığını göstermektedir. (İbn Sa’d, Tabakât, III/584; Müsned, V/230) Burada Muaz b. Cebel fikri rahatlığa kapılmadan bütün problemleri çözülmüş olarak görmek istemez. Öngörü, basiret ve feraset sahibi olduğundan karşısına çıkan bariyerleri aklî ve fikrî gücüyle aşacağını söylemek ister. Bunu duyan Nebi’de (sas) ona iltifat eder. Bu anlatımın bize bakan yönü değişen şartlara göre yeni çözümler ortaya koymadığımızda hayat yaşanmaz olur. Tıpkı traktörün bulunduğu yerde karasabanla tarım yapmak gibi!
Câsir Avde’nin dediği gibi yeni fikir üretmeme dinin “kapalı bir sisteme” dönüşmesine ve sonunda “ölmesine” neden olacaktır. Bu da insanları dinî veya din dışı alan ve arayışlara götürür.
İnsanın insanlığını doğru veya yanlış yaşamadığı yerde din yaşanmaz. Mesela ötekinin düşman ve şeytanlaştırıldığı, “uçurtmanın yasaklandığı” müzik aletlerinin kırıldığı, kız çocuklarının okuyup okuyamayacağına ait tartışmaların yaşandığı Afganistan’da insan insanlığını yaşayabilir mi?
Ağzını açana yumruğu tıkadığınız bir ortamda insan fikren gelişmediği gibi kapalı toplumlarda kalkınmazlar. İslam ülkeleri kendi siyasî, mezhebî, ırkî, kültürel, konjoktürel uygulamalarını “dinî” diye sunduklarında dünya kamuoyu kasıtlı-kasıtsız aleyhte kullanmaktadır. Suudi Arabistan’da yaşayan 34 yaşındaki iki çocuk annesi Salma al Shehab, ilk olarak 2020 yılında tatil için memleketine Arabistan’a gelmiş. Daha önce attığı eleştirel tweetleri nedeniyle yargılandı. Gerekçesi her zamanki gibi hazırdı. “Toplumsal huzursuzluğa neden olma ve sivil ve ulusal güvenliği istikrarsızlaştırma.” Yetkililer tarafından sorguya çağrılan kadın, tutuklandı. İnternet sitesi de kullandığı için üç yıl hapis cezası verildi. (https://www.haber7.com)
Yanlış da Olsa Konuşamayan İnsan Fikir Üretemez
İnsanın yaşadığı hayatla dini inancı arasında uygunluk var mı? Yani dinini yaşadığında hayatla çelişen veyahut sosyal hayatın içine girdiğinde diniyle aykırılık oluyur mu? Bu sorular bazen cevapsız kalıyor. Mesela faizin haram olduğuna inanırken kaçınmaması, namazın farz olduğunu bilmesine rağmen kılmaması vb… Din burada devreye giriyor. Din toplumu kendine mi uyduracak yoksa hazır bulduğu toplumun maruf/akl-ı selime uygun esaslarını kabul mu edecek?
Kur’ân ilk indiği Hicaz Coğrafyasında bazı adetlerini onayladı. Bazılarını düzeltti. Bazılarını da kabul etmedi. Din; inanç, ibâdet, ahlâk vb temel konular dışındaki yorumları insana havale etti. Çünkü problemler otomotik olarak çözülmez. Müslümanlar gittikleri yerlerde bir esasın Kur’ân’a “uygunluğunu” değil “aykırılığına” baktılar. Mesela; Almanya’da eğitim, yönetim, sağlık, bilim, hukuk, çalışma hayatı Kur’ân’a aykırı değilse de insanî ve dinidir. Japonya’da eksi faizin olması aklın ve emeğin eseridir. Çünkü günümüz iktisatçılarından Böhm Bawerk kültürle faiz arasında birebir ilişki kurarak “bir ülkede kültür düzeyi ne kadar yüksekse faiz düzeyi o kadar düşük; kültür düzeyi ne kadar düşükse, faiz düzeyi o kadar yüksek olur” demektedir. Bu durum büyük oranda parayı kullanmanın ahlakî ve verimliliğini göstermektedir.
Allah, ilk insana problem çözme kabiliyet ve kapasitesi verdi. Bunu da tefekkür/fikir üretme ve aklını kullanmakla yapacaktı. Mesela; Hz. Peygamber’in vefatı müteakib (hatta daha cenaze defnedilmeden) devlet başkanının kim olacağı tartışması sahabe arasında başlamış. Medine yerlileri/ensâr “biz buranın yerlisiyiz. Sizi de koruduk ve kolladık” diyerek devlet başkanının ensardan olmasında ısrar ediyorladı. Mekke’den gelen muhacirler “biz vahyin ilh muhataplarıyız. Bu uğurda çok çile çektik. Buraya hicret ederken malımızı mülkümüzü geride bırakarak geldik” diyerek devlet başkanının kendilerinden olması gerektiği tezini savunuyorlardı. Bir ara iki kişiyi seçelim birisi ensardan diğeri de muhacirlerden olsun fikirleri de seslendirildi.
