"Hata yapmak insana yakışır, ama silginiz kaleminizden önce bitiyorsa haddinden fazla yanlış yapıyorsunuz demektir."
Anonim
Tek seslilik, başkalarını kendisine eşit görmediğinden "toplumda size yer ve söz hakkı yoktur" mesajıdır.
Doktora tezini hazırlayan araştırma görevlisi sevdiğim bir arkadaşa uğradım. Arkadaşın çalışmasının içeriğiyle ilgili sohbet ederken "sosyal birlik ve vahdetle" ilgili araştırma ve inceleme yaptığını söyledi. Anadolu’da her topluluğun fikri, zikri, şükrü, ilmihali, meali, tefsiri, derleme hadis kitabı bile farklıdır. Bir araya getirilmesi âdeta imkânsız derin fay hatlarıyla birbirine güvensiz fırkalara ayrılmış farklılıklardan birlik çıkar mı? Veyahut bir/tek yapmaya gerek var mı? Berberin dediği gibi “bırak dağınık kalsın.” Yeter ki birbirlerini ötekileştirip öldürmesinler. İnsanî ve evrensel ortak değerleri hayata aktarsınlar.
Önce şu tespiti yapmak gerekir; sosyal birlik/vahdet dinî bir kavram değil siyasî bir kavramdır. Özellikle II. Abdulhamit'in siyasetinin temel argümanlarından birisiydi ki "İslam Birliğini" kurayım derken Osmanlı yıkılmaktan kurtarılamadı.
Tefsir, fıkıh, hadis âlimlerinin de tek derdi “mabedine kadar düşman süngüsü” dayanmış devlet-i âliyeyi dağılmaktan kurtarmaktı. Çünkü bu siyasi argümanların konuşulduğu dönemlerde ulus devlet ve milliyetçilik rüzgârlarının bütün dünyada hızla yayıldığı bir dönemdi. İslam birliği "zihni bagajın" da sahip oldukları yönetimin ömrünü uzatmak yatıyordu. Ona da ömür yetmedi. İnsanlar ne kadar da Allah’a mahsus olan “ebedilik” sıfatını kullansalar da İbn Haldun, “devletler insanlar gibi doğar, büyür, gelişir ve ölürler” der. Ebedilik hususunda Allah dışında hiç bir varlığa anlam yüklememek gerekir. Kur’ân şöyle ikaz eder; “Yeryüzünde bulunan herşey fanidir. Bâkî kalacak olan azamet ve ihtişam sahibi Rabbinin zatıdır.” (Rahmân, 55/26-27)
Birlik beraberlik yıllardır hemen hemen her va'z'da, sohbette, açılış konuşmalarında seminer, konferans ve panellerde dilimize pelesenk ettiğimiz, insanları kereste gibi hizaya getirmeye çalıştığımız fakat bir türlü kavramın içini dolduramadığımız veya doldurmayı beceremediğimiz bir konudur. Siyasî bir kavramı din üzerinden tahkim etmek yanlış sonuç doğurur. Çünkü Allah’ın, saçının telinden, göz retinasına, başparmak ucundan sesin rengine kadar farklı yarattığı insanların aynı toplum, hatta aynı ailede yaşamaları için birbirlerine benzemek zorunda değillerdir.
