Ahlaklı Olmak
“İnsan en büyük kalemin çizdiği nakıştır.”
Ahmed-i Hani
"Dürüst ve vicdanlı olmak, hesaplı olmaktan iyidir.
Hesap, insanı makam sahibi yapar.
Vicdan daha önemli işe yarar; insanı insan yapar."
Nietzsche
Zaman zaman tatlı sohbetler yaptığımız bir arkadaş “hocam! İkinci el arabamı satacağım fakat satamıyorum. Çünkü motor ustası olmayanların anlamadığı bir arızası var. bu arızayı söyleyince müşteriler arabamı almaktan vazgeçiyorlar. Halbuki arabanın kusurunu söylemesem alıcısı olur. Sonun da bir servise gidip arızasını söyledim. Biraz ucuza da gitse başkalarını aldatarak “kul hakkına” girmek ve yalan söylemekten kurtuldum” dedi.
Ahlaklı olmak her zaman kazanmak anlamına gelmez. Dürüst ve erdemli olmak insana bazen kazandırmaz bu dünyada. Hatta bazen kaybettirir. Fakat herşeye rağmen ahlakilikten ayrılmamak gerekir. Çünkü inanan insan ne olursa olsun ahlaklı olmak zorundadır. Mesela; Huzeyfe el-Yemanî babasıyla Medine’ye hicret ederken yolda müşrik lere yakalanır. Bu sırada Medine’de Bedir savaşının hazırlıkları yapılıyordu. Müşrikler “siz Medine’e gidip Muhammed’e yardım mı edeceksiniz?” Onlar da hayır yardım etmeyeceğiz derler. Bunun üzerine onları serbest bıraktılar. Medine’ye geldiklerinde Bedir savaşını katılma taleplerini Hz. Peygamber’e aktarınca “siz yolda gelirken onlara söz verdiniz. Sözünüzde durun, Medine’de kalınız. Bize dua ediniz” (Zehebi, Siyeru A’lami’n-Nubela, II/361) buyurdu. Düşmanını bile aldatmamak, iftira etmemek, karalamamak, sözünde durmak, yalan söylememek… Hz. Peygamber’in inşa ettiği ve ümmetine de tavsiye ettiği toplum, ahlak toplumudur.
Kur’ân imandan söz ederken arkasından “amelden” söz eder. Çünkü iman amel/ahlak üretir. Amel ve ahlak üretmeyen iman sahibini güvenilir yapmaz. İman/güven amel/ahlak ve ilişkisi üzerinden tespit edilir. Güvenilir olmayan birey ve toplum başı belalıdır. Bugün dünya “güvenilir” olmayan insanlardan çekmektedir.
İbn Hazm “İnsanın insandan çektiği acıları insan yırtıcı hayvanlardan çekme miştir” der. Hatta yeryüzünde insanlar olmazsa kâinat daha temiz ve düzenli olur. Fakat hayvanlar ve böcekler yok olursa yeryüzünde hayat devam etmez. Bu handikabı aşmanın yolu büyük oranda ahlaktan geçmektedir. Ahlakı araba analojisi üzerinden anlatırsak motor gibidir. Hatta Kur’ân ve sahih sünnetin “cansız” metinleri ahlak sayesinde canlı ve aktif hale gelir.
Hz. Peygamber’e “yaşayan Kur’ân” denmesi hareketsiz âyetlerin ahlaka dönüşmesindendir. Peygamber’in din tarifinde “din ahlaktır.” Yani bir emir veya talep amele dönüşürse din olur. Yoksa “ölü metinden” farksızdır. Ahlak yoksa din de yoktur. Çünkü ahlakî ilişkiler sayesinde ötekini duyuyor, ötekini hissediyor, ötekini dinliyor, ötekini anlıyor, ötekini düşünüyor ve ötekine merhametli oluyoruz. Bunlara insanın dışındaki canlı ve cansız varlıkları da dahil etmek mümkündür.
Hz. Peygamber’in tolere etmediği alanların başında ahlakî zaaf gelir. Mesela; yalan söylemeye, iftira atmaya, yetim malı yeme vb. hususlara göz yumulmamalıdır. Hatta bir seferinde "Ey Allah'ın resulü mümin korkak olur mu?
- Evet, olabilir.
- Peki mümin cimri olur mu?
- Evet, olabilir.