Bütün bu tartışmaların yapıldığı ortamda kimse çıkıp “gelin, elimizde Kur’ân ve sünnet var” oraya bakalım ona göre bizi yönetecek başkanı seçelim” demediler. Çünkü vahyin ve peygamberin eğitiminden geçen örnek insanlar yönetim alanının içtihat alanı olduğunu biliyorlardı. Bunun çözümünün de kendilerine bırakıldığının farkındaydılar. Bunun çözümü de Allah’ın yarattığı en önemli ve emsalsiz nesne, insan aklıdır.
Bu hararetli tartışmaların yaşandığı ortamda Hz. Ömer’in her zaman ki dirayetli tavrı sayesinde Hz. Ebu Bekir seçilerek Müslümanların yeni bir kaos ve krize sürüklenmelerini önlemiş oldu. İslâm öncesi kabile toplumundan istifade ederek problemi çözdüler.
Daha sonraki dönemlerde de tamamen içtihat alanı olması hasebiyle Hz. Ebu Bekir kendisinden sonra Hz. Ömer’in seçilmesini, Hz. Ömer de kendisinden sonra kendisinin belirlediği şûra heyetinin takdirine bırakılmasını önerdi. Fakat yönetim ve siyaset alanı insan/uzman/lara bırakılan bir alan olduğundan hiç kimse bunun çözümünü Kur’ân’da aramadı. Kur’ân’ın onlara gösterdiği “temel ilkeler”; adalet, ehliyet ve liyakat, şûra/toplumsal katılım, hukukun üstünlüğü, fikir ve ifade özgürlüğü, denetim ve şeffaflık özelinde problemleri fikir üreterek çözdüler. Yoksa değişen hayatta değişik problemlerle karşılaştıklarında “sihirli asayla” dokunarak çözmediler. İmâm-ı Maturidî’nin ifadesiyle Allah’ın içimizde yarattığı Peygamber olan “akıllarını” kullandılar. Din ile akıl bir araya gelince problem çözülür. Kur’ân’da zikredilen “furkân” kavramını doğruyla yanlışı ayırdığı için “akıl” olarak yorumlanmıştır.
Aklı Kullanmada Ayak Sürüme
Eskiden hastaneye gitmek için kurumlardan “hasta sevk kağıdı” alınırdı. Anlatılanlara göre personelden birisi eşiyle beraber çalıştığı kuruma gelip sevk kağıdı ister. Kurumda çalışan memur sevk kağıdını doldururken sevk kağıdı almaya gelen memurla da konuşur. Sevk kağıdını eşi için almaya geldiğini söyler. Memur sevk kağıdı doldururken gelen memura nasihat kabilinden “bak kardeşim! Eşlerinizi sık sık doktora götürüyorsunuz. Aslında eşlerinize ilgi, alaka gösterseniz, onları sevseniz, onların gönüllerini alsanız, stres gibi hastalıklardan korursunuz.” dedi. İçinden geldiği gibi konuşan memur’un sevk kağıdı almaya gelenin eşinin dinlenme yerinde olduğundan haberi yoktu. Memur konuşmasını bitirmişti ki dinlenme yerinde oturan kadın büroda oturanların da duyacağı şekilde “bunları söylüyorsunuz, hani, bunları yapacak akıl” dediğinde bürodakiler tebessüm etmişti. Evet, hani akıl! Temel fıkrasında geçtiği üzere “Allah’ım! Aklını kullanmayana niye veriyorsun ki!”
Anadolu irfanında bir işi yapmamak veya yapacaksa gönülsüz, istemeyerek yapmaya “ayak sürüme” denir. Ebû’l-Alâ el-Maarrî; “Bu dünyada iki grup insan gördüm; Ya dinleri vardı akılları yoktu, ya da akılları vardı dinleri yoktu” der. Burada aklın olup sahih din anlayışının olmadığına örnek, akla ipotek koyan Kiliseye Galileo’nun verdiği cevap anlamlıdır; “siz bana güzel bir saat hediye ediyorsunuz. Ben bu anlamlı hediyeye seviniyor size çok teşekkür ediyorum. Fakat siz bana diyorsunuz ki “saatin kaç olduğunu öğrenmek istiyorsan” saate bakmayıp falancaya (kiliseye) soracaksın. Saate bakmayıp ihtiyaç duyulduğunda başkasına soracaksam saat sadece kolumda ağırlıktan başka bir şey ifade etmez. Akıl da bunun gibidir; “Tanrı’nın bize ikram ettiği en büyük nimetin akıl olduğunu ısrarla vurguluyorsunuz. Fakat problemlerle karşılaştığımda akla müracaat etmem yerine, kutsal kitaba başvuracaksın diyorsunuz. Bu durumda problem çözmek mümkün değildir. Sizin bana yapacağınız en büyük iyilik sırtımda yük gibi taşıdığım aklı benden alıp yükümü hafifletmektir.” Din var akıl yoktur. Halbuki aklı olmayanda dinî mükellefiyet yoktur.
