Susatmadan Okutamayız

Prof. Dr. Zeki TAN

İnancımızın ilk önceliği oku olmasına rağmen toplum hatta İslam coğrafyası olarak karnemizin çok zayıf olduğunu kabul etmek zorundayız. Görselliğin can sıkıcı seviyeye ulaştığını Cuma günü imam minberde hutbe okurken bile telefonu ile oynama “ihtiyacı” duyan bir fotoğraf bu işin endazesinin kaçtığını gösteriyor.

Bu tablo bile manzaray-ı umumiyenin sadece iç açıcı değil içler acısı olduğunu göstermektedir. Türkiye’de 49 bin kişiye bir kütüphane, 122 kişiye bir kahvehane düşmektedir. Kitap okuma oranlarının bazı Afrika ülkelerinden de aşağı olduğu bilinen bir gerçektir. Bazı yabancı ülkelerle Türkiye arasındaki kitap-gazete okuma oranları istatistikî bilgilerle karşılaştırıldığında hiç de gönül okşayıcı bir manzara ortaya çıkmamaktadır. Gazete okuma oranları Japonya'nın yüzde 62'lerde, Almanya'nın yüzde 48'lerde, Türkiye'nin ise sadece yüzde 5'lerdedir. Japonya'da bir yılda ortalama 4 milyar 200 milyon kitap basılırken 'Türkiye'de bu rakam 23 milyon. Japonya'da bir yılda kişi başına düşen kitap sayısı 25, Fransa'da 7, Türkiye'de ise her altı kişiye bir kitap. Türkiye'de bin 412 kütüphane bulunurken 570 bin kahvehane faaliyette.

Bugün Türkiye'de kütüphaneler, nitelik ve nicelik bakımından gelişmiş ülkelerin çok gerisinde. Uluslararası standartlara göre, Türkiye'deki halk kütüphanelerinde 123 milyonu aşkın kitap bulunması gerekirken sadece 13 milyon kitabımız var. 5 milyon nüfuslu Finlandiya'da bin 202 kütüphane bulunurken, 70 milyonluk Türkiye'de bu rakam sadece bin 434'tür. Kitap okuma sürelerine bakıldığında durum daha da içler acısıdır. Almanya'da kişi başına düşen ortalama günlük okuma süresi 23 dakikadan 18 dakikaya düştüğü için yetkililer telaşlanmaya başlayıp çeşitli tedbirler almışlardır. Ülkemizde bu oran 15 saniye olmasına rağmen kimse ne endişe duyuyor, ne de tedbir alıyor!

Bunlar problemin fotoğrafının çekilmesidir. Peki, Kur’ân’a inanan fertler olarak mevcut sıkıntıların üstesinden nasıl gelebiliriz?  Başlığa çektiğimiz ifade de söylediğimiz gibi “susatmadan okutamayız.” Birisine su içirmek için önce susatırsak o gider kendiliğinden kana kana su içer. Acıktırırsak mutfağa habersiz gider tıka basa yemek yer. Tıpkı bazı içecek veya yiyecek firmaları ürünlerini içirmek ve yedirmek için damak tadına uygun maddeler katarak çoğu zaman ihtiyaç bile duymadan insanlara yüksek ücretle yedirip içirmeleri örneğinde görüldüğü gibi…

İnsanlar okumuyorsa “her şeyin bir nedeni vardır. Bir şeyin nedenini bulamıyorsanız, onun da bir nedeni vardır” ifadesinde geçtiği üzere nedenini bulmak gerekir.

Okumamanın nedenleri arasında kendisini okutacak günümüz gençliğine çekici gelecek dili yakalayamadığımızdır. Şu anda özellikle dini yayınlarda kullandığımız dilin çekici olduğunu söylemek mümkün değildir. Her genellemenin yanlış olduğunu itiraf ederek yazdıklarım herkes için geçerli değildir. Fakat bir gencin eline aldığında okuyanı sürükleyecek yayın sayısında istenen yerde değiliz.

Geçen gün ortaokula giden çocuğun elindeki kitaba huşu ile kendini kaptırmış olduğunu görünce doğrusu çok şaşırdım. Kendisine gel sonra okumaya kaldığın yerden devam edersin dediğimde hayır bunu bitirmeden gelmem dedi. Çocuğun kitap okumadaki istek ve ısrarı benim bir hayli dikkatimi çekmişti. Daha sonra kitaba baktığımda çocuğun okuduğu kitap altmış (60) dünya diline çevrilmiş bir milyon baskı yapmıştı. Gerçekten çocuğun kendini kaptırmasında haklı olduğuna ben de inanıp kitabı okudum. Kitap bir batılı edebiyatçıya aitti.

Kitap yazmanın bir sanat olduğunu dilin ustası olmadan dili iyi kullanmanın mümkün olmadığını bu kitabı okurken daha iyi anlamıştım.

Kitabı okuduktan sonra kendi kendime şunları söyledim. Elimize aldığımızda kitabı bitirmeden kendini okutacak bir siyer kitabımız var mı?

Problemlerimizi bilgi ve eğitim dışında çözeceğimiz başka bir öneri veya formül var mı?

Birçok nesnenin alternatifi varken kitabın alternatifi var mı?