- Mümin yalancı olabilir mi? Hayır, asla..." diye cevap verir. (Muvatta’, Kelam, 19; Beyhakî, Şuabu’l-İmân, IV, 207) Korkma ve cimrilik duyguları eğitilebilir. Mü’mine mü’min denmesi imanının onu ahlaklı ve güvenilir kılmasındandır. Yalan güveni ortadan kaldırır. İmân tasdik anlamına geldiği için imanla-yalanı bir arada tutmak şeytanla meleği arkadaş yapmak gibi imkansızdır. Ne yazık ki imkansızlıklar yaşanabiliyor. Zaten olabildiği için bir türlü adam olamıyor başkalarına muhtaç olmaya devam ediyoruz. Ahlak ihraç eder hale geldik; Doğruluk, güvenirlik, zaman tanzimi, ehliyet, liyakat, çalışkanlık, okuma, üretme örneklerini başka dün yalardan veriyoruz. Bu da bizi kendi değerlerimizden uzaklaştırıyor.
Ne yazık ki her insan kendisi için ahlaklıdır. Halk irfanında geçtiği üzere "kimse ayranım ekşidir" demiyor. Hiçbir insan kendi kötü kokusundan rahatsız olmuyor. Yalanına, aldatmasına, hilesine kolayca “fetva” bulabiliyor.
Esas olan kendi evladımız, öğrencimiz, komşumuz, Hz. Âdem'den insan kardeşi olduğumuz bütün insanlık için "harcadığımız çabadır”. Yoksa herkes kendisine cömerttir, kendisine harcama yapmayı esirgemez. Nefsine fedakârdır her türlü sıkıntıya katlanır. Asıl bunu başka "insanların insanlığına" katkı sağlamak için yapabilmemizdir.
Benmerkezciliğe, bireysel menfaate, aşırı konforculuğa, ihtiyaç olmayan tüketime karşılıksız iyilik yapmanın yollarını öğreterek çözüm üretebiliriz. Bu da insana “sürdürülebilir mutluluk” verir.
Ahlaklı insan sahip olduğu birikimi kullanırken bencil davranmayıp kendisi dışındaki insanları dikkate alarak onlar için değer üretir. Değer üretmek zor süreçtir. Değer üretme ahlaklı insan için büyük bir risktir. Çünkü ürettiği değerin taşıyıcısı ve aksiyona dönüştüreni olmak zorundadır. Rahibe Terasa'ya “dünya daha yaşanılır nasıl olur?” diye soruyorlar. Çok güzel bir cevap veriyor; “Birebir iyilik yapmakla.” Mesela; Dünyaca ünlü bilim adamı Harvard üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil, ailesini ikna ederek Gediz’den Ankara Anadolu Lisesine gitmesine ilkokul öğretmeni Tevfik Sezer vesile olmuş. Öğretmeninin bu davranışı onu unutturmamış. Uzun süre kendisiyle iletişimi devam ettirmiş.
Yine felsefe alanındaki çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Ahmet Arslan da “eğer öğretmenim okumam için manav dükkânımıza gelmeyip ailemi ikna etmeseydi bugün burada olamazdım” derken küçük bir iyilik ve dokunuşun kişinin hayatını nasıl değiştirdiğini göstermektedir.
Aslında beraber yaşadığımız insanlara iyilik yapmak bir görevdir. Çünkü onlar olmasa karşılıklı kazanç elde etmek zordur. Toplumdaki her insan bir başkasına muhtaç durumdadır. Toplumdaki her hizmete; fırından manava, çöplerin temizlenmesinden suyun tamirine, şöförden seyyar satıcıya, tamirciden duvar ustasına, terziden ayakkabı ustasına kadar yapılan hizmetleri bir kişinin yapması imkânsızdır. Herkesin farklı işler yapması Kur’ân’ın ifadesiyle “insanların bir kısmı diğer bir kısmını istihdam etsin diye birbirlerine farklı oran ve alanlarda” (Zuhruf, 32/43) iş yapmaları hayatı inşa ve devamını sağlamak içindir. Yoksa birbirlerini “aşağılamak” için değildir. Hiç kimse sahip olduğunun “bitmez tükenmez ve ebedi” olduğu vehmine kapılmamalıdır. Eskiden bir şehire kâdı/hâkim olarak atandığında “kayd-ı hayat/ömür boyu kalacağını sanırdı. Yanlış karar verdiğinde Anadolu irfanında geçtiği üzere “mahkeme kâdıya mülk değildir” deyimi kullanılırdı.