Ben de tezin sahibine "İslam coğrafyasına bir göz gezdirirsen bu ülkelerin "mutabakat metinleri" anayasaları, "belli bir inancı referans" alarak diğer inançlara hayat hakkı tanımıyorlar. Bir "mezhebin üstünlüğünü" anayasa metni içine yerleştirerek bütün ülkeyi tek fikre indirgeyerek başka mezhep/yorumlara, görüşlere imkân tanımamak üzere yazılmışlar. Bu tıpkı toplumu bir huniye doldurup üstten aşağıya “tektipleştirerek” indirmektir. Geniş ağızlı huniden inen iner, inmeyenler baskı ve zorlamayla indirilir. Hâlbuki geniş ağızlı huni herkesi içine alacak ve kucaklayacak yapıdadır. Veyahut teraziyi belli bir ırkın, inancın, dinin veya “mezhebin iktidarı” haline getirerek toplum nezdinde dini hayatı güçlendirmek yerine zayıflatarak toplumu tek/mono-etnike” dönüştürüyorlar. Mesela yakın zamanda komşumuz İran’daki toplumsal baskı ve dayatmalara yapılan itirazları “Allah’a savaş açma suçu” diyerek gençleri cezalandırmak anlaşılır gibi değildir. Bunu da otoriter sisteme itirazı “Allah’a savaş açıyorsunuz” diyerek hem hesap vermemek hem de tepkileri bastırmak için idam kozunu da Din-Allah üzerinden meşrulaştırıyorlar. Bu da dini kirletip, sevimsiz hale getirmektedir. Bu da gösteriyor ki günümüzde bölgesel “dini yorumlar” üzerinden toplumsal uzlaşı ve bütünlük sağlamak mümkün değildir. Çünkü her toplum Kur’ân’ın “inançlarının bütünlüğünü bozarak parçalara bölünen ve her grubun yalnız kendi sahip olduğu (ilkelerle) övündüğü kimseler” (Rûm, 30/32) dedikleri haline geldi. Artık her toplumda yüzlerce inanç, mezhep ve kültür mevcut bunları yok saymakla yok olmuyorlar. Çağdaş devletin görevi hepsine eşit ve âdil davranarak “herkesin devleti” olduğunu göstermektir. Bu hususta İslam coğrafyası yapılan zulüm, işkence, baskı ve dayatmalara seyirci kalmakta; çünkü “tencere dibin kara, seninki benden kara” sözünde geçtiği üzere hemen hemen hepsi demokratik olmayan yöntemlerle baskı ve dayatmayla toplumlarını yönetmektedirler.
Başka din, mezhep ve inancın varlığından rahatsız olmak çatışma kültürü oluşturur. Halbuki dünya “çoklu/multi-etnik" bir özelliğe sahiptir. Ortadoğudaki çatışmalarda din, inanç ve mezhebin tekliği davası vardır. Kimse ortak/şerik istemiyor. Halbuki kainatta kesret/çokluk var. Teklik Allah’a mahsustur. Bu coğrafyanın hamurunda, aynı din, inanç, mezhep ve fikirde olmayanları beraber yaşatma imkânı mevcuttur. Yeter ki bulma cesareti gösterelim.
Bazı toplumlar kendisi gibi düşünen, giyinen, inanan, konuşanlara alan açıp her türlü imkanı seferber ederken, farklı düşünene hayatı cehenneme çevirmekten kaçınmamakta bu yaptığı yanlışa da “din üzerinden” fetva üretmekten haya etmemektedir. Mesela; İran’da “Müessesetü’l Mecmai’t-Takrib Beyne’l Mezahibi’l-İslâmiye”ye yani İslâm mezheplerini birbiriyle yakınlaştırma amacıyla kurulmuş olan bu cemiyetin sünnî üyesi İlahiyatçı Prof. Dr. Ali Özek “Şiilikle ilgili toplantılarda sözünü hiç esirgemeyen birisiyim. Yani düşüncem neyse onu aynen söylüyorum. Bazı toplantılar da Şiiliğin bazı yorumlarını eleştirdim. İran ve Ürdün’de bu gibi şeylerle karşılaştım. En çok kafama takılan şey devlet başkanının verasetle ehli beytten olması gerektiği ve onların sahabeye karşı olan tutumlarıydı. İran’da büyük bir toplantı yapılmıştı. (…) O toplantıda beni tutuklamaya kalktılar. Pasaportumu aldılar. Ben dönmek istiyordum. Fakat baktılar ki bu iş sonunda iyi olmayacak, sonra bıraktılar. Söyledik lerim çok ağırlarına gitmişti…” der. (Yıldırım, Ramazan, Elmalı’dan Almatı’ya Ali Özek’in Hatıraları, Düşün Yayıncılık, İst. 2012, s. 309.) Ötekini nimet değil, kendine tehdit gören, farklı veya zıt fikirlerin söylenmesine bile tahammülün olmadığı, her tür hakareti meşru kabul eden bir coğrafyada kalkınma olmaz. Halbuki konuşma ve düşünme özgürlüğünü kısıtlama Kur’ân’ın ruhuna aykırıdır. Kur’ân, “düşünceye ceza” getirmemekle insanlara hakaret ve şiddet teşvik edilmediği sürece dilediğini konuşma hürriyeti getirdi. (En’âm, 6/108) Bu bağlamda Batıda Müslüman olanların dikkatini İslam’ın insanı özgürleştiriciliği ve ırkçılığa tavır alışı çekmişti. Mesela meşhur müzisyen Art Blakey: “İslam siyah adama aradığı şeyi, özgürce seçebileceği bir yaşama ve düşünme biçimini getirdi. Bu yeni dinin bu kadar çoğumuz tarafından benimsenmesinin nedeni budur. Bu bizim için her şeyden önce bir başkaldırı şekliydi.” İnsan neyi tercih ediyorsa; fikir, din, mezhep ve düşüncesinin hesabını verir. Neyi tercih etmiyorsa; cinsiyet, ırk, anne-baba ve derisinin renginden sorumlu olmaz.
