Sözün Gücüne İhtiyaç Vardır

Prof. Dr. Zeki TAN

“Sözcüklerin gücünü anlamadan,
 İnsanların gücünü anlayamazsınız.”

Konfüçyüs

“Dil düşüncenin yansımasıdır.” 

Theodor Adorno

Geçen gün sevdiğim ve değer verdiğim bir arkadaşın makalesini okuduktan sonra makalesi hakkında kanaatimi kendisine bildirdiğimde âdeta küplere bindi. “Ben yazıyı yazarken çok emek verdim. Siz bir çırpıda üstünü çiziyorsunuz” diyerek bana sitem etti. Muhtemelen yazıları şimdiye kadar hiç eleştirilmediğinden kendisini kusursuz biliyordu.

Ben de kendisine “benim sana ve yazına olan saygımdan dolayı zaman fakirliği yaşadığım, hayatımın dakikalarını saydığım bir zaman diliminde vakit ayırıp okumama rağmen senin düelloya davet edip kılıç çekmene anlam veremedim” dedim. Fakat arkadaş kendisine karşı önyargılı olduğumu söyleyerek tartışmayı sürdürürken, incitenin incineceğini bildiğimden ben de “benim son sözüm; incittiysem veya üzdüysem hakkınızı helal ediniz. Özür dilerim” diyerek noktayı koydum. O da “incinmediğini hakkını helal ettiğini fakat bu bağlamda yapılacak eleştiri ve yorumlara mesafeli olduğunu” ifade etti.

Ben de bir şeye değerinden çok fazla önem atfetmenin kurbanı oldum. İnsan yolda karşılaştığı birisine içtenlikle ve magazin deyimiyle damardan selam verir. Muhataptan da aynı içtenlikle selamına karşılık beklerken azar işitirse “hayal kırıklığına uğrar.” Benim de ne yazık ki böyle oldu. Tarık Buğra, eleştiri için “düşman kazanma sanatı” derken haksız da değildir.

Çuvaldız olmasa da iğneyi batırarak kendimi de eleştireyim. Cemil Meriç’in “bir mezara kapanır gibi (bilgisayar başına) odasına kapanmaktan” vazgeçtiğim gecelerden birisinde ev halkıyla Adilcevaz Cevizi eşliğinde az da olsa yaptığımız sohbetlerin birinde konuşulan konuyu yine eleştirdim. Eşim, biraz da hayret ederek sanki bütün beşeri enerjimi eleştiriye sarfediyorum gibi tıpkı Ağrı Dağı’ndan yüksek basınçla esen rüzgâr haşinliğiyle  “durmadan herkesi eleştiriyorsun. Eleştirmediğin kimse var mı?” dedi. Ben de konjoktör gereği “basınç seviyesi düşük” tonda “Beni yaratan Allah hariç herkesi eleştiririm” dediğimde hayli şaşırmıştı. Başımdan geçen olayı anlatınca o da “kendin ettin kendin buldun” dedi.  Etme bulma dünyası herhalde…

Herhalde insan şunu bekler; “Ya, kusura bakma yazdıklarıma emek vermiş okumuşsunuz, ben böyle düşünmemiştim. Siz farklı açıdan yazıma bakmışsınız. Sizin ikazlarınızı dikkate alarak fikirlerimi tekrar gözden geçireceğim. Yaptığınız uyarı ve ikazları “deprem ve tsunami uyarısı” gibi dikkate alarak başka yazımda daha dikkatli olacağım.”

Aslında eleştirel sözler güzeldir. Zira eleştiri, yazıya yapılan tatlı sert dokunuşlardır. Eğer sözlerimizin içeriğinde hakaret veya şiddeti teşvik edici unsurlar yoksa söze sınır konulmamalıdır. Ben bu kanaate sahip olduğumdan arkadaşın bağına/makalesine destursuz girmiştim. Karadeniz’li Temel’e idam esnasında son isteği sorulmuş o da gayet ciddiyetle “bu bana ders olsun” demiş. Bu da bana ders olsun.

Bilge duruşu ve bu duruşu entelektüel birikimiyle taçlandıran Aliya İzzet Bagoviç “ “imkânım olsa, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere “eleştirel düşünme” dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafının kaynağı budur” derken de Müslümanların hayatı sorgulamadan yaşadığını anlatır. Yaşadığımız hayatı sorgulamadan hakikatın ta kendisiymiş gibi yaşıyoruz.

