Dünyayı ne kadar tanıyoruz, dünyada meydana gelen gelişmelerden ne kadar haberdarız? Bilmek ve haberdar olmak zorunda mıyız? Sorusuna verilecek cevap evettir. Çünkü bir köy haline gelen bir dünyada ticaret yapacaksanız ürettiğiniz şarj cihazının bile uluslararası standartlara uygun olması gerekir, yoksa ürününüzü satacak pazar bulamazsınız.
Ürettiğiniz bilginin evrensel olmasını dikkate almak zorundasınız yoksa ürettiğinizin müşterisi olmaz. Halk irfanında geçtiği üzere "kendin çalar kendin oynarsın." Fakat ne yazık ki inanan insanlar olarak "yerel" olmaktan kurtulamadık. "Mazinin derelerinde" gezinmekten bugüne gelmeye vakit bulamadık. Çünkü bilgi üretmediğimiz için geçmişin tatlı hülyaları bizi alıp götürüyor. Tıpkı kafasında saç kalmayan kelin annesinin sırma saçlarıyla övünmekten, üretmediği için başka kapılara muhtaç hale gelenin dedesinin "Kârun" kadar zengin olduğunu söylemekten dem vurmasına benziyor halimiz.
Hala evrensel değerleri yapılan "dayatmalardan" sonra kabullenmek zorunda kalıyoruz. Mesela yönetimde dünyanın geldiği nokta "manevi vechesi" eksikte olsa demokrasidir. Bunun alternatifini üretmediğiniz sürece kabullenmek zorundasınız. Fakat ömrünü bilgiye adamış insanların halen demokratik yönetimin İslâm'a "uygun" olmadığını, son kullanma tarihi çoktan dolmuş halife, hilafet, sultan ve saltanatın fazilet ve marifetlerini yazmaktan geri durmuyorlar. Hâlbuki insanî olanın İslâmî olabileceğini, İslâm'a uygunluktan İslâm'a aykırılığın olmamasına bakmak gerekir. Bunu teknoloji için yapıyoruz da. Ya bilgi için?
İran'lı sosyolog Ali Şeriatî "İslam'ı “bilmek” ile “tanımak” arasında bâriz farklar olduğunu söyleyerek ayrım yapar. Mesela İslam’ı bilmek, onun belli başlı kurallarını bilmektir; İslam’ı tanımak ise onun şekilsel özelliğinden ziyade niteliğini ve ruhunu kavramaktır. Bilmek sadece tekrar etmektir. Robot veya bilgisayar gibi davranmaktır. Anlamak ise ondan yeni ve farklı bir şey üretmektir. Geleceğe yönelik evrilmektir.
Bu meyanda Şeriatî, İran’da mollaların İslam’ı bildiklerini ama tanımadıklarını ileri sürer." Mesela; ülkenin adını "İslâm Cumhuriyeti veya İslâm Devleti " bayrağın üzerine de "Allahu Ekber" veya "Lailâheillallah Muhammedun Resulullah" yazdığınızda bütün problemlerin yolunda gideceğini ülkenin gül-gülistanlık olacağını sanıyoruz.
Irak'ta eski devlet başkanı Saddam Hüseyin'in başı sıkıştığında ilk yaptığı icraat bayrağın üzerine "Allahu Ekber" kendi kanından yazılan mürekkeble Kur'ân yazdırmak oldu.
Suudi Arabistan bayrağında "kelime-i tevhît" bir asra yakın zamandır var. Fakat gazeteci Cemal Kaşıkçı ülkedeki baskı, dayatma ve yanlış uygulamaları eleştirince kendisini asit kuyusunda buldu. Bunu duyan herhangi âlimin ülkede yanlış yapan yönetimi, usulsüzlükleri, yolsuzlukları, hırsızlıkları dile getirmesi, mümkün mü? Asit kuyusu ağzını açmış bekliyor!