Hoşumuza gitmese de bilim ve düşünce insanlarının bize uymayan farklı aykırı görüşleri, eleştirileri zaman zaman toplumu incitebilir, hatta fertleri rahatsız da edebilir. Farklı fikir sahipleri rahat konuşmalılar. Çünkü kabul etmek gerekir ki eğer fikirlerin açık, net ve serbestçe dolaşımını engellersek, yeni, yaratıcı ve evrensel düşüncelerin doğmasından ve dünyadaki bilimsel gelişmelerden de mahrum kalırız. Torna tezgâhından çıkmış, askeri kışladaki tek tip elbise gibi tek tip düşüncenin toplumu geliştirmediğini Komünist toplumları denedi.
Hükümet Kadın filmin repliği şöyledir; “Dünya senden olmayanlarla hoştur. Onların sana verdiği ilimlerle kıymetlerle değerlerle hoştur. Sadece senin gibiler değil senden olmayanlar da çok yaşasın ki sende yaşa. Hele bir de onun gözüyle gör şu fani dünyayı. Herkes beyaz olsa o zaman beyazı fark edemessin ki! Veyahut ta siyah. Beyaz en güzel siyahta belli eder kendini. Beni ben yapan yegane şey benden olmayanlardır. O yoksa sende yoksun. Ne anlamın kalır ne rengin belli olur ne de tadın…”
John Stuart Mill de “bir düşünce sık sık ve korkusuzca tartışılmazsa ona canlı bir hakikat olarak değil, ölü bir dogma olarak inanılır. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkûm etmektir” der. Tek tipçi ülkeler farkında olmadan gelecek nesillerin refah, huzur ve güvenliğine ipotek koydu. Çünkü ellerinde kullanabilecekleri bir başarı öyküsü kalmayanlar toplumu tek tipleştirerek nesillerin geleceğini yok ediyorlar. Halbuki dün yaya kapılarınızı kapatarak kendi kendinize yetemezsiniz. Sizin ürettiklerinize başkalarının ihtiyacı, başkalarının ürettiklerine de sizin ihtiyacınız var. Salgın dönemindeki covid aşısı yakın zamanda yaşanan örnektir.
Her ferdin özel alanda sahip olduğu inanç, din, mezhep, felsefi görüş, tarikat, cemaat farklı olabilir. Bu farklılıklar tehdit değil nimettir. Hiç kimse dışarıdan tanımlanmamalıdır. Çünkü harici nefesler tarafından yapılan her tanımlama bir müdahale ve mühendislik anlamına geleceğinden bireyi iki yüzlü yapar.
Anayasal metinler inanan-inanmayan bütün grupların endişe ve "hassasiyetlerini" dikkate alacak "mutabakat sözleşmesi" fikir, can, inanç, kültür ve hayat güvencesi bağlamında ele alınmalıdır. Bu mutabakat sözleşmesi insan olmanın doğal tabiî/fıtrî sonucu olan haklar ve özgürlükler birilerinin lütfuymuş gibi sunulmamalıdır. Hak ve özgürlükler (inanç, fikir, iktisat) kimsenin tekelinde olmadığından bireyler mahrum bırakılamaz. Devletin temel görevi de her insanın doğuştan sahip olduğu bu hakları korumak ve kollamaktır. Çünkü insanın malı, nesli, nefsi, düşüncesi, ırzı ve özgürlüğünün korunduğu toplum medenî toplumdur.
John F. Kennedy’nin “İnsanların tatsız gerçekleri, yabancı fikirleri, farklı felsefeleri ve rekabetçi değerleri öğrenmelerinden korkmuyoruz. Çünkü insanlarının özgür bir ortamda gerçekleri ve yanlışları yargılamasından korkan bir millet, kendi insanlarından korkan bir millettir” derken toplumsal kalkınmanın ve gelişmenin yolunun yanlış ta olsa farklı fikirlerden geçmekte olduğunu söyler.
