Lügat/söz tanıklıktır bence… İlk duyulan seslerle başlar bu tanıklık. Sesin rengine, içeriğine ve şiddetine göre uyanan bir his/duygu vardır mesela… His ve sesin zihinsel yansıması, duygusal refleksleri olur. Görüntüler belirir ekranımızda… Ses ve his yordamıyla dimağımızda ilk anlamlandırmalar döner. Etrafını çevirmek için “işaret taşları” aranır. İlk dillendirilen sözcüğümüz (e) olur. E; sakinleştirmenin, yatıştırmanın, dayanağın ve huzurun karşılığıdır.
Yüreği engin anamızın e’si, can’ı, yavrum’u vs ile kelime dağarcığımızın ilk işaret taşları dizilmeye başlanır. Bizden de ilk dökülen de “ana” olur. Ve ilk kamusumuz da ana’dır. Belki de merhum Cemil Meriç’in, “Kamus, namustur.” sözünün ilk hareket noktası ana’dandır. Ana sadece yüreği ile değil dili ile de besler. Dili korumak, ana’yı korumaktır.
“Atem tutem men seni,
Şekere katem men seni,
Akşama baban gelende oy
Önüne atam ben seni” (Bitlis/anonim)
Ninnisiyle; atem tutem derken kucakta zıplamak olduğunu, şekerden kastın sevgideki hazzın ifade edildiğini yaşayarak öğrenir.
Ana kucağından kendimizi aşırıp, yürümeye başladıkça nazarımızı hayretin kanadı ile yakından uzağa doğru süzdürdükçe genişleyen hayal, derinleşen zihin kendini doyuracak anlamların kılıfını yani kelimelerini arar.
Gönlün sınırı olmayınca, sözü sözcüğün de sınırı olmuyor. Bir dağarcık ki bizde okyanusa tekabül edecek mahiyeti var. Karşımıza, her biri farklı bir alemden nişaneler olan kamus, sözlükler mana kayığı ile yol aldıranlar olarak çıkıyor.
Sıradaki sözlüğümüz; büyüdüğümüz ocak, yürüdüğümüz sokak, serpildiğimiz mahallemiz oluyor. Ve bunu okulla başlayan eğitim sözlüğümüz eşlik ediyor. Sözcükler, büyüyen bedenimiz gibi ölçüsü değişen, büyüyen lisandan elbiselere bürünüyor. Mecazı öğreniyoruz, terimde netleştiriyor, örtülü olarak ifadenin ne demek olduğunu çakıyoruz.
“Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.”
Necip Fazıl Kısakürek
Neden ben’le başlayan sorgulamalar, gönlüme düşen sen’le beynimizi zonklatan, göğüs kafesini darlayan açmazı çözecek kelimelerin saklandığı hazineler gibi olur kamus, kamuslar… Gönlün aradığı kamusla, zihnin aradığı kamus farklı olur mesela… Ülküyü öğrenir, sevdayı tadarız. Adaleti öğrenir, vicdanı tartarız. Azmi kazar, iradeyi yoldaş kılarız. Yol aldıkça bahrine düştüğümüz anlam karmaşasına ayna tutan kavramlar ararız. Gönül kamusundan, idealin kamusuna göz kırptığımız olur.
“Ey saçları “alagorsan” kesik hanım kız!
Gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!
Bacağımla alay etme pek topal diye.
Bir sorsana o topallık bana nereden hediye?
Sen Şişli’de dans ederken her gece gündüz,
Biz ötede ne ovalar, çaylar, ne dümdüz
Yaylaları geçtik, karlı dağları aştık;
Siz salonda dans ederken bizler savaştık .”
Nihal Atsız
Ömür demini bulunca, ruh yeni bir inkılaba sürüklenince kalbin batnına tercüman kamus, varlığını tohum kılıp sinesinden bir tuba ağacı lügatin sözcükleri dağarcığına dizilir.
“Gölgeni al, gidelim korkular diyarına
Darağacına mahkûm düşleri kurtaralım
Dünden kalan ne varsa bırakalım yarına
El ele o mehtabın menziline varalım
Kuşlar hala kahırla uçuyor yüreklere
Sen toprağın dilinden anlayan bir kısraksın
Şulesi yayılıyor kuruyan çiçeklere
O manzum gözlerinden şimdi yıldızlar aksın”
Nurullah Genç
Sonra zifire düşer ruh. Öz, ahvaline yordam bir mehtap arar. Kameri aydınlığın önünde yakamoz düşüren gelişe gönül koyar. Gidişin, gelişi olan kamusla canını teslim edeceği musallaya kelamdan saflar düzen alır.
Gelirsen eğer,
İkindiye söz
Ömrüm kızılı sardığında
Mahşere sarkar gibi
Cumaya varan akşamda gel
Mülkünden arın da gel
Gelirsen eğer,
Olsun habersiz
Hasret ümidi yorduğunda
Yokuştan iner gibi
Cumaya varan akşamda gel
Sevgili göründe gel.
Veysel Koşar
Der, hayatını okunmuş bir lügat olarak, hafızanın sandığına defnolur. Cemil Meriç üstadım, kamus şiirin de namusudur. Halel getirilmez, getirilemez.