Bu ayrımı bugün Taliban için de kullanmak mümkündür. Taliban dini ve değişimi bizdeki II. Mahmut dönemindeki pantolun, fes vb.nin Cumhuriyetin ilk yıllarında modernleşme adına dayatılan şapka gibi şekilsel özelliklere endekslenmesi, kafayı görselliğe takıp sakal, şalvar, müzik, resim diye tutturması ilk düğmenin yanlış iliklediklerini göstermektedir.
Hadi "devlet" kuralım denilince devlet kurulmaz. Kafanın içi değişmeyince dışı değişse ne olur ki? Fakat görüntü değişimi hem kolay hem de hoşumuza gidiyor. Emek, bilgi, ter dökme, proje üretme, çalışma, uykusuz kalmayı gerektirmiyor. "Mevzuat hazretleri" emrinizde hazır ve nâzırdır. Hâlbuki mevzuat tek başına problem çözseydi elimizde "ilahî mevzuat" Kur'ân var. Fakat bilmekle anlamak/uygulamak farklı şeylerdir.
Toplumun "İslamlaşması" için önce insandan istenen hususların özgür bireyin gönlünde ve beyninde yerleşmesi ve kabul görmesiyle başlar. İnsanın gönül dünyası tezkiye edilmeden "yönetimden" başlayarak başarı beklemek fiyaskodur. Yukarıdan ve dayatmayla yapılan darbeler, ihtilaller ve "devrimler" ne adına (ideoloji, din, iktisat, ırk vb.) yapılırsa yapılsın kanlı ve kirlidir. Yapanı ve yaptıranı da tarih önünde mahçup eder. Tarih bu hususta iyi bir laboratuvardır.
İlahî öğretinin değişim ile ilgili tavsiyesi şöyledir; "…bir toplumun bireyleri kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe Allah o toplumun gidişatını (kendiliğinden) değiştirmez…" (Ra'd, 13/11) âyetinde geçtiği üzere bireylerin değişimi kendilerine bırakılmaktadır. Bu değişim ve dönüşüm gerçekleşmeden toplumsal değişim gerçekleşmez. Gerçekleşmesi için zorlarsanız "şekil ve görüntüden" ibaret kalır. Fertlerde "iç çöküş ve çürüme" varsa makyaj yapmak anlamsızdır.
Hasan el-Benna’nın torunu Prof. Dr. Tarık Ramazan babası Said Ramazan’ın şu sözlerini aktarır: ‘’Bizim sorunumuz maneviyat. Eğer bir adam benimle Müslüman dünyasında reform, politik strateji, jeopolitik düzenler gibi konularda konuşmaya gelseydi, ona ilk sorum sabah namazını vaktinde kılıp kılmadığı olurdu. Güç bizim hedefimiz değil, onunla yapacak bir şeyimiz yok. Bizim hedefimiz yaratıcının sevgisi, kardeşlik ve İslam adaleti. İşte bu bizim zalimlere mesajımız…"
Bir siyasetçi İran'daki hatırasını şöyle anlatır: "Katıldığım bir toplantıda bir katılımcıya şunu sordum. "1979 İran devriminden sonra doğan çocuklar şimdi kırk yaşını geçti. Bunlar devrimin sonuçlarını da gördüler. Devrim okullarında okudular. Bunlar daha dindar oldular mı? Hayır dedi ve hüzünle "bazıları dine daha da mesafeli durumda" dedi. Niçin diye sordum? Devlet zoruyla insanlar dindar olmuyor. İnsanlar baskı ve dayatmayla değil, kendi iradeleriyle dindar olmalılar. Yoksa örtünürken örtünüyormuş, namaz kılarken kılıyormuş gibi yapıyorlar."
"İslam Devleti" kavramı ne Kur'ân ne de Hz. Peygamber'in hadislerinde geçmez. Hz. Peygamber hayatta olduğunda hem Peygamber hem de Medine'de aralarında Yahudi, az da olsa Hristiyan, Müşrik ve Müslümanların yaşadığı site devletinde "hakemlik" yaptı. Medine'de kurulan devlette "hâkimiyet" esası üzerine değil "hakem" olma esası üzerine kuruldu.