Hâlbuki Anadolu irfanında geçen “dost acı söyler” sözünü benimserim. Seni seven kimse Hz. Peygamber’in “Mü’min Mü’min’in aynasıdır” (Begavî, Mesâbîhü’s-Sünne, III/375) beyanlarında geçtiği üzere dost tıpkı ayna misali dostundan gerçeği saklamaz, dostunun kusurunu, eksiğini, hatasını, yanlışını acı da olsa, incitse hatta acıtsa da söyler. Çünkü gerçeğin söylenmesi acıtsa da son kullanma tarihi geçmeden ertelenmemeli hemen söylenmelidir. Çünkü kişinin dostunu uyarması, dostun iyiliği içindir. İkaz etmesi sabun misali kiri gidermesi içindir. Fakat başkası sende bulunan ayıp, kusur ve yanlışlarla yaşamanı istediği için ikaz etmez. Kapatmayı unuttuğun pantolun veya etek fermuarının açık olduğunu söyleyen dostundur.

Nursi’nin “benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir” ilkesi/mottosu yol haritası kabul edilmelidir. Fakat ne yazık ki “Şark Kültürü”  övgü ve yüceltme üzerine kuruludur.

Model ve örnek insan Hz. Peygamber kendisini aşırı abartan ve yüceltmeye çalışanlara fırsat vermemiştir. “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin, ben ancak Allah’ın bir kuluyum, bana Allah’ın kulu ve Rasûlü deyiniz” buyurarak “övgü” ve yüceltme kapısını kapatmıştır. (Buhârî, Ehâdisü’l-Enbiyâ, 48)

İnsana yapılan en büyük iyilik, yanlış yaptığında yanlışını söyleyen dostunun olmasıdır. İnsanın karşılaşacağı en büyük kötülük de yanlış yaptığında yanlışını söyleyecek kimsenin yanında olmamasıdır. (Ebû Dâvud, Harâc 4; Nesâî, Bey'at 33)

Konuştuğumuz her şeyi doğru ve mutlak hakikat gibi algıladığımızdan yapılan eleştiri ve ikazları fikren ve zihnen kaldıramayabiliyoruz. Âdeta kâinatta kargadan başka kuşu tanımayanlar gibi kendi fikirleri dışındakileri saçma veya sapkın görebiliyoruz.

Bazen de bir metni eleştirip ikazları yaparken muhatabın dinî ve mezhebî kavramlara yabancılığını da dikkate almak gerekir. Mesela dinin ana metinleri Kur’ân ve sünnettir. Bu ana metinlerden üretilen; tefsir, hadis şerhi, kelam, tasavvuf metinleri vb. dinî bilgilerdir. Din değildir. İlim ehlinin dinden anladıklarıdır. Dinin ana metinleri Kur’ân ve Sünnet değişmez esaslardır. Fakat ilim ehli tarafından üretilen, içtihat neticesinde ortaya konan dinî bilgi doğru da olabilir yanlış da olabilir. Bu noktayı dikkate almayıp dini bilgileri de dinin kaynağı gibi anlayana söz anlatmak zordur.

Kusura Bakma! Bu Senin İşin Değildir

Yıllar önce acemi bir şöför olarak Hakkâri’ye gidiyordum. Direksiyon hâkimiyetim zayıf olduğundan arabayı sağa-sola yalpalayarak sürüyordum. Aşırı hız yapan bir minibüs yanımdan geçerken lastik cantlarını sıyırıp hızla geçti. Arabadan inip durumu kontrol ederken arkadan takip eden bir başka sürücü arabasını durdurup beni teselli etmek ve yardımcı olmak için yanıma geldi. Bana son derece nazik bir şekilde “nereye gidiyorsun abi” dedi. Ben de aynı naziklikte olmasa da

Hakkâri’ye gidiyorum dedim. Beni şöyle bir süzüp sözlerini sansürlemeden aradan yirmi yıl geçmesine rağmen bana ders olan “Abiciğim! Kusura bakma bu senin işin değildir”  dedi. Meğerse o da arkadan gelirken beni sollamak istemiş fakat bir türlü fırsatını bulup geçememiş.

Beni ikaz edenin ismini bile bilmediğim kişiye kızmadım. Halen araba sürerken tarihe not düşüren “Abiciğim! Kusura bakma bu senin işin değildir” sözlerini hatırlarım. Değişik konuşma ve sohbetlerimde bunu sıkça anlatmışımdır.  Beni uyardığı için hemen kirpi gibi dikenlerimi çıkarmadım. Veyahut kırmızı pelerin gören İspanyol Boğası gibi fizyolojik tepki göstermedim. Gücün sözüne değil, sözün gücüne inanmış ve inanmaya devam ediyorum. Çünkü nezaket ve zerafeti göz ardı etmeden güçlü bir dil, üslup kullanmak meşrudur. Güçlü sözlerle söylenen farklı fikirler de parayla alınmayacak kadar değerli bir kazanımdır.