Tek tiplilik ve sesliliğin hâkim ve baskın olduğu toplumlarda eğitim, bilim, demokrasi, özgürlük, adalet, hukuk ve bilimsel üretim olmaz. Toplumda tam bir çölleşme, donukluk, kuruma ve kuraklık baş gösterir. Buna karşılık toplumu canlı tutmak için de propaganda temalı bol miktarda tarihi diziler sosuyla açlıktan kıvranan insanları, zekât verebilmeyi, zenginliği ve üretmeyi dinin bir esası haline getiren dinin tebliğcisi Hz. Peygamber üzerinden “fakirlik edebiyatı” yapılır.
Bir ırka mensub olmak fıtridir. Kimsenin de anne-babası veya teninin rengi kendi tercihi değildir. Bu tercih Allah'a ait olduğu için bir ırkı üstün görüp diğerlerini aşağılamak yaratan Allah'a itiraz ve hesap sormaktır. Allah bu farklılığı düşmanlığa değil dostluğa dönüştürelim diye yarattı. Hepsine de "Rabbinizim" dedi.
Yazar Cihan Aktaş’ın İran bağlamında yaptığı değerlendirmede; “…İslamiliğin adalette değil de zahirde sergilendiği, bir örtbas kılıfı, bir kapatma aracı halinde süren başörtüsü uygulamalarından yorulmuş durumda.” Hâlbuki devletin dini veya mezhebi olmaz, olmamalıdır. İlla olacaksa o da devletin dini ADALET olmalıdır. Adalet olmadıktan sonra devletin adı, hangi sistemle veya kim/ler tarafından yönetildiğinin anlamı yoktur. ABD Anayasasının kurucularından James Madison “Adalet bir devletin amacıdır” der. Vatandaşların cinsiyeti, inancı, mezhebi, ırkı, tarikatı, cemaatı, rengi, dili, dini ne olursa olsun hepsine karşı ÂDİL olmalıdır devlet. Tanzimat dönemi devlet adamlarından Sadık Rıfat Paşa “Halk devletler için yaratılmadı; tersine hükümetler halka hizmet için va’zedildi” diyerek o dönemdeki insanı araçsallaştıran uygulamayı eleştirir.
Hatta ceza hukukunun bir maksadı da devlet aygıtını leviathan/canavara dönüşmeden denetleyerek ölçüsüz ceza vermesini engellemektir. Hukukun üstünlüğünün olmadığı, güçlü devletin hukukla sınırlandırılıp denetlenmediğinde “hikmet-i hükümet” sınırları belirlenmeyen “kamu yararı” diyerek ortaya zulüm çıkar.
Ölümcül Kimliklerin yazarı Amin Maalouf insanların incitilen ve acıtılan duygularının fotoğrafını şöyle anlatır: "…Dilinizin küçümsendiğini, dininizle alay edildiğini, kültürünüzün aşağılandığını hissederseniz, farklılığınızın işaretlerini abartılı bir gösterişle sergileyerek tepki verirsiniz; tersine, size saygı duyulduğunu hissettiğinizde, yaşamayı seçtiğiniz ülkede bir yeriniz olduğunu hissettiğinizde daha farklı davranırsınız…"
İnsanlar tarihte yaşadıkları veya kendilerine yaşattıkları olayları (Kerbela, Halepçe, sürgün, savaş vb. olayları hatırlıyor ve hatırlatıyorlar. Unutuyor gibi görünse de bu acı ve hüznü içinde taşıdığını unutmamak gerekiyor. İvo Andriç’in ““Birlikte geçirilen bir felâket kadar insanları birbirine bağlayan hiçbir şey yoktur” sözü, insanları sadece mutluluklar değil acılar, hüzünler, kederler de birbirine bağlar.
Akdeniz’in soğuk sularında mültecilerin sembolü haline gelen Aylan Bebeğin yüzüstü çekilen fotoğrafı insanı halen utandırıyor.
Afganistan’da hayatını, hatta onurunu bile düşünmeyerek Amerikan uçağının tekerleklerine tutunma sebebi, sizi olduğu gibi kabul eden, ötekileştirmeyen "kendisi için istediğini sizin için de isteyen" coğrafya arayışlarıdır.