Bunu ilahî vahiy kâinattaki yegâne güç sahibi "hâkimin" Allah olduğunu anlatır. İnsanların kendi aralarında kurduğu devlet organizasyonunda "hâkimiyet" değil vahyin de altını çizdiği gibi hakemliktir. Vahiy "insanlar arasında Allah'ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için Biz sana kitabı gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak indirdik. Artık hainlerin müdafaacısı olma." (Nisa, 4/105) diyerek devlet organizesinde idareciye "hakem" olma rolü verilir. Aksi halde bir gurubun belli guruba hâkimiyeti oluşur ki bu da İslâm'ın "eşitlik" ilkesine aykırıdır. Biraz basit ve magazinel gibi görülecek fakat problemin anlaşılması için çok fazla bilmesem de futbol üzerinden vereyim. Sahadaki hakemin de futbolcularında uyduğu, uymak zorunda olduğu kurallar vardır. Hakem sahadaki herkese; dini, dili, mezhebi, ırkı, boyu, kilosu ne olursa olsun eşit davranmak zorundadır. Aralarında "hâkimlik" değil hakemlik yapar.
Yoksa Kiliselerde olduğu gibi din adamlarının Allah'tan rol çalarak, Allah'a ait alana müdahale ederek kendilerini yeryüzünde "Allah'ın temsilcisi" gördüklerinden, günah çıkaranlardan cennet belgesi (Endüljans) satanlara, dine dahil edenlerden dinden çıkaranlara (aforoz) kadar farklı şekilde dünyayı insanlara cehenneme çevirirler.
Ahirette kurulacak mizanı ve teraziyi bu dünyada kurarak "dünya cehennemi" kurmaktan kaçınmazlar. Vahyin insanlara sunduğu en büyük armağan belli bir gurubun imtiyazına son vermek oldu. Hatta Kur'ân'a baktığımızda Peygamberlerin hata/zellelerine yer verilir. Hata yapanlar ilahî irade tarafından eleştirilmişlerdir. İlahî vahyin terbiyesiyle yetişmiş güzide insan sahabe çekinmeden Hz. Peygamber'e "Ya Resullallah bu sizin kişisel görüşünümüz mü yoksa Allah'ın emri midir? Tarzında görüşlerini bazen de "eleştirilerini" iletmekten çekinmezler.
Hz. Peygamber çok değer verdiği ve sevdiği sahabenin bazı tutumlarından (Uhut savaşı öncesi yapılan istişare) hoşlanmasa da toplumun ortak kabulüne rıza gösterir. Hendek savaşında Hz. Peygamber çok zor anların birinde bir antlaşma ile ilgili karar verdiği halde sahabe bu karara katılmaz ve Hz. Peygamber kendi görüşüne katılmayan sahabenin fikir ve kişiliklerini örselemez ve bastırmaz. Herkes birey olarak fikrini (Hudeybiye'de olduğu gibi) bazen Hz. Ömer örneğinde geçtiği üzere sert dille de ifade eder.
Hz. Peygamber farklı fikirler karşısında siz de kim oluyorsunuz sakın konuşmayınız dememiştir. Peygamber'in özgür fikirli yetiştirdiği insanlar kendi aralarında farklı problemleri konuşmuş ve çözüm üretmişlerdir. Vahyin Hz. Peygamber'e bıraktığı alanı Peygamber "içtihatlarıyla" çözüme kavuşturmuş. Hz. Pegamber'in sahabeye bıraktığı alanda sahabe "içtihat" etmiş. Tabiin de aynı yolda devam ederek süreç işlemeye devam etmektedir. İçtihat alanında krizleri aşmak her zaman kolay olmuyor. Mesela bunun ilk şokunu Hz. Peygamber'in vefatından sonra görmek mümkündür.
