İstanbul’u fethetmek, İstanbul fatihi olmak tarihteki “fetih ve futûhât kültürünün” etkisiyle birçok hükümdarın hülyası oldu. Sonunda Fatih Sultan Mehmet sahip olduğu birikimi ve dönemin stratejilerini üst seviyede kullanarak İstanbul’u fethetti. Böylece şehirde yaşayan farklı din ve mezhep sahipleri inançlarını daha da özgür yaşadılar. Meşhur bir rivayettir: Fatih Sultan Mehmet İstanbul’a girmek için şehri koruyan surları toplarla döverken mimarisiyle bugün bile birçok kimseyi kendisine hayran bırakan Ayasofya’daki papazlar meleklerin erkek mi dişi mi olduklarını tartışıyorlarmış. Hatta hikâyenin devamında dediler heybetli pala bıyıkları kallavi keçe külahları ve kartal kanatlarını hatırlatır cepkenlerle Ayasofya’nın kapısına dayanıp büyük bir hışımla içeri girdiklerinde meleklerin erkek olduklarını hararetle savunan papazlar grubu diğerlerine “size demedik mi melekler dişi değil erkektir. Şimdi inandınız mı?” derler. Hikâyenin gerçek olup olmadığını bilmiyorum. Fakat ne zaman ortamla ilgisi olmayan alakasız konu konuşulduğunda bu tarihi anekdot anlatılır.
Benim bu anekdotu anlatma sebebim şudur; geçen gün arasıra spor maksatlı beraber yürüyüşler yaptığımız, fikirlerine değer verdiğim bir arkadaş, şehirdeki bir düğün salonunda düzenlenen “Hz. Fatıma’nın Şehadeti” konulu konferansa gelip gelmeyeceğimi sordu. Ben de; fevri olarak bu konuyla ilgilenmediğimi hatta Hz. Fatıma’nın Hz. Ömer ve Hz. Ebu Bekir tarafından “şehit” edildiği rivayetlerin sağlıklı ve sahih olmadığını anlattım fakat arkadaşım pek ikna olmadı. Konuyu biraz daha müzakere ettikten sonra yeşillikler arasında yürümeye devam edip sohbeti başka kulvara çektik.
Travmatik bir anlatım Şii toplumda manevi motivasyana katkı sağlayabilir. Şii kültüründe acı, hüzün ve keder olmadan dava adamı olunmaz. Hz. Fatıma’nın anlatımına karşı değilim. Fakat “yas kültürünü” canlı tutmak için “şehit” edildiği şeklinde anlatımı zaten kırılma durumundaki Şii-Sünni birlikteliğine hizmet edebileceğini sanmıyorum. Aksine böyle bir anlayış Müslümanların büyük bir kesiminin kalbinde derin yaralar açar ve bireyler arasında manevi kırılmalara sebebiyet verir. Bu kırılmalar mahalleler arasında büyük duvarların örülmesine ve Müslüman toplumu parçalanmalara götürür. Hatta Hz. Fatıma’nın hayatıyla ilgili hiçbir tarih bilgisi olmayıp ilk defa dinleyenler kendi taraf mevzilerini daha da takviye etmeye çalışırlar.
Doğru olan Hz. Fatıma’yı hamasetten uzak bütün Müslümanların ortak değeri ve rol-modeli haline getirilerek anlatılmalıdır. Hatta bir adım daha ileri giderek Hz. Fatıma için kullanılan “seyyidetu nisai’l-âlemin” yani “kâinat kadınlarının hanımefendisi” sözünden hareketle dünya kadınları için insanî ve ahlakî rol-model olarak göstermeliyiz. Aksi halde onun Sünni-Şii gerginliğini arttıracak “şehadeti” ni anlatmak faydadan çok zarar getirir.