Peygamber (sas) “İyilik, onu yaptığında içinde tarifsiz bir ferahlık ve mutluluk hissettiğin şeydir; günah ise, insanlar sana fetva verse de içinin bir yerlerini yıkıp vicdanını rahatsız eden şeydir” (İbn Hanbel, Müsned, IV, 227) buyurur.
Psikiyatrist Nevzat Tarhan "sosyalleşmenin ilk faydası insanın kendisine, ikinci faydası ise başkalarınadır. Batı dünyası, bizim kültürümüzdeki "sadaka"yı sosyal sorumluluk adı altında hayata geçirmeye çalışıyorlar. Mesela; Kaliforniya’da birçok lise öğrencisine iyilik projeleri yaptırılıyor. 6 -8 haftalık dersler konuyor. Çocuklar yaşlı bakım evlerinde ya da sokaklardaki evsizlere yardım ediyorlar. Bunları raporluyorlar ve not alıyorlar. Bu aslında bir yandan çocuğun hayatı öğrenmeye başlamasına sebep oluyor" tespiti ahlakiliğin başkaları için harcanan emeğin olduğunu anlatır. Bu davranışın bizim hayatımızda daha görünür olması gere kir. Çünkü inanç-ahlak bütünlüğünü inancımız emreder.
Kur'ân: "Ey îman edenler! Niçin bir türlü söylüyor, başka türlü yapıyorsunuz; yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah nazarında en tiksinti verici şeydir!" (Saff, 61/2-3) âyetlerinde söz-amel çelişkisinin olmaması gerektiğini anlatır. Anadolu irfanında başkasına söylediğiyle yaptığının farklı olmasını ifade eden "ele verir talkını kendi yutar salkımı" sözü anlamlıdır.
Hz. İsa "Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği farketmezsin? (Matta, 7/4) diyerek insanın kendi iç dünyasına yöneliş ve yolculuğunu tavsiye eder.
İnsanın sadece kendisine ve evlatlarına gösterdiği merhamet, yardım ve fedakârlık bizi ahlaklı yapmaz. Ahlak başka insanlarla olan ilişkilerimizde kendini gösterir.
Kur'ân Hz. Peygamber için "bu söze inanmazlarsa, demek sen onların ardına düşüp nerdeyse kendi kendini yiyip tüketeceksin!" (Kehf, 18/6) diyerek ellerinden tutması gereken insanları "üst kategoriye" çıkarmak için dertlenmek yetmez daha fazlası "kendini yiyip tüketmek” veyahut "kıyameti koparmak" gerekir. Yoksa netice almak imkansızdır.
Ahlakî Sorumluluğun Aktif Olması
Kur'ân Hz. İbrahim'in tavır ve duruşunu resmeder. Dönemin despot ve zalim yöneticisine olan eleştirisini ve taptıklarının anlamsızlığını ortaya koyan İbrahim'i cezalandırmak için “eğer yapacağınız bir şey varsa o da bunu yakmaktır. Böyle yapın da tanrılarınıza sahip çıkın!” (Enbiya, 21/68) diyerek fikirlerin, inançların yakılarak ortadan kalkacağını sanıyorlardı. Tıpkı "kahrolası Ashab-ı uhdud'un, o tutuşturulmuş ateşle dolu hendeği hazırlayanların kahroldukları gibi." (Buruc, 85/3-4) İnsanları öldürerek sahip oldukları fikirlerin de yok olacağı anlayışı Orta Doğu’da bitmedi. Hâlbuki zararlı veya yanlışta olsa fikirler ayağımızla bastırdığımız yay gibidir. Bastırınca yok ettiğimizi sanırız. Ayağımızı kaldırdığımızda yay daha güçlü ve kuvvetli olarak yukarı sıçrar.
Aldous Huxley “tarihten alınabilecek en büyük ders insanlığın tarihten ders almamasıdır” derken yaşanan hayatların bizim için bir anlamının olmadığı, tarihin sürekli olarak yakamızdan tutup aşağı çekmeye devam ediyor olmak acınası bir haldir.