Hz. Peygamber vefat ettikten sonra devlet başkanlığına kimin seçileceği tartışılmış daha önce Medine yerlisi olan Ensar bizden olmalı demiş, Mekke'den gelen ve kendilerine Muhacir denilen insanlar hayır bizden olsun ısrarında bulunmuşlardır. Hatta bir ara biri sizden olsun biri de bizden olsun fikirleri ortaya atılmıştır. Farkı fikirler konuşulurken Hz. Ömer'in teklifiyle oradaki sahabenin de kabulüyle Hz. Ebu Bekir seçilmiştir. Medine'de bulunan bazı sahabiler Hz. Ebu Bekir'in devlet başkanlığını onaylamamışlardır. (Hz. Peygamber'in istişarede bulunduğu ve görüşlerine değer verdiği Hazrec kabilesinin kollarından Sâideoğulları'nın reisi Sa'd b. Ubâde) Kimse çıkıp bunları "hain" veya bunlar bizim görüşümüze katılmadı diye cezalandırmadı. Hz. Ömer'e de biat etmediği rivayet edilir.
Daha sonra da o dönemin sosyo-politik şartlarından dolayı Hz. Ebu Bekir Hz. Ömer'i tercih etmiş insanlar onaylamışlardır. Hz. Ömer kendisinden sonra devlet başkanlığı seçimini kendisinin belirlediği bir komisyona havale etmiştir. Siyaset ve yönetim işinin ilkeler olmakla beraber büyük oranda içtihat alanı olarak insana bırakılmıştır.
Devlet başkanı seçimi ile ilgili bu olaylar yaşanırken kimse çıkıp devlet yönetimi ile ilgili âyet getirmemiş kendi içtihatlarıyla vahyin insana bıraktığı alanda fikir üreterek krizlerin üstesinden gelmeye çalışmışlardır. Fakat Cemel ve Sıffin savaşlarının sahabe arasında cereyan ettiği tamamen iktidar ve siyaset kaynaklı olduğunu binlerce insanın hayatını kaybettiğini görmezlikten gelmek mümkün değildir. Siyaset ve yönetimin ekonomik getirisinden dolayı hep "kavgalı" olmuş olmaya da devam etmektedir. Tarih tekerrür etmemeli, yol göstermelidir.
Devlet yönetiminin şekli ile ilgili Kur'ân ve sünnet bu alanı insanların içtihat alanlarına bırakmıştır. Fakat hem Hz. Peygamber'in sünnetinde yani uygulamalarında hem de Kur'ân'da inşa edilecek toplumun temel ilkeleri zikredilir. Bu ilkelerin başında fikir, inanç ve ekonomik özgürlük, insan hakları, adalet, hukukun üstünlüğü, hesap verebilirlik, yönetimde şeffaflık, toplumsal katılım, emniyet, merhamet, güven bugün bile evrensel boyutta güncel ve geçerliliğini yitirmemişlerdir.
Bu satırları okuyanlar, yazarın Müslümanların kuracağı "devlete" karşı oldukları kanaatine varabilir. Hâlbuki benim ısrarım Müslümanların kuracakları devletlerin veya şirketlerin, markaların ismine değil yukarıda anlatılan esaslara bakmalarını temindir. Çünkü kurduğunuz devlette adalet, hukuk, merhamet, işsizlik, istihdam, yerlerde sürünüyorsa insanlar artık "İslam" ın bir ümit olmaktan çıktığına inanabilir. İnanıyorlar da… Mütefekkirin "yıkаnmаk için gittiği hаmаmın pislik içinde olduğunu görmesi üzerine hаmаmcıyа: "Yаnılıp dа bu hаmаmа yıkаnmаyа gelenler, dаhа sonrа temizlenmek için nereye giderler?" diye sorаr. Bu cümleyi okuduğumda arayış içinde olupta dinden uzaklaşanların nereye hangi güvenli limana gideceklerini hesaplamalıyız.