Hz. Fatıma’nın Sünni gelenekte fazla yer bulmayan fakat Şii gelenekte yoğun olarak anlatılan siyasi duruşu, mücadeleci ve aksiyonculuğunu önemsiyorum. Fakat Müslümanlar Şii’si ve Sünni’siyle tarihte yaşanan olayların atmosferinden bir türlü çıkamıyor. Çıkmaya da niyetleri yoktur. Çünkü bugünü konuşacak fikirleriniz olmayınca geçmişe öykünme kalabalıkları daha iyi mobilize ediyor. Kısacası tarih üzerinden “düşmanlık” üretmeyi iyi beceriyoruz. Hâlbuki hiçbirimiz Hz. Fatıma’nın vefatına ve Kerbela’da işlenen cinayetin tanığı değiliz. Fakat Kerbela’dan önce “siyaseten” sonra “diyaneten” ibret alıp “vefasızlıklardan” kaynaklı yeni Kerbela’lar yaşanmaması için yeni stratejiler üreteceğimize sürekli acı, hüzünlü anlatımlar karşılıklı suçlamalara çanak tutuyoruz. Hâlbuki tarih ne zaman bazı problemleri kendiliğinden çözüyor. Bize de ibret almak ve tekrar yaşamamanın yollarını araştırmak düşüyor.
Çağdaş aksiyoner âlimlerden Cemaleddin Efgânî’nin dediği gibi "Yaşadıkları dönemde ortaya çıkan anlaşmazlık hususunda Hz. Ali'nin tarafını tutup Muaviye'ye karşı savaşmanın yararlı olduğunu farzetsek bile bugün bize ne fayda sağlar? Bugün Sünniler Ali b. Ebi Talib'in hilafetine öncelik tanısalar bu Acemler'i kalkındırır ve Şia'nın durumunu iyileştirir mi? Yahut aksine Şia Sünniler'in kanaatini benimsemiş olsa bu yolla Sünniler kalkınır ve güçlenir mi?" (Karaman, Efgânî, DİA, X, 460) Fakat tarihte yaşanan acı olayların transferi bazı kazanımlar sağlamaktadır. Mesela; 1979 İran devriminin en gözde sloganı “Her yer Kerbela, her gün âşura” idi. Devrimci gençleri yüreklendiren sözlerden birisi de Âyetullah Humeyni’nin “Evlatlarım! Açın bağırlarınızı! Size isabet eden edecek her kurşun, sizin Hüseyin’e daha çabuk kavuşmanızı sağlayacaktır” sözleriydi. (Onat, Hasan, Emeviler Döneminde Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, Endülüs Yayınları, İst, 1986, s. 182)
Asırlardır aynı konuları gündemlerine alarak devam ettirilen her iki Müslüman topluluğun kavgasından düşmanlar istifade etmektedirler. Müslümanların “ayrışmalarından” istifade ederek Irak 20 Mart 2003’te ABD tarafından işgal edildi. İsrail hâlâ soykırım yapmaya devam etmektedir. Buna karşılık perişan halimiz tam da şu fıkraya benziyor. Cumadan cumaya camiye giden Karadenizli vatandaş camiye girerken cami hocasının Yahudilerin, Hz. İsa’yı ağır işkenceler uygulayarak öldürdüğünü ağlayarak anlattığını görür. Vaazı dinleyen Temel de etkilenerek ağlar. Vaazdan sonra Temel camiden çıkarken bir Yahudiyle karşılaşır. Temel hemen bıçağını çekip Yahudi’nin boğazına dayar. Yahudi’ye konuşma fırsatını vermeden “Ha pen seni keseceğum gel buraya” der. Neye uğradığına şaşıran Yahudi sormuş? “ Ben sana ne yaptım ki sen beni keseceksin”, diye sormuş. Temel: “Siz, Hz. İsa’ya ağır işkenceler yapmışsınız.” Yahudi: “Ama kardeşim bu olay 2000 sene önce olmuş, hem ben o zaman hayatta bile değildim” diye kurtulmak isteyince; Temel: “Pen bu olayı yeni tuydum” diye cevap vermiş. Müslümanlar tarihte yaşanan olayları analiz etmek yerine yeni oluyormuş gibi yanlış okuyorlar. Hâlbuki hayat hızlıca akıyor, biz ise duran saat misali hayatımızı tarihin belirli noktalarına sabitliyoruz.
Yağmur Tunalı’nın dediği gibi “…Kendi kompartımanlarımızda yaşıyoruz. Bizde her konu bir bölünme ve dolayısıyla bir kavga meselesi haline geliyorsa düşünmek lazımdır. Siyaset ve fikir gruplaşmaları gayet normaldir. Canlılığa ve verimliliğe işaret eder. Değişme ve gelişmenin tabii sonucudur. Daha ileri gidelim, milletler gibi, milletler içindeki farklı bakışlar ve farklı düşünüşler de yaradılış gereğidir. Bu tabii halin gayri tabii yaşanması, saplantılara yol açarak düşünceyi boğuyor, kargaşaya ve kör kavgaya yol açıyorsa düşünmek lazımdır. (…) Galiba biz bunu düzeltememekte ayak direyen bir memleketiz.”