Fıkıh kültürümüze baktığımızda beraber yaşadığımız Müslüman olmayanlara ait "hassasiyetler" dikkate alınmaktadır. Anadolu irfanında geçtiği üzere ‘din ayrı kin/nefret ayrıdır.’ Mesela; Puta tapanların putuna, (En'âm, 6/108) kutsalına ve mabedine (Hac, 22/40) saygısızlık yapamazsınız. Çünkü o da senin inancına yapar. Müslüman olmayanların içki ve domuzuna zarar verdiğinizde tazmin etmek zorundasınız.
Kur'ân toplumu tek tipleştirmez. Allah tekliği zatına özel kılarak varlıklarda çeşitlilik ve çoğulculuğu seviyor. Yapılan araştırmalarda aynı yumurta ikizleri bile farklı özelliklere sahiptirler. Çünkü farklılık ve çoğulculuk ilahî iradenin büyüklüğünü gösterir. Allah’ın biyolojik ve psikolojik olarak farklı yarattığı her insan farklılığıyla insandır. Farklılıklar; cinsiyet, din, dil, ırk vb özellikler saygı görmediğinde yara haline gelir. Daha sonra bastırılan bu farklılıklar radikal kimliklere dönüşebiliyor. İslam Coğrafyasındaki yaşanan olaylarda aidiyet ve kimliklerin bastırılmasının varlığı inkâr edilemez.
Aynı fikir ve doğrulara sahip olanlardan yeni fikirler çıkmaz. Farklı fikirlerin mayasından ve sentezinden yanlışta olsa doğru ve orijinal fikirler çıkabilir. Farklı ses olmazsa sen de olamazsın. Kainatta her şey zıddıyla bilinir. Müslümanların tarihte inşa ettiği medeniyette; Yahudi, Hristiyan, Mecusî, Nasranî, Süryanî vb. inanç ve kültürlerin rolü ve payı vardır.
İslâm medeniyetinin altın çağında yaşamış müstesna zekâlardan ve İslâm tarihinde hekim-filozof tipinin en başarılı temsilcisi olan Ebu Bekir er-Râzî literatürde kendisinden mülhid ve zındık diye söz edilmesine rağmen İslam kültürüne katkı sağladığı inkar edilemez. Hiç bir medeniyet tek başına yeterli değildir. Bugün Batı bilim ve teknolojisinin inşasında farklı inanç gruplarının etkisi inkâr edilemez. Cemil Meriç’in dediği gibi “zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak kendimizi hataya mahkûm etmek değil midir?” Birbirimizi yok edemeyeceğimize göre bir arada yaşamasını öğrenmeliyiz. Fikirler yanlış ta olsa silahla öldürülmüyor, ortadan kaldırılmıyor. Aksine yasaklanan fikirler bastırılan yay misali daha çok güçlenir ve taraftar toplar. Nereden ve kimden gelirse gelsin her türlü zorbalığa tavır takınılmalıdır. Mesela; İslami Şura Meclisi Tahran milletvekilliği yapan Eski İrân Cumhurbaşkanı Hâşimî Rafsancanî’nin kızı Fâize Haşimi’nin, Zencan Üniversitesi'nde düzenlenen bir konferansta yaptığı konuşmada, şöyle der; "Başörtüsünün Şah döneminde yasaklanmasına karşı çıktığım gibi şu anda mecburi olmasına da karşıyım" Bir başka konuşmasında İran’ın İsrail’den daha fazla Müslüman öldürdüğünü iddia ederek “Suriye’de ölü sayısı 500 bin, bunda bizim de rolümüz var. 7 yıldır iç savaşın sürdüğü Yemen’de de rolümüz var. Müslümanlara yönelik katliamlar başlattık” der. Yazar Ahmet Taşgetiren de“…sözüm ona “İslam devrimi” kendi evlatlarını yiyerek ve kanla beslenerek devam ediyor. (Devrim) Sokaklardan geldi, şimdi sokaklarla boğuşuyor. İktidardakilere kendi çocukları isyan ediyor. Rezilleşti bu iş. Artık “İslam” dan bahsetmesinler. Apaçık bir zulüm düzeni kurdular…” der. Müslümanların artık birbirlerini kılık-kıyafet, inanç, mezhep, din, dil, ırk, kültür üzerinden ötekileştirmeleri ve düşmanlaştırmalarını terk etmeleri gerekir. İnsanların Kur’ân’ın dediği gibi “…Öyle ise dileyen iman etsin; dileyen inkâr etsin!...” (Kehf, 18/29) Kimin yanlış kimin hakikat üzere olduğu kararını ahirette Allah verecektir.