Sözün Gücü, Gücün Sözünden Etkilidir

Hikâyede geçtiği üzere köprü üzerinde dilenen kör bir dilenci, bir şâirin dikkatini çeker. Dilencinin boynunda asılı bir tabela vardır. Tabeladaki yazı şâir’in zihninde yeni bir fikrin doğmasına sebep olur.

Şair, dilenciye günlük kazancının ne kadar olduğunu sorar.

Dilenci de elli lira kadar olduğunu söyler. Bunun üzerine şair, dilencinin boynuna asılı tabelayı ters çevirerek bir şeyler yazar; “Şimdi buraya senin kazancını arttıracak bir şeyler karaladım. Bir hafta sonra yanına geldiğimde bana sonucu söylersin” der ve oradan ayrılır.

Şair, bir hafta sonra dilencinin yanına uğrayıp kendini tanıtınca, dilenci: “Efendim! Size ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir haftada kazancım ikiye katlandı. Çok merak ediyorum tabelaya neler yazdınız?”

Bunun üzerine şair gülümseyerek şöyle der; “tabelada doğuştan körüm, yardım edin” yazıyordu. Bense “bahar gelecek, ama ben yine baharı, çiçekleri, renkleri, güneşi göremeyeceğim” diye yazdım der.

Önemli olan, sözün gücünden istifade ederek anlatılmak istenen şeyi anlamlı ve etkileyici şekilde anlatmak olduğuna göre; Sözlerin daha etkileyici ve güçlü tarzda söylenebileceğinin bir yolu vardır. Yeter ki sözün gücünden istifade edip anlamlı sözcükleri bulmaya, kullanmaya ve ufkumuzu bu doğrultuda genişletmeye uğraşalım. Söyleyecek sözlerimiz için çaba harcayalım. Emek verip ter dökerek üreteceğimiz her sözün gücü vardır.

Bu bağlamda sözün ince elenmiş,  etkili yazılış ve söylenmesine şiir denir. Şiir insanda şuur ve bilinç uyandırır. Şuur sahibi sözdeki ince ayrım/nuans ve farklılıkları anlar. Tıpkı insanı başkalarından farklı kılan kafasındaki kıllara Arapça’da şa’r denildiği gibi…

Tarihe baktığımızda toplumları en çok etkileyenlerin başında yöneticiler gelse de bunların yanında ilim adamları, sanatkârlar, ressamlar, müzisyenler, mimarlar vb kişiler de gelir. Bu kişiler her zaman etkili ve daha etkileyicidirler. Mesela; Hz. Peygamber etkileyiciliğini ve kalıcılığını maddi gücünden değil sözün gücünden alıyordu. Hatta Allah’ın Peygamber’e vahyettiği kitap sözüyle etkileyicidir. Kur’an, ilahî bir sözdür. İlk muhatapları olan Mekke’liler bu sözün gücünden etkilenerek Müslüman oldular. Bir kısmı da bu sözün kısılması için silaha sarıldılar. Meşhur âlim Câhız Mekke’lilerin psikolojisini anlatırken "muâraza-i bi’l-hurûf mümkün olmadı, muharebe-i bi’s-süyûfa mecbûr oldular." Yani, zorba ve despot müşrikler anlamlı sözle baş edemeyince şiddete ve kılıca başvurdular. Mekke’lilerin vahye karşı ikna edici sözleri olsaydı savaşa başvurmazlardı.

Allah sözleriyle insanları ikna eder. Kur’ân bir ikna kitabıdır. İnanan insanlara düşen de ikna sahibi olmasıdır. Başkalarına fikir beyan ederken ikna edecek bir sözünüz olmalıdır. Çünkü Nursî’nin dediği gibi “Medenilere galebe çalmak, ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile (zorlamakla) değildir.” Hayatı bir vahşet arenasından kurtarmanın yolu şiddet değil, sözle iknadır.

Günümüzde de problemleri şiddetle, kavgayla, savaşla ve çatışmayla değil sözle çözebiliriz. Hz. Peygamber “şehitlerin efendisi savaşta ölen değil, zâlime karşı hakkı söyleyendir”, (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 13; Nesâî, Bey’at 37; İbni Mâce, Fiten 20) diyerek sözün gücünün değerini anlatmaktadır. Söyleyecek sözünüz varsa silaha, şiddete ve güce başvurmazsınız. Şiddetin önüne geçmenin yolu da anlamlı ve güçlü sözleri çoğaltmak ve yaymaktan geçmektedir.  Aksi halde şiddet şiddeti doğurur. Ve bu paradoks zincirleme devam eder…

Tarihte yaşamış Celaluddin er-Rûmî ve Yunus Emre’nin vb. yaşadığı dönemlerin yöneticilerinin birçoğunu bilmiyoruz fakat bunların kitap ve sözlerini bugün bilmeyen yok gibidir.