Halimiz tıpkı simit alacak parası olmayan dilencinin sürekli babasının Karun kadar zengin olduğunu söylemesine veya kafasında üç tane saç teli kalan kelin annesinin sırma saçlarına şarkı sözleri yazmasına benziyor. Tarihi bir laboratuvar olarak değil, teselli, övünme, öykünme veya gururlanma arşivi haline getirmekten bir türlü vazgeç(e)miyoruz.
Tarih Üzerinden Düşmanlık Üretme
Kur’ân bize Hz. Âdem’in çocukları arasında geçen tartışma ve sonucunda karşılıklı kavganın ve neticesinde ölümle biten Hâbil ile Kâbil’in hikâyesini namazda bile okutarak unutmamazı ister. Çünkü Kur’ân “dün dündür bugün bugündür” safsatasına inanmayı istemez. Dünden ibret almayanlar bugünü sağlıklı inşa edemezler. Hatta “bilgi deposu” ve laboratuvar olan geçmişten ders alacaklarına düşmanlık üretirler. Mesela; İnsanlık tarihinin en acı ve trajik savaşı olan Kerbela’da yaşamazsanız bile sizi yaşamış ve tarafmış gibi yargılarlar. Hâlbuki Kerbelayı anlayanlar yeni kerbelalar yaşamaz ve yaşatmazlar. Fakat ne yazık ki hemen hemen her gün Kerbela’da şehit olanlardan daha çok Müslüman farklı, mezhep, ırk veya düşünceye sahip olduğu için buna tahammül etmeyen başka Müslüman tarafından öldürülüyor.
Psikoloğa Görünmeniz Gerekir
Almanya’da belediye işçisi olarak çalışan bir Şii diğeri Sünni olan iki Müslüman kendi memleketlerini bırakmak zorunda kalıp “gavur kapılarında” temizlik yapmanın kendilerini üzdüğünü, burada disiplinli çalışmayı kendi köyümüzde yapsaydık belki de buralara gelmeye gerek olmazdı şeklinde tatilde memleketten götürdükleri sigara eşliğinde tatlı tatlı sohbet ederken söz birden geçmişe gitmiş. Şii Müslüman söze şöyle girer; “aslında ilk halife Hz. Ali olacaktı. Çünkü Hz. Ali Peygamber’in damadı ve Hz. Peygamber onu kendisinden sonra halife olarak vasiyet etti. Hz. Peygamber’in vasiyetine uymadılar der. Sünni Müslüman da camide duyduğu rivayet birikiminden hareketle “yönetimde esas olan ehliyet ve liyakattır. Hz. Peygamber kendisinden sonra kimseyi vasiyet etmedi. Kur’ân yönetimde “ehliyet ve liyakatı” önerir. Bu hususta da o dönemde yönetime en layık olan Ebu Bekir diyerek kozlarını paylaşırlar. Lise dönemlerinde yapılan münazara misali söz arkadaşına geçecekken kulak misafiri olan birisi ikisini de kışkırtarak kavgayı başlatır. Fakat ikisi de hem dost hem de komşu olan Şii ve Sünni polisin devreye girmesiyle soluğu karakolda alır.
Karakoldaki görevli bunların niçin kavga ettiğini sorar onlar da Müslümanların ilk devlet başkanlarının kim olacağını konuşuyorduk. Duygularımıza hâkim olmayarak birbirimizi kırdık derler. Fakat Alman polisi merak ettiği için olayı anlamaya çalışır. Polis onlara bu sözünü ettikleriniz bugün yaşıyorlar mı? Onlar da “hayır bugün değil 1500 yıl önce yaşanan bir olay” diyerek yaptıkları yanlışın farkına onlar da varır fakat iş işten geçmiştir. Tarihte yaşanmış bir olaydan dolayı kavga ettiklerini duyan polis bu olayın kendileriyle alakaları olmadığını bunların psikiyatri polikliniğine gitmelerini önerir. Olayı da kapatır.