Canınız Acımasın diye Ayağını Yılanın Deliğine Sokan Dost
İHH mütevelli heyeti üyesi Serkan Nergis 6 Şubat 2023 depreminde gözlemlerini şöyle anlattı; “…daha depremin ikinci günü enkazda çalışan vincin mazotunu çalıp halka para ile satanı gördüm. Enkazda oğlu olan acılı babaya oğlunu 5 bin TL’ye çıkarırım, çok derindeyse 20 bin TL’ni alırım diyeni de gördüm…” (https://www.haberturk.com) derken bazı olaylardaki az da olsa “ahlakî çürümüşlüğü” de ortaya koyuyor. Nurettin Topçu “bir insanın büyüklüğü, başkaları için çektiği acının büyüklüğü ile ölçülür” der. Tıpkı annenin büyüklüğü, evladına karşılıksız iyiliği gibi… Bu durum ona güzelliklerin kapısını aralar. Hz. Peygamber: “Cennet kapısını ilk açacak olan benim; ancak bir kadın benden önce onu açmaya çalışır. Kendisine:
“Ne yapıyorsun. Sen kimsin?” diye sorarım. Şöyle cevap verir: “Ben yetimlerime bakmak için evlenmeyen dul bir kadınım.” (Müslim, “İman” 333) Yakın zamanlarda Van sınırından Türkiye’ye iki çocuğuyla girmek isteyen Afganistan’lı bir Anne, soğuğa dayanamayark can verdi. Anne ve iki çocuğu bulan köylülerin anlattıklarına göre annenin çocukları ölmesin diye çoraplarını çocukların eline geçirmiş. Annelik; evladını yaşatmak için canını verir. Ahlak da; Başkaları için harcanan çabanın adıdır. Yoksa hayata taşınmayan inanç ve ahlak anlamını yitirir. Mesela; Ülkemizde "Suça karışan çocuklar”ın sayısı 600 bini aşmış. Bu çocukların bir kısmı “yetim” çocuklardır. Bir de kamuoyunda pek bilinmeyen “çocuk yoksulluğu” var. Türkiye çocuk yoksulluğu sıralamasında Avrupa’da üçüncü sırada yer alıyor. Bunlara sahip çıkılmazsa sokaklar yaşanmaz olabilir. Açlık suç işletir.
İyilik karşılıksız yardımdır. Fakat ne yazık ki herşeyin menfaata dönüştüğü bir çağda yaşıyoruz Hatta Mehmet Âkif’in şiir diliyle ifade ettiği üzere; "Aldanma insanların samimiyetine! Menfaatleri gelir her şeyden önce. Vaad etmeseydi Allah cenneti; O’na bile etmezlerdi secde” sözü geldiğimiz acı ve hüzünlü sonucu anlatır.
İnsanı derinden etkileyen davranış karşılıksız yapılmasıdır. Karşılıksız iyiliği unutmak mümkün değildir. Küçük yaşlarda kurt yavrularını besleyip büyüten sonra da ormana bırakıp giden bir kişi, aradan yıllar geçtikten sonra oradan geçerken kurt yavrularının kendisine gelerek sarıldığını anlatır.
Nevzat Tarhan; “Batıda insanların Müslüman olmasının sebebi İslamiyet’in karşılıksız iyilik yapma felsefesidir. Karşılıksız iyiliğin büyüleyici etkisi vardır. Birçok kişinin İslamiyet’i sevmesine sebep oluyor. Çünkü sevgiye iyilik eklenince merhamet oluyor. Onun için biz yakın ilişki kurduğumuz kişilere karşılıksız iyilik yapmak için zaman kollamalıyız.” Teresa De Calcuta “en büyük hastalık, hiç kimse için kimse olmayandır” derken insanı insan yapan temel vasfın başkasını yaşatmak olduğunu gösterir.
Dünyaya nizam vermeye kalkarken kendisini merkeze alan güç sahibi Napolyon Bonapart’ın “Hayatında mutlu olduğum gün sayısı altıyı geçmez” durumuna düşer insan. Demek ki sadece maddi imkanlarla güçlü ve kuvvetli olmak insanın mutlu olmasına yetmiyor.
Kendimize Yaptığımıza Hasenât, Başkaları için Harcanan Çaba Sâlihattır.
Din insanlığa ne getirdi? Sorusuna vereceğim cevap; insanı “değerli” hale getirdi olur. Çünkü Kitap, Peygamber ve Kâinat insan için yaratıldı. İnsan olmasa bunların hiçbiri olmayacaktı. Esas olan insandır. Kitap, Peygamber ve Kâinat ise insan içindir. İnsanın değerler hiyerarşisinde “önceliğini” yitirmesi örneği şudur; 6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli 7.6 şiddekitndeki depremde 50.500 kişi hayatını kaybetti. “İslam Cumhuriyeti” olmakla kimseye laf bırakmayan Pakistan’da, 2005 yılında görülen şiddeti 7.6 olan depremde, 76.213 kişi can verdi. Dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi Endonezya’daki Aralık 2004 yılındaki 9.1 şiddetindeki depreminde ölen sayısı ise 227.899 kişidir. Eğitim ve sosyal hayatlarındaki ciddiyetleriyle bilinen Japonya’da 2011 yılı Mart ayında yaşanan 9.1 şiddetindeki depremde 18.428 kişi hayatını kaybetmişti. Birçok olayda olduğu gibi Japonya hariç kimse “sorumluluk” üstlenmedi. Hâlbuki “ahlak, başkasının hayatına kattığı değer” mottosunu inancımız tavsiye eder.