“Cehaletin kutsanması” veya “eyleme dönüşmesi” halinde bunlardan çıkış yolu var mı? Benim kanaatim yoktur.

Bunca eğitim kurumlarına rağmen insanlarımıza niçin kitap okutamıyoruz?

Cemil Meriç "Karanlıkları devirmek ve aydınlık çağın kapılarını açmak için en mükemmel silah kalem. Sözle yazıyla kazanılmayacak savaş yok. Her toplum bir kitaba dayanır. Felaketimizin kaynağı kitap ve kültür yokluğudur" derken yaşadığımız coğrafyada toplumsal problemlerini silahla çözmeye çalışanlara hem bir ders hem de Nursi’nin ”…Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar (baskı, dayatma) ile değildir” sözünün gerçekliğine tekrar hak vermiş oluyoruz.

Bazı toplumsal problemler var ki, tali sorunların ana kaynağıdır. Ana sorunlardan (ihtilaf, cehalet, fakirlik) herhangi birisini çözdüğünüzde, bunlardan kaynaklanan tali sorunlardan (güvensizlik, şefkatsizlik, mezhepçilik, kavmiyetçilik, taassub, tahakküm, zulüm, sığlık, rant, takdis, tahkir, tedhiş... vb.) yüzlercesi kendiliğinden çözülmüş olur. Bunlardan herhangi birisini görmezden geldiğimizde veya savsakladığımızda felaket sinyalleri çalıyor demektir.

Bir başka ifade ile gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince de gerisi bütünüyle yanlış oluyor; öteki düğmelerin doğru iliklenmesinin anlamı kalmıyor… İlk düğmeden sonrakilerin durumunu düzeltmek için harcanan bütün iyi niyetli çabalar boşa gider. Burada “ilk düğmenin” doğru iliklenmesi misali bilginin fert ve toplum hayatındaki yeri ve önemi yeniden ele alınmalıdır. Çünkü bilgide meydana gelen parçalanma,  bozulma,  sapma, yozlaşma teselsülen diğer bütün problemlerin akamete uğramasında kendini gösterecektir. 

Konuyu İslam âleminin yüz akı kitap sevdalısı Prof. Dr. Fuat Sezgin’in şu anekdotu ile bitireyim.

Mehmet Alparslan Çelebi anlatır: "Bir gün enstitüye geç vakit gelmiştim. Saat 16 sularında. Kış günüydü. Kocaman enstitüde hocam ve 2 araştırmacı vardı. Işıklar loş bir şekilde yanıyordu. Karanlık bir odada hocam bir kitaba dalmış durumdaydı. Nazikçe kapıyı tıkladım. Hocam bir tepki vermemişti. Sessiz bir şekilde kendisine seslendikten sonra da tepki alamamıştım. Bir adım attım masasına doğru ve tekrar seslendim. Hocam kitabı iki avcu arasına almış sanki harfleri teker teker seçercesine gözleriyle satırlar arasında hızlıca akıp duruyordu. Haddimi aşarak biraz daha sesli bir şekilde seslendim. Tepki yoktu. Bu sefer korkmaya başladım. En son yanına yaklaştım ve elimle omzuna dokundum hafifçe. Bir an ürktü ve ‘Mehmet!’ diye seslendi. Çok mahcup olmuştum. ‘Ne zamandan beri buradasın’ dedi sessizce. ‘Hocam 2-3 dakikadır, kusura bakmayın bir an endişelendim’ dedim. ‘Sen hiç kitap okudun mu?’ diye sordu kendisi. ‘Okudum hocam’ dedim, tam okuduğum kitapların birkaçını sayacaktım ki ‘Sen kitap okumadın hayatında Mehmet. Kitap okumak ibadet gibidir. Allah’ın rızasını kazanmak, ilim yapmak için okuduğun zaman okumuş olursun bir kitabı. Tıpkı namaza durduğun gibi kendini etrafında olan bitenlerden arındırır, kitabın ruhuna verirsin. Ve tıpkı namaz kılan insana seslenmediğin gibi kitap okuyan insana da seslenmezsin. Bir kenara geçer onun ibadeti bitene kadar beklersin” dedi. Utancımdan ne yapacağımı şaşırdım. Hafif tebessüm etti, ayağa kalktı ve ensemi şefkatle kavradı. ‘Nasihat ediyorum. Üzülmüyorsun değil mi? Size kitap okumayı unutturdular. İnşallah sizin nesliniz yine Kitap okuyan nesil olacak Mehmet. Milletin ve İslam âlemin akıbeti buna bağlı’ dedi."

Aliya İzzet Begoviç’in “iki şeyden nefret ediyorum; birincisi, dindar câhil, çünkü câhilin dindarlığı artıkça sapması da artar. İkincisi imansız ilimden.

Şunu da ilave ederek öylece bitirmiş olayım: Allah’ın bizden ilk talebinin ‘oku’ olmasına karşılık bizim okumayarak olumsuz cevap vermemiz ile Allah’a kafa tutup veya inatlaşmış olmuyor muyuz? Böyle bir davranışta bulunmak bizi nereye götürür! Adaletin, hukukun, şeffaflığın, özgürlüğün mumla arandığı bir topluma… Vesselam.