Söylediğiniz bir sözün ne adına söylenirse söylensin "gerçekleşme oranı" düştükçe inandırıcılığını da kaybeder.
"İslam devletlerinin" vatandaşları da "diyar-ı küfre" iş, aş, fikri, iktisadî, dinî özgürlük ve güvenlik için hasta halleriyle koşarak giderlerse "İslam'ın yetersizliği" hakkında Batı dünyasına kendi elimizle malzeme üretmiş oluruz. Bu da bizi vebal altına sokar.
Brzezinski "terörizm bir düşman değil savaş aracıdır” politikalarıyla İslam Coğrafyasındaki şiddetin sürmesinde emellerini gerçekleştirmek için "terörü" kullanmalarının can simidi olduklarını söylerken niyetini de gizlemez. Siz ağlarken onlar gülmekte, siz kaybederken onlar silah satarak, yıktıklarını daha sonra onararak (Irak, Suriye, Libya) da kazanmaktadırlar.
Bugün yaşananlardan dolayı inanç boşluğu yaşayan ve fikri arayışa giren birini Kur'ân'ın aydınlık iklimine davet etmede zorlanıyoruz. Her ne kadar "Müslümanların yaptıkları İslam'a mal edilemez" deseniz de insanlar gördükleri şiddet ve sadece "yasaklarla örülmüş" talimatlardan olumsuz etkileniyorlar. Düşünsenize "müzik, resim, güneş gözlüğü" yasağını…
Bugün asıl problem içtihat alanı olarak uzmanına bırakılan alanı kullanamadığımızdan dolayı miadi dolan geçmişte işe yarayan bugün içinse anlam ifade etmeyen saltanat, emirlik, hilafet gibi sistemleri bugüne taşıyarak problem çözmeye kalkınca kendisi problem oluyor.
Elinde modern telefon kullananlar önündeki bilgisayardan her türlü ihtiyacını görenler bugünü yaşarken yönetim ve siyaset felsefesi ile ilgili hususlarda yeteri kadar bilgi üretmediğimiz için "dedelerimizin kalkanı ve kılıcıyla" savaşa çıkar gibi sadece popülizm yaparak "din bütün problemleri çözer" sloganlarını eksik etmeyiz. Hâlbuki din problem çözmez. Dini problem çözmek için insana yardımcı olur. Problemleri uzmanlar çözer. Tıpkı dinin insanı ahlaklı yapmayıp ahlaklı olmanın "yollarını" gösterdiği gibi. Din insanı ahlaklı yapsaydı Müslümanların ahlaklı olması gerekirdi. Hâlbuki ahlakı olmak veya dindar olmak insanın emek ve gayretine bırakılmıştır. Ahlaklı olmanın ve yeni "ahlak teolojileri" üretmek insanın içtihat alanına bırakılmıştır. Geçmişin ahlak ve yönetim kodları üzerinden bugünün insanını sevk ve idare etmek kolay olmuyor. Yeni hikâyelerin yazılması gerekir. Eski eskidi…
Kadir Canatan sistemin işleyişi hakkında şu öneride bulunur: "…Mesele kolektif bir meseledir ve kolektif olarak çözülür. Kendimizi ve dünyayı tanıyan entelektüeller bir araya gelip yapısal sorunları tartışmalı ve çözümler üretmeli. Hükümetler kısır siyasi çekişmeleri bir tarafa bırakıp, bu entelektüellerin ürettiği fikirleri politikaya dönüştürmelidir. Fikirlerin kıymetlendirileceği yer siyasettir. Fikirler siyasete dönüşmediği sürece çok fazla bir kıymete haiz değildirler. Batı dünyası tam da bunu yapmıştır ve hâlâ da yapmaya devam etmektedir. Biz durmadan üniversite-sanayi iş birliğinden bahsediyoruz. Oysa mesele, üniversite-siyaset iş birliği olmalıdır…"
Palas pandıras/hazırlıksız bir şekilde alt yapısı olmadan devlet yönetmeye girişmek telafisi imkânsız zararlar verebiliyor.