Kur'ân'ın indiği Hicaz coğrafyasındaki müşrikler Allah'a inanıyorlar fakat zihni savruluşlarından dolayı iman etmiyorlardı. Aradaki farkı Kur'ân anlatır; Eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı? Güneş'i ve Ay'ı kim hizmetinize âmade kıldı? ” diye sorarsanız elbette “Allah! ” diyeceklerdir…" (Ankebut, 29761) Bu âyette de ifade edildiği üzere "Allah inançları" mevcut bunu da itiraf ediyorlar. Müşrikler imanın neticesi olan güveni kirletmiş ve zedelemişlerdi. Güven yoksa iman da problem var demektir. Hatta "imân ettim, ediyorum" diyen birisine "bu söz bir iddiadır bunun ispatı gerekir." İspatı da amel ve aksiyondur. İspatı olmayan bir iman meyvesiz ağaç gibidir. Yukarıda geçtiği üzere Kur'ân "imân ediniz" formunda gelen ifadelerden sonra "amel-i sâlih" kavramı gelir. İmân var amel yoksa ortada ciddi problem vardır. Çünkü böyle bir söz tıpkı "memurum, öğrenciyim, işçiyim, ustayım" deyip gereğini yapmayana benzer.
Kur'an “başkaları için” yaptığımız çabanın karşılığını "sâlihat" olarak isimlendirir. Mükâfatının da "cennet" olarak müjdeler. "…İman edip "sâlih amel" işleyenler ise, cennet bahçelerindedirler. Rab'leri yanında, cennette, istedikleri ne varsa kendilerine verilecektir…" (Şûrâ,42/22) içeriğinde "sâlih amel" geçen âyetlerde bu müjde verilir.
Kendimiz için yaptığımız harcamaya da "kim Allah'a güzel bir işle gelirse, iyilik işlerse, ona on misli verilir…" (En'âm, 6/160) diyerek "hasenâtın" karşılığını sayısal olarak verir.
Her ikisinde de imân-amel arasında zorunlu bir birliktelik ve ilişki görülmektedir. İmân varsa amel de olmalıdır. Amel olup imân olmadığında ise bunu herhangi bir beklentiden veya ahlakî bir ödev olarak yapmaktadır.
Küpün içindekini dışarı sızdırması veya ateş duman ilişkisi gibi görmek mümkündür. Veyahut ağaç meyve ilişkisi gibidir. Ağaç ve meyvesi tadı, kokusu, rengi ve içeriğiyle farklı kategorilerdir. Fakat ikisi birbirinden bağımsız değillerdir.
İsmail Çıplak şöyle der; "İnsanların davranışları, giyimleri, yolda yürüyüşleri, bir şeyi isterken ya da alırken takındıkları üslup her şey birbirini besliyor. Tabi bunlar birazda gözlem gücüne bağlı olarak gelişir. Sokak sosyolojisi biraz farklıdır. Bazen masum görünen şeylerin aslında hiç masum olmadıkları, evinde ahlak şövalyeliği yapanların sokakta pespaye davrandıkları ya da Montesguieu' nun; “Ayrı ayrı birer ahlaksız yaratık olan insanlar, bir araya gelince namuslu kişiler olurlar” sözündeki bazı insanların varlığının sokaktaki yansımaları, parası çok olup bir mısırın pazarlığını yapan, parası tam çıkışmayıp bir mısır almadan sessizce uzaklaşan sessiz onurlular...”