Müslümanlar olarak Şii, Sünni, Kürt, Türk, Arap, Farısî, Çerkez vb. bir türlü dinî, mezhebî veya ırkî özelliklerimizin bizi ayrıştıran taraflarını anlatmaktan kurtulamadık. Farklılıklarımız elbette olacaktır olmalıdır. Fakat tevhit, nübüvvet ve ahirete iman gibi “ortak noktalarımız” dururken toplumsal kırılmalara sebep olan konuları gündeme taşımanın, tartışmanın “toplumsal barışa” faydası yoktur. Aksine dinamit görevi yapıyor. Bir de bir düşünce fikir olarak kaldığı müddetçe problem olmaz. Fakat fikir, düşünce olmaktan çıkıp inanca, inanç taassuba dönüşünce şiddet ve hakaret başlar. Hızını alamayanlar kavgaya tutuşur. Sonrasında iç savaş başlar.
Gençler artık geçmişin değil bugünün konuşulmasını istiyor. Onlar Hz. Ömer’in adaletini dinleyip Müslüman toplumlardaki aynı dine, kitaba, peygambere inanmış, aynı kıbleye yönelenlerin birbirlerine yaptıkları zulüm ve haksızlıkları sosyal medyada görünce anlatılan “dini yorumlardan” uzaklaşıyorlar. Artık gençler Hz. Ali’nin gayrimüslimleri Müslümanlarla “ontolojik olarak eşit” kabul ederek Mısır valisi Malik’e gönderdiği mektupta: “Bizim idaremizde yaşayanlar iki gruptur; biri yaratılışta eşlerimiz bizim gibi inanmayanlar; diğeri dinde kardeşlerimiz Müslümanlardır. Her ikisinin de hukuku vardır” dediğinin toplumdaki karşılığını arıyorlar. Çünkü sosyal hayatta karşılığı olmayan fikir ve inançlar itibar kaybına uğrar. Vahyin Hz. Peygamber’in karakter ve davranışlarına vurgu yapması sosyal hayattaki karşılığının olmasındandır. (Kalem, 68/4)
Şehir ve Problemlerimiz
Yaşadığımız dünyanın, ülkemizin, şehrimizin, mahallemizin, köyümüzün, evimizin elvan elvan problemleri var. Düzensiz yapılaşma, çevre kirliliği, su problemi, yeterli sayıda uzman hekim bulamamadan dolayı çekilen sıkıntılar ölçülemez durumda. Dünyanın öbür ucundaki bilgilere ulaşmanın kolay ve an meselesi olduğu günümüzde diliminde yan gelip yatma meraklısı eğitimcilerin enflasyon misali çokluğuna rağmen ulusal ölçekte eğitimin çok gerilerde olması vb. durumları görmezlikten gelenler “Hz. Fatıma’nın Şehadeti” konusu dinleyenleri duygulandırabilir, hüzünlendirebilir, ağlatabilir. Böylece safları sıklaştırabilirler. Konuşmacının taraftarlarını konsolide edebilir. Fakat bu yaşadığımız şehrin Avrupa’nın en kirli havasından kurtulmasına yaramaz. Bunun yerine keşke bol oksijenli bir şehri, sokaklarında ayakkabılarınızı hergün boyatma ihtiyacı duymayacağınız temiz sokak ve musluktan içilebilir kaliteli suyu gündeme alıp konuşsak. Temiz Hava Hakkı Platformu'nun (THHP) yeni raporunda Türkiye'de, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) standartlarına göre havası en kirli şehirlerden birisi Iğdır. Anticanver Research dergisinde yayımlanan bir çalışmada, hava kirliliğine maruz kalmanın meme kanseri riskini yüzde 45, prostat kanseri riskini ise yüzde 20 ila yüzde 28 oranında artırdığı belirlendi. (https://www.karar.com)
Üç Büyük ilahî dinde değer atfedilen Ağrı Dağına sahipte olsanız da onu “pazarlamayıp” tarihin trajik hadiselerinden ders çıkaran değil siyaseten ve diyâneten iktisadi geliri olduğu için bugüne taşıyan zihniyetteki bir şehir yaşanabilecek hale gelmez. Maalesef şark toplumları sürekli bağırıp çağırarak gürültü kirliliği ve halk dalkavukluğu yapmaktan bir türlü yakasını kurtaramıyor.