Fakir olan birisinin adını "ğani"/zengin koyarak, okuduğu metni anlamayanın ismini "zeki" koyarak "hakikat değişmez. Adı değişir özü aynı kalır.
Devletin adını "İslâm Emirliği" koyarak yakınlarınıza bakanlık, müdürlük, ihale, rant dağıtarak işe girişmek siyasette dini kullanmak anlamına geleceğinden en büyük zararı din görür.
"Sömürgecilerin ipiyle kuyuya inilmez" çünkü bunlar çıktıkları yerlerde acı, hüzün, keder, yetim çocuklar, dul kadınlar bıraktılar.
Tarihe baktığımızda toplumu "dini argümanlar" vurgusu üzerinden yönetmenin arka planına bakıldığında yönetişimin tıkandığı ve çaresizliğin olduğu rahatça görülür. Bugün hem batıda hem de doğuda "dinin yanlışları meşrulaştırma aygıtı" olarak kullanılması yaygındır.
ABD eski Başkanı Donald Trump Beyaz Saray önündeki protestolar sürerken "süreci yönetemediği" görülünce elinde tuttuğu İncil ile St. Johns Kilisesi'ne yürüdü. Piskopos Mariann Edgar Budde, "çileden çıktım. Başkan İncil’i kullandı" diyerek tepki gösterdi.
Kurduğunuz "İslam devletine veya emirliğine" kendinizce dini meşruiyyet bulduğunuzda muhalif veya yanlış icraatleri eleştirenleri "kâfir" "mürted", "hâin" "işbirlikçi" şeklinde isimlendirerek seslerini de kısarsınız. Yapacağınız her türlü zulmün fetvası "emire itaatsizlik" üzerinden hazırdır. Emevilerin aldıkları fetva ve yalancı şahitlikle muhalif olan Hz. Hüseyin'i ve âbid bir sahabî olan Hucr b. Adî'yi katlettikleri gibi. Gerekçe; Hz. Ali'yi sevme, "halifeye" eleştiri, itiraz… Halifeye "zıllullah fi'l-ard" Allah'ın yeryüzündeki gölgesi sıfatı verirseniz gölge eğrildiğinde gölgeyi düzeltmek yerine "gölgenin eğri olduğunu" söyleyenlerin öldürülmesi gerekli/"vacip" oluyor. Çünkü kendi sesinizden başka muhalif ses işitmek istemiyorsunuz.
Medine'liler Emevi halifesi Yezid b. Muaviye'nin icraatlerini eleştirince Medine'lilerin üç gün boyunca mal, can ve ırzları "mübah" kabul edilmiş ve "harre vak'ası" olarak tarihe geçmiştir. Fetva mı? Yeter ki iste! Bu görüş ve "fetvalar" bugüne taşınabiliyor.
İnsanlık tarihi, "dakika bir gol bir" misali ilk insanın evlatları arasında başlayan "kanlı mücadelelerle" doludur. Aktörler çoğu zaman paylaşmayı değil paylamayı tercih etmişlerdir.
Hatta tarihte "bu çocuk büyüdüğünde babası veya kardeşine "itaatsizlik" edebilir" diyerek beşikteki çocukların öldürülmesine "fetva" vermeyi esirgemeyen "âlimler" vardır.
Yönetimin imkân ve makam dağıtma mekanizması olduğunu unutmamak gerekir. Bu tavır ilk dönemden itibaren hiç değişmedi.
Yöneticilerde tecrübe, dirayet, siyaset, bilgiyle beraber yetişmiş uzman kadrolar olmadan sistemin işlemesi zordur. Devletin, sosyo-kültürel çoğulculuk bağlamında inançlı-inançsız bütün vatandaşların özgürlüğün gereği olarak "hassasiyetlerini" dikkate almak zorundadır.