Ahlak Sistem İlişkisi
Anadolu irfanında geçtiği üzere balık baştan kokar. 1943-1946 Yılları arasında Gümrük ve Tekel Bakanlığı yapmış Suat Hayri Ürgüplü aynı zamanda, Osmanlı şeyhülislamlarından Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’nin de oğludur. Suat Hayri Ürgüplü hakkında kahve ithalatında yolsuzluk yaptığı şikâyetleri yayılınca istifa etmiştir. İstifa dilekçesinde “Adımın da karıştığı kahve yolsuzluğuyla ilgili, bakanlığımda bir komisyon kurulmuştur. Bu teftiş heyetinin selametle çalışabilmesi için, benim, bu bakanlık koltuğundan ayrılmam gerekir; aksi halde, komisyonu etkilerim, sağlıklı bir karar oluşmaz. O nedenle, siyasi ahlak gereği, bakanlıktan istifa ediyorum.” demiştir. Suat Hayri Ürgüplü yüce divan’da yargılandı ve yapılan haberlerin ve dedikoduların gerçek olmadığı anlaşıldığından mahkeme tarafından beraat etti. Bu olay öneminden dolayı hâlen bazı okullarda idare hukuku dersinde örnek olarak okutulmaktadır.
İnsanlar başkalarının ahlaklı olmasını beklerken genellikle sistem problemini görmezden geliyor. Mesela; göreve atama yapılırken sistem âdil değil, ehliyet ve liyakat esas kriter değil; herkes kendi tarikatının, cemaatinin, dininin, partisinin mensuplarını önceliyor sistem de buna müsaade ediyorsa insanlar ahlakı olmayı değil, ahlakî olmayan yollara tevessül ederler. İmtihanlar büyük oranda “mülakatla” yapıldığında adalet, ehliyet ve liyakat gözetilmez güven azalır ve insanlar ahlakî olmayan yollara başvurur.
İmtihanlarda kimin alınacağı belliyse insanların çalışma şevki ve azmi kırılır. Özellikle çalışmanın karşılıksız kalacağı bir toplumda ahlakî olmayan davranışlar çoğalır. Ahlakî olmayan davranışların açtığı yaraları tedavi etmek zorlaşır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tespitiyle “Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; (çalışır emek verir ter dökersin) ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan (ahlâken) bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.” Ne yazık ki kimse “kardeşim” dediği kimseden haberdar bile değildir. Aynı inanca sahip olduğundan “mü’min kardeşim” diyerek namazda aynı safta, aynı mahallede, aynı şehirde, aynı çarşıda, aynı sokakta, aynı otobüste karşılaştığı kişiyi derin acı, hüzün ve kederine rağmen yüzüne bakmıyor, çığlığına kulak tıkıyor, umursamıyor, ilgilenmiyor ve önemsemiyor. Bizim aslında toplumsal kıyametimiz kopmuş farkkında değiliz!
Peygamber vasiyetiyle bitirelim “Kocasız kadınlarla, yoksulların işlerine yardım eden kimse, Allah yolunda cihâd etmiş gibi sevap kazanır.” O kimse tıpkı geceleri durmadan namaz kılan, gündüzleri hiç ara vermeden oruç tutan kimse gibidir” (Buhârî, “Nafakât” 1, “Edeb”) Hz. Peygamber bize “Benim ümmetim olarak size şu vasiyeti bırakmıştım, vasiyetimi ne yaptınız” der mi? Hergün kadın cinayetleriyle uyanan bir dünyanın insanları olarak düşünmeliyiz.
Velhasıl; Yeraltı kaynaklarının %60 ına, yerüstünde de Kur’ân gibi bir ilahî mirasa O’nun yaşayan prototipi Hz. Peygamber’in sünnetine/hayat tarzına sahip olan Elliyedi (57) İslam ülkesi olarak insanlığın ahlak, hukuk, sanat, ilim, mimarî ve fikir dünyasına katkı yapamayıp “hayata bakış” ta “yeni ufuklar” açamıyorsak varlığımızla yokluğumuz arasında ne fark var. Yani; bizimle insanlık ne kazanıyor. Veyahut biz olmasak dünya ne kaybeder?
“Ben ahlakî güzellikleri tamamlamak için gönderildim” (Muvatta, Husnü'l Halk, 8; Müsned, II/381) misyonuna sahip Nebi’nin ümmeti insanlığa “en etkili sermayeleri” olan “güzel ahlak” armağan edemez mi? Bu sorunun cevabını müftülük yaparken hep aradım. Şimdi akademik kurumun koridorlarında da arıyorum. Çünkü dünyadan çekip gittiğimizde geriye sadece başkaları için harcanan “güzel davranışlar” kalacak.
Vahyin Peygamberleri anlatırken “…sizden dünyevî bir karşılık da beklemiyorum…” (Şuara, 26/127) ifadeleri, insanlar için harcadıkları çabanın karşılığını talep etmeden göçüp gittiklerini anlatır. Miras olarak da “karşılıksız çabanın adı olan ahlak” bıraktılar.
YAZIYA YORUM KAT