Bu kendisine saldıranı, Hz. İsa’nın yaptığı ünlü va’zda geçtiği üzere “kötülük yapana karşı koyma; sağ yanağına vurana öbür yanağını da çevir” (Matta, 5/39) anlamında değildir. Vahiy bize toplumsal bir gerçeklik olarak “toplumsal barışı” önerir. Fakat bazen de olsa insan kendisine ve değerlerine saldırı olduğunda karşı koymayı da dinî bir vecibe olarak görür. Vahyin öğrettiği tavır şöyledir: “…Onlar size savaş açarlarsa siz de onlarla savaşın…” (Bakara, 2/191) Esas olan sözün gücü/barış olup savaş ise ârızî/geçicidir.

Hâbil Kâbile Sözü(nü) Dinletemedi

İlahî vahiy ilk insanın çocukları arasında geçen kavga ve mücadeleyi ayrıntılı şekilde bize aktarır. İki kardeşin (Hâbil ve Kâbil) çözemedikleri problemlerinde Kâbil’in şiddete başvurması söz yerine gücün kullanıldığı ilk olaydır. Kıssada geçen anlamlı husus Kâbil’in dayatma ve tehdidine karşın Hâbil’in sözle mukabelede bulunmasıdır. “Yemin ederim ki, sen beni öldürmek için el kaldırırsan, ben seni öldürmek için sana el kaldırmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” (Mâide, 5/28) diyerek aktarır. Sözü tükenen veya söyleyecek sözü olmayanın kullandığı tek yol şiddettir. Hatta kelimelerin tükenmesi insanı saldırganlaştırır. Tıpkı vahşi bir hayvan gibi sözün ve fikrin olmadığı yerde güç ve baskıyla muhatabını ortadan kaldırma planları yapar. Mesela; Konya'nın Çumra ilçesinde 1,5 yıl önce ayrıldığı nişanlısı Merve Küçüktekin'in evine giderek üzerine kezzap atarak yaralayan Sabit Türk'ün "Kelimeler ile yapamadığımı kimyasal madde ile yapmak istedim...” beyanları söz bitince insanın nasıl da saldırgan ve vahşileştiğini anlatır. Vahiy bize “Hâbil gibi olun” mesajı veriyor.

Franz Kafka’nın dediği gibi "Beyinlerimiz savaşsın isterdim, ama görüyorum ki silahsızsınız bayım." Ne yazık ki Kur’ân gibi sözlerin en güzeline sahip Müslümanların şiddet sarmalına girerek, söyleyecek sözlerinin tükenmesi anlaşılır gibi değildir.  Çünkü bir yerde söz tükenmişse silahlar konuşur. Güzel sözlerin üretildiği ve söylendiği yerde silahlara veda edilir.

Hayat kitabı Kur’ân söze karşı olan duruşumuzun nasıl olması gerektiğini şöyle anlatır: “O kullar ki, sözün tamamını dinlerler ve en güzeline uyarlar…” (Zümer, 39/18) âyetinde, dinlediğiniz sözleri Anadolu irfanında geçtiği üzere “kalbinize koymayınız” önce dinleyiniz, sonra sadece güzeline değil “en güzeline” uyunuz der. Fakat şunu da unutmamak gerekir; dinlenmeye layık “en güzel sözlerin” de söylenmesine ihtiyaç vardır. Yoksa Anadolu irfanında geçtiği üzere “koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler” sözünde geçtiği üzere eğer herhangi bir şeyin “en güzeli” yoksa ondan “ az güzeli”ne itibar edilir. Burada sözün söylendiği ortamda koyun keçiden daha değerli olduğu için, koyunun olmadığı durumlarda keçi daha değerli hale gelir anlamındadır.

Sözün “en güzelinin” ihtiyaç duyulduğu ortamda söylenmediğinde insanlar başka silik, anlamsız ve değersiz içi boş sözlere rağbet ederler.

Güzel söz, yazar Kızılkaya’nın dediği gibi “lezzetli her şey gibi lezzetli, hatta lezzetli çok şeyden daha lezzetli” dir. Dinleyenin zihin ve damağında unutulmaz tat bırakır söz. 