Uluslararası meşruiyetten uzak, dünyadan izole edilmiş, yarını belirsiz ve istikrarlı bir sistem kurmak imkânsızdır. O kadar ki küreselleşme bazen dini düşünce ve hayatı da etkiliyor. Küreselleşmenin estirdiği rüzgârdan etkinlenmemek mümkün değildir. Bu rüzgâr bazen ülkenin sınırlarını ve gücünü de aşarak kapımıza yeni ve farklı imkân ve tehditler de getirmektedir.
Yüksek teknoloji içerikli ürün/mal üretmesinden bankacılık ve borsa sistemine, telekominikasyondan eğitime kadar bütün yapılar bilgi ister, acı tecrübe ister, gelenek ister, kurumsallaşan yapılar ister. Yoksa Kur'ân'ın insanlığa kurtuluş alternatifi olarak sunma hayalinin sonu olabilir. Bu yapıya strateji ve altyapı hazırlayanların dünyaya "alın size işte İslam" propagandası ihraç edeceklerini de unutmamak gerekir. Belki de bu uğursuz planın gayesi buydu! Yoksa Batı menfatinin bulunduğu coğrafyaları Çin ve Rusya'ya kaptırmaz.
Çünkü Lord Palmerston’un dediği gibi "İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır" sözleri Batı için geçerlidir. Batı, petrol, doğalgaz, yeraltı kaynağı, ürettiğini pazarlamanın olduğu yerden kolay kolay çekilmez. İstila ettiği yerden çekilince de çekirgeler gibi yumurta bırakır. Yirmi yıl Afganistan'da kalıp enkaz bıraksa da Amerika kendi düşüncesine "uygun bir nesil" yetiştirmediğini kim inkâr edebilir. Aksini iddia zordur. Batının Afganistan stratejisi "asıl oyun" ve "karanlık dönem" yeni başlıyor. Bu oyun Afganistan üzerinden Müslüman coğrafyaya yeni stratejiyle genelleştirilecek.
Yıllardır şehir hayatından mahrum olan Talibanın Amerika tarafından yetiştirilen bürokratlardan başka elemanları mı var? Dağdan inip silah hariç teknoloji bilmeden devletin idari mekanizmalarını çalıştırmak kolay ve basit değildir.
Uluslararası diplomasi, kültür ve sanat alışverişi olmadan sadece bayrak değişimiyle problem çözülseydi Afganistan'ın bayrağı "sekiz defa" değişmiş, fakat ne gelenek oluşmuş ne de ayağı yere basan bir sistem kurulmuştur. Ne yazık ki Müslüman coğrafya kendine ait bankacılıktan tutun bilgi sistemine kadar kurumlar inşa etmeden batıdan aldıklarını tercüme veya "naklederek" problemlerin üstesinden gelemedi gelemiyor.
Dönemlerinin "süper güçlerine" geçit vermeyen Afganlılar kendi içlerindeki "kabilecilği" yenemiyorlar. Bu acı durum İslam Coğrafyasına da hâkimdir; Mezhepçilik, ırkçılık, kabilecilik, bölgecilik, hakikat tekelcilği vb.
İnsanlık için ürettiğimiz fazla ve yeni bir bilgi yok. Biz olmasak insanlık ne kaybeder? Sorusuna cevap verecek durumda değiliz. Aynı soruyu hicri üçüncü asırda sorsanız cevabını farklı alırsınız.
Bugün bizler biyolojik olarak 2021 de yaşasak da zihnen geçmişte yaşıyor ve yeni fikir üretemediğimiz için "geçmişle övünme" hastalığından kurtulabilmiş değiliz. Şair'in dediği "bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyâya milliyyet nedir öğretmişiz!" hülyasından kurtulamıyoruz.