Osmanlı’nın son dönem âlimlerinden Namık Kemal, fikirlere yönelik baskı ve dayatmanın toplumu geri bıraktığını ve gelişmenin önünü tıkadığını veciz bir şekilde şöyle ifade eder: “Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar. Hakikatin ışığı fikirlerin çarpışmasından çıkar. Yani hakikatler, farklı fikirlerin tartışılmasından ve çarpışmasından doğar. Zira gerçeğin ne olduğu, hangi fikrin doğru veya yanlış olduğu ancak karşılıklı konuşulmasından sonra ortaya çıkar. Konuşturmayınca doğru veya yanlış nasıl bilinecek? Şu tarihi hatıra anlamlıdır;
Hz. Hamza Mekke’nin dışından gelirken yolda çok sevdiği yeğeni ve aynı zamanda süt kardeşi Hz. Peygamber’e Ebu Cehil’in eziyet ettiği söylenir. O da bunu duyunca doğruca insanların konuşma hakkını bile elinde tutmaya çalışan Ebu Cehil’in bulunduğu yere gider. Ebu Cehil’e üst perdeden ve alaylı bir edayla “çok cesursun!” der. Ebu Cehil hemen öne atılarak “senin yeğenin yalancının birisidir” dediğinde Hz. Hamza suratına şiddetli tokat indirerek şu tarihi cevabı verir; “konuşturmuyorsun ki! Doğru veya yanlış konuştuğu bilinsin.”
Hayat pazarında hakaret ve şiddet içermeyen bütün fikirler sergilenmeli, ta ki müşterisiz mal kaybolup kendiliğinden unutulsun. Toplumsal birlik ve bütünlük hatta insanlığın rahmeti “ittihatta” değil “ihtilaftadır.” Yani farklılıktadır. Yeter ki insanlar birbirlerine hakaret etmesinler şiddete başvurmasınlar. Farklılık, çeşitlilik ve aykırılık savaş ve şiddet sebebi değil zenginliktir. Medeniyetin temel ölçütlerinden birisi toplumu tek tipleştirmeden farklılıklara gösterilen tahammülle ölçülür. Bu bağlamda Anadolu coğrafyasına bakıldığında cami, kilise ve havra’nın aynı şehirde ve beraber bulunduğu görülür.
Tarihe bakıldığında âlimlerin ittifak ettiği hususlar; tevhit, nübüvvet, adalet ve ahirete imandır. Bunun dışındaki konularda esas olan “ittifak” değil farklılık yani ihtilaftır.
Bir toplumda ne kadar çok çeşitli ve farklı fikir üreten âlim varsa, toplum fikir açısından o kadar zenginleşir. Mesela; felsefe tarihinde Sokrates, Platon ve Aristo birbirlerini eleştirmiş ve farklı düşünmüşlerdir. İmam Azam Ebu Hanife ile iki talebesi Ebu Yusuf ile Muhammed Şeybanî “fikir birliği” yapmamış farklı düşünmüş ve ihtilaf etmişlerdir. Hocalarından aldıklarını tekrar etmemiş yeni fikirler ilave ederek farklı içtihatlar ortaya koymuşlardır. Âlimler talebelerinin farklı düşünme ve içtihat etmelerini yadırgamamışlar bilakis ihtilaf/farklılıktan dolayı sevinmişlerdir. Kültür tarihimize bakıldığında hocalarına “reddiye” yazan alimlerin sayısının bir hayli fazla olduğu görülecektir. İmam Şâfiî’ye atfedilen “Benim görüşüm yanlış olması muhtemel bir doğru, muhalifimin görüşü ise doğru olması muhtemel bir yanlıştır.” sözü beşerin ürettiklerine dair dayatmanın ve mutlak doğrunun olmayacağını anlama hususunda anlamlıdır.
Cemil Meriç’le bitirelim; “…Ben herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani, ilan edilecek hazır bir formülüm yok. Derslerimde de konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: Her düşünceye saygı…