Yukarıdaki âyetin yorumu bağlamında Nursi’nin "…hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge (altının ayarını anlamaya mahsus bir taş) vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalpte saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana geri gönderiniz…" sözleri bir fikir, şaşar sıfatına sahip beşer tarafından söyleniyorsa krtikten geçirilmesi gerektiğini anlatır. Çünkü fikir piyasasından geçerken neredeyse burnumuzu kapatarak yürüyecek hale geldik. Bilgi ve fikir pazarı çok kirlendi.  İnsanların alıp kalplerine koyacağı fikirler çok azaldı.

Hz. Peygamber’in cennet teminatı va’d ederek kontrol etmemizi istediği iki organımızdan birisinin iki dudak arasındaki sözün tercümanı dil (Buhârî, Rikak 23) olduğunu söyler. 

Diyanet İşleri Eski Başkanı Mehmet Görmez “…Pek çok yangında, ölen insanların çoğu acemi itfaiyecilerin hatalarıyla ölürler. Eğer itfaiyeci acemi ise insanları tahliye etmeden önce suyu oraya basar ve insanların dumandan ölmesine yol açar. Aslında acemi olduğu halde kendisine usta itfaiyeci rolü biçip bu ateşleri söndürmek isteyen pek çok âlimimiz, mütefekkirimiz, aydınımız var. Bu nedenle biz dumanda boğuluyoruz. (…) “Bir adama dindar dendiği zaman aklımıza ilk gelecek şey, âdildir, emindir, ahlaklıdır, dürüsttür olmalı. İslam ümmeti teknolojiyi kaybetmekle üstünlüğünü kaybetmez. Ama ahlakî üstünlüğümüzü kaybettiğimiz zaman biz kaybederiz. Şu anda ahlakî üstünlük noktasında sorunlar yaşıyoruz” derken problemin kaynağına işaret etmektedir.

Suriye’li fikir ve düşünce insanı Cevdet Said “Âdem’in Oğlu Habil Gibi Ol” mayı öğütleyerek yazdığı yazılarda İslam coğrafyasının şiddete son vermesi gerektiğini anlatır. Bir sözünde  “…çocuklarımızı öyle yetiştirmeliyiz ki, büyüklerini ve yanlışlıkları özgürce ve özgüvenle eleştirebilsinler ve sorgulayabilsinler. Bu cesareti onlara kazandırabilmeliyiz. Ne yazık ki Şiiler ve Sünniler hâlâ kabileci anlayışı sürdürmektedirler. Yani Haşimoğulları ile Ümeyyeoğulları arasındaki kavgayı. Oysa İslam kabileciliği reddeder. Cihad insanları zorlamak için değil, zorbalardan ve zorbalıklardan kurtarmak için yapılır…” diyerek yol haritası çizer.

Kıssadan Hisse: İlim ve fikir sahiplerine dünyayı dar eden Orta Çağ Avrupasında papazlar toplumun ve insanların hangi problemine çözüm olacaksa "atın ağzında kaç tane diş olduğunu?" tartışmak ve karar vermek üzere bir kilisede toplanırlar. Verecekleri kararın ilahilik vasfına da inanarak rahatsız edilmemek için kilisenin kapılarını kapattırıp nöbetçiler dikerler. 

Birkaç gün geçmesine rağmen bir sonuca varamadıkları için kapılar açılmaz ve tartıştıkları çok önemli mevzuda  bir türlü anlaşmaya varamazlar. Çünkü "Atın ağzında kaç tane diş olduğu İncil'de bildirilmemiş."  Kilise anlayışında aklın yeri ve söz söyleme alanı olmadığında İncil’de bildirilmeyen hususlarda “içtihat”  yeni yorum yapmak uygun değildir.

Biraz da hayat tecrübesi olan genç bir papaz, "Tartışmaya son verecek kolay bir çözüm var, dışarıya çıkıp bir at bulalım, ağzını açtırıp kaç tane dişi olduğunu sayalım" der. 

Kıdem/rütbe/makam ve maişet/geçinmeye bağlı yorumlarını Allah’ın âyeti olarak kabul eden papazlar, "İncil'de bildirilmeyen bir bilginin gerçekliği kabul edilemez" diyerek ona hayat hakkı tanımayarak aforoz ederler. Çünkü mevcut olana yanlış bile olsa itiraz etmiş veya yeni yorum getirmiştir.

Not; Bunlar benim, “gücün sözüne değil de sözün gücüne” ve etkileyiceliğine içtenlikle inandığım, bu inancımı yazılı olarak tarihe not düştüğüm çalakalem fikirlerim.