Bugün dünyanın en saygın ve güvenilir toplumu değilseniz, iş adamları yatırım yapmaz. Toplumda adalet yoksa insanlar bilmediği, tanımadığı yerlere ölümü göze alarak "Müslüman'ın şerrinden Müslüman olmayanların merhametine" sığınır. Bütün bunları göze alarak "biz bize yeteriz" retoriğinin müşterisini bulmak ve inandırmak bir hayli zordur.
Hz. Peygamber'in güvensiz, korku ve kâbus dolu Arabistan çölünün güvenli olacağını bir kadının devesi üzerinde tek başına üç gün sürece yolculuğunun tek başına sadece vahşi hayvanlardan başka kimseden korkmadan Kâbe’yi tavaf edeceğini anlatır. (Buhârî, 25 Menâkıb, 25)
Hz. Peygamber'in özellikle "kadınların güvenliğini" işaret ettiği güvenli toplumu "İslam Devletinde" bulamayanlar ölüm ve açlık korkusuyla "zalim ve ahlaksız işgalcilerin" uçak takımlarına tutunmaya devam eder. Bebeğini tanımadığı askerlere dikenli teller üzerinden emanet eder. Bu fotoğraflarla devletinizin ismi "İslam Emirliği", "İslam Cumhuriyeti", krallık, oligarşi, monarşi, saltanat, hilafet olmuş ne ifade eder. "İsimlerin değişmesiyle hakikatler değişmez" denir ya. Güvenin olmadığı fert ve toplumda inanç arızalı ve problemlidir.
Toplumda adalet, özgürlük, hukuk, şeffaflık, insan haklarını koruma, merhamet, toplumsal katılım, öteki ile olan ilişki, ihtilaf hukuku, siyaset fıkhı, kamu hukuku yoksa neylesin insanlar devletin şekil ve şemâilini… Mevlana'nın dediği gibi "içi İblis dışı İdris"
Bu konuların birçoğu modern dönemdeki şartlardan dolayı ortaya çıktı. Bugünün insanını "geçmişin derelerinde" gezdirip geçmişi bugüne taşıyarak problem çözmeye kalkışmak "deveye hendek atlatmaktan farksızdır" yeni sorulara yeni cevaplar, yeni problemlere yeni çözümler üretilmelidir. Yoksa yeni soru ve sorunlara "eski cevaplar" vermek, traktöre rağmen karasabanda (yeni nesil karasabanı bilmez) ısrar etmektir.
Müslümanların geçmişte yaşadığı ve yaşattığı özgürlükle, merhametle, adaletle başka inançlara mensup insanlar kendi dindaşlarının zulmünden kaçarak "Latin külahını görmektense Müslüman sarığını görmeyi yeğlerim" dedirtmişlerdi.
Kıssadan Hisse: Çocuk bahçede arkadaşlarıyla evcilik oynar. Oyun esnasında bir ara konu evlilikten açılır. Konuşmaların akışı kim kiminle evlenire gelir.
Çocuklardan birisinin bir ara kafası karışır. Hızını almayarak eve gelir hemen söze girerek babasına "babacığım beni evlendirsene" der. Baba bunu şakaya yorarak çocuğuna "sen daha çocuksun büyüdüğünde evlendiririm" dese de çocuk kararından vazgeçmez.
Baba çocuğun vazgeçmeyeceğini anlayınca işi sohbet havasına dönüştürür. "Peki evlendireyim. Senin gönül kaptırıp bulduğun biri var mı?" der. Çocuk hemen babasına "beni annenle evlendir" dediğinde adam şaşırır. Fakat anlamaya çalışır. Evladım! Benim annem senin babaannen onunla evlenemezsin ki! Çocuk dikkatlice kendisini dinleyen babasına "ben senin annenle evlenemiyorum peki sen benim annemle nasıl evlendin? dediğinde adam şaşırır. Cevabı ne olabilir ki? Düz mantıkla olaylara bakınca olay buraya varır. Vesselam.