Geçenlerde Jeofizikçi Prof. Dr. Ahmet Ercan, sosyal medya hesabından yeni bir paylaşımda bulundu. Iğdır’da yaşanabilecek deprem felaketine karşı uyarıda bulunan Ercan, "Iğdır’da gelecekte görülebilecek deprem büyüklüğü; 6,5’tır. Sarsıntılardan korunmak için sulak, verimli ovalardaki yapılar kayalık yerlere taşınmalıdır" ifadelerini kullandı. Ne yazık ki uzmanlar tarafından yapılan “depreme dirençli” şehirler inşa edilmeli uyarıları “kulak ardı” ediliyor. İnsan hayatının önemsenmediği bir coğrafyada yaşamak insanın canını acıtıyor.
Bir başka uzman da Prof. Dr. Naci Görür “Deprem yıllardır uyardığımız yerde oldu. Tek bir yönetici arayıp ne yapalım demedi. Bunca uyarıyı niye yaptık” diyerek isyan etti. Naci Görür, “Gece Kahramanmaraş depremini duyduğumdan beri halen ağlıyorum. Bu depremde herkes ölen on binlerce insanın en azından manevi sorumluluğundan kaçınmaya çalışıyor. Lütfen bunu yapmayın, trajikomik duruma düşüyoruz. Bu depremin geleceği biliniyordu arkadaşlar! Hepimiz suçluyuz. Eğer bir depremde “ellibin” insan ölüyor Belediye Başkanı veya başka bir yetkili istifa etmiyorsa o toplum çürümüştür. Bugün Japonya’da bizdeki depremlerden daha büyük depremler oluyor 3-5 kişi “tesadüfen” ölüyor. Toplum olarak “duyarsızlığımızdan” dolayı utanmalıyız. Eğer depremlerde on binlerce insan ölüyor kimse itiraz etmiyorsa toplum kokuşmuştur. Çünkü gelişmiş toplumlardaki depremlerde üç-beş kisi tesadüfen ölüyor.” (https://www.youtube.com) derken kıyamet koparılması gereken yerde seyrediliyor.
Yerel gazeteci Cabbar Şıktaş’ın anlatımıyla “Çok eskiden Iğdır’da orman müdürlüğü kurulmadan önce bir orman şefimiz vardı. Vefat etti (Allah rahmet eylesin). Tek kişinin çalıştığı güzel bir kurumdu. Koordinasyon toplantılarına düzenli katılır ve şöyle derdi: "1992 (yaşadığı yıl) yılında hiçbir faaliyetimiz olmadı, 1993 yılında da hiçbir faaliyetimiz olmayacaktır." Hâlbuki şehrin deprem, çevre, yeşil alan, trafik, yaşanabilirlik, içilebilir su, kültür problemleri belli bir etnik grup veya mezhebin problemi değil, her inançtan ve etnik gruptan insanın aynı anda etkilenmesinden dolayı bir insanlık problemidir. Mesela; Hz. Peygamber zamanında Mekke’ye ticaret veya başka amaçlarla gelenler mağdur edilince şehirdeki farklı kabilelerden insanlar bir araya gelerek “hilfu’l-fudûl” “erdemliler grubu”nu kurarak Mekke’yi daha yaşanabilir, sermayenin dolaşımını sağlayan “güvenli bir şehir” haline getirmişti.
Geleceğe Bakmak Gerekir
Bugünün problemlerinin çözümünü sadece geçmişten “slogan devşirerek” çözmeye çalışmak çözümsüzlüktür. Geçmişten istifade edip geleceğe bakmak gerekir. İngiltere ve Fransa arasında 1337'de başlayan 1453'de biten “yüzyıl savaşları” yaşandı ve yeni birliktelikler kuruldu. Fakat Orta Doğu’lular anakronizm/geçmişe takılıp kalmaya devam ediyor. Şii, Sünni mezhepçiliği ve Türk, Kürt, Arap, Fars milliyetçiliği üzerinden gündem oluşturma Orta Doğu’da fiillerinden dolayı sorumluluk kabul etmeyen Cebriyecilerin ifadesiyle “kader” haline geldi. Bir ilahiyatçı hocamız Afrika’da katıldığı bir geziden sonra şu anekdotu anlatmıştı. “Atlas Okyanusu kıyısındaki köle ticaretinin yapıldığı müzede bir Afrika’lı gence Batı’nın yaptıklarını görüyor musunuz? İnsanlık adına utanç verici işler yapmışlar. Siz ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğumda genç bana “artık geleceğe bakmamız gerekir” dedi. Gencin bu anlamlı cevabı beni mahçup etmişti. Geleceğe yönelik proje üretemeyenler müflis tüccar gibi eski defterleri karıştırır.