Aklımızı kullanarak problemlerimizi çözmezsek dinde olmayanı da dinde varmış gibi dine uydururuz. İlk dönem kelamcılarından Cehm b. Safvan “akılla nassın çatışması halinde aklın esas alınması ve vahyin/nassın buna göre te'vil edilmesi gerektiğini savunur.”
Aklı olmayanın dini sorumluluğu yoktur. Aklını kullanmayanın da ahirette dini sorumluluğu ağır olur. Kur’ân âhiret manzaralarından birisini anlatırken “şayet biz vahyi işiten ve aklını çalıştıran kimseler olsaydık, elbette bu alevli ateşe girenlerden olmazdık!” (Mülk, 67/10) diyerek sorgulayan aklın fonksiyonelliğine dikkat çeker. Dinin de istediği “selim aklın kullanılmasıydı.” Din, bilgi üretmesi için aklı motive/teşvik eder. Bilgi üretmeyen bir aklın toplumu çamurdan/pislikten kurtarması imkânsızdır. Bugün İslâm coğrafyası’nın sefaletinin esas sebebi varlığını popülizm üzerine inşa ederek aklını kullanmamasıdır.
Popülerliği devam eden ve İbn Abbas’a atfedilen “devemin yularını kaybetsem Kur’ân’da bulurum” (Süyûti, el-İtkân, IV/31) gibi rivayetleri dolaşımda olmaya devam ediyor. Fakat günümüzde bu popülerliği devam ettirenler ve Kur’ân’ı her görüşe teşne kılanlar ne hikmetse; ne sahabe arasında vuku bulup onbinlerce insanın hayatını kaybettiği Cemel ve Sıffin Savaşları’na ne de bugün her gün yüz Müslüman’ın yine başka mezhep veya ırka mensup Müslüman tarafından öldürülmesine Kur’ân’dan çözüm bulamıyorlar. Çünkü yönetim ve siyaset işi iktisadî gelirle ilgili olduğundan çözümü zordur. Değişen şartlara göre yeni çözümler üretmek gerekiyor. Bu da yapılamıyor. Çünkü “eski hâl muhâldı.” Her çağın kendine ait iktisadî, idarî ve yönetim şartları farklı ve değişkendir. Değişmeyen sadece inanç/itikat, ibadet ve ahlakî esaslardır. Ne yazık ki Kur’ân’ın bütün toplum kesimlerinin eşit temsil edildiği ehliyet ve liyakat, şûra esaslarına zıt olan monarşi ve saltanat rejimlerine dini kimlik giydirilerek yönetimin esaslarını anlatan İran yönetim menşeli “ahkamu’s-sultâniyye” fıkhıyla din üzerinden meşrulaştırıldı. Buna karşı çıkan Ebu Hanife vb. âlimler öldürüldü.
Bugün de Orta doğu coğrafyasında demokrasi, şûra, şeffaflık, hukuk, adalet, ehliyet ve liyakat rafa kaldırılıp “aile krallıklarına” kendilerine demokrat olan Batı dünyası “askeri ve lojistik destek”; baston yutmuş gibi askerî duruşta duran âlimler de Dertli’nin “"Bir başıma kalsam şeh-i devrana kul olmam, Viran olası hânede evlad-ü ıyâl var." Yani, Bir başıma kalsam zamanın sultanına da eyvallah çekmem. Ama gel gör ki şu yıkılası evde çoluk çocuk var! diyerek cüzdan bağımlılığından “fetva desteği” nden vazgeçemiyorlar.
Sonuç olarak, Kur’ân’ın işaret ettiği akıl, ilim, hukuk, eşitlik, ma’ruf/evrensel insanî ilkelerin adreslerine gidilmediğinde bu durum üzerimizdeki “ceketi ters giymek” anlamına gelir. Bu da bizi maskaraya çeviriyor. Din dile gelseydi, “benim üzerimden yanlışlara, baskılara, dayatmalara, çıkarlara, menfaatlere ve ölümlere fetva vermeyin” diyerek isyan ederdi. Vesselam.
NOT: Bazen mesaj bazen de telefon veya ikili görüşmelerimizde okuyucular yazıların çok uzun olduğundan şikâyet ediyorlar. Uzun yazı, ayda bir yazı yazmamdan kaynaklanmaktadır. Aylık, altı aylık veya yıllık olarak yazılan fikir ve düşünce yazılarının karakteristik özelliğidir bu. İnsanın yazdıklarını okutabilmesi ya da faklı toplum kesimleri tarafından okunabilecek yazılar yazmak her zaman kolay değildir. Hac yolunda karınca misali yürümeye çalışıyorum. Kusurumuz varsa affola! Devamı başka yazıya inşaallah!