Aidiyet Duygusu
“Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır.
Bir ulus bir treni kaçırırsa, başka bir ulus gelir onu alır.”
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Bir birey, kendisini aile, kurum, mahalle, köy, şehir veya ülkeye “ait hissetmezse”, o yerin inşasına maddi veya manevi katkı sağlamaz. Dışlanmışlık psikolojisinden dolayı kendisini kendisi gibi değil “öz yurdunda” garîb ve yabancı hisseder. Tıpkı İran’da idam edilen Reyhane Cebbari’nin “Anneciğim! Sevgisini içime ektiğin bu ülke beni hiç istemedi…” sözlerinde “çürük ipliğe hülyâ dizdiği” gibi. Bu kendi insanını mutlu etmek için inşa edilen “ülkenin aidiyetini” yitirmesidir. Bir ülkenin kendi eliyle “bozuk para” yaparak kaybettiği beyinlerini topluma yeniden kazandırması kadar değerli misyonu olamaz.
Müslümanlar din, Peygamber ve kutsal kitaplarının “evrensel” olduğunu söylerler ki doğrudur. Fakat Müslüman coğrafyada az da olsa demokratik yönetimleri istisna tutarsak büyük oranda keyfi, yerel ve köylülük olunca insanlar ekmek, eşitlik ve özgürlük uğruna “şeriat”le yönetilen ülkelerden kaçıp batıya sığınmak zorunda kalıyorlar. Çünkü iktidarı ele geçiren “güçlüler” kendi dini yorumunu “şeriat” olarak dayatmakta yapılan haksızlıklara itirazı da “Allah’a karşı çıkmak” olarak görmektedirler.
Bazı Peygamberler kendi kavimlerine gönderilmişse de Hz. Peygamber belli bir kavme, coğrafyaya, mekâna değil evrensel bir peygamber olarak gönderilmiştir.(Sebe, 34/28) Peygamber’in takipçilerinin bu evrensel mesajı bütün dünyaya taşıması gerekir. Evrensel mesaj adına yapılan veya yapılacak olan yorumlarında bölgesel ve yerel değil evrensel değerler göz önünde bulundurularak yapılması gerekir. Evrensel değerler dikkate alınmadan yapılacak yorumların sosyal hayatta karşılığı olmaz. Çünkü küreselleşen bir dünyada izole olarak yaşamak imkânsızdır. Mesela; Paris’teki iktisadi hareketliliğin İstanbul borsasını etkilediği müsellemdir.
Toplumda yaşayanlar Stefan Zweig’in veda mektubunda “bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatta” kendilerini eşit, özgür, hukuk ilkeleri bağlamında gördüklerinde aidiyet duygusuna sahip olurlar. Kovsanız bile kimse yaşadığı ülkeden ayrılmak istemez. Fakat eşitliğin, yüksek ahlakın, hukukun, katılımın, ihtiramın, şeffaflığın, toplumsal denetimin olmadığı toplumlarda insanlar askerlik misali keplerine çarpı işareti koyarak yaşarlar. Özellikle baskının, gelir adaletsizliğinin, yoksulluğun olduğu toplumlarda “fırsatını bulsam da gitsem” diyerek gün sayarlar.
Kurumların başına kurumu rantabl/verimli yönetsin diye yönetici atanır. Yönetici yönetemediği toplumu geleceğe taşıyamaz. Taşıyamadığı için hem kendine hem de topluma kötülük yapar. Müslüman Coğrafya iç ve dış çatışmalardan dolayı başından itibaren çokça tekrar edilen “sorunları yönetemezseniz sorunlar sizi yönetir” sorusunda geçtiği üzere “azgın ata binerken elinizdeki atın yularıyla atı yönetemezseniz at sizi bir uçurumdan aşağı atar.” Bir başka ifadeyle direksiyon hâkimiyetini kaybeden kamyon şoförü misali nereye savrulacağı belli olmayan krizlerle boğuşmak zorunda kalırsınız.
Müslüman Coğrafya ne yazık ki modern dönemin ürettiği çatışma, yeni çılgınlık ve “azgınlıkları” yönetmeyi beceremiyor. Modern dünyanın sâkinleri insana hayat vermek için esirgediği parayı silaha yatırarak insanını yok etmekle övünüyor. Çünkü sorunları yönetemiyoruz. Hâlbuki Hz. Peygamber müşriklerle karşılaştığı ilk savaş olan Bedir’de savaştan elde edilen ganimetleri bile insanların cehaletten kurtulması ve bilgi sahibi olmaları için harcamıştı. Problemleri şiddetle çözen bir topluma ilk ilahî emir de “oku” olunca, bu “öncelikle” tanışan Peygamber farklı davranamazdı. Okuma yazma bilen her savaş esirinin on Müslüman’a okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılacakları anlayışı Arabistan toplumu için yeni ve alışılmamış bir formüldü. Bilginin öncelikli olduğu yerde herkes kendini bulur ve tanır.
Doğu Almanyalı oyun yazarı Berthold Brecht’in “Önce karın doymalı, sonra ahlak” iddialı tiyatro oyunu bir zamanlar hayli rağbet görmüştü. Demek ki karnı doymayan önce inancını yer. Aslında bunu okuduğumda Hz. Peygamber’in “Fakirlik insanı küfre götürür” (Beyhâkî, Şuabu’l-Îmân, II/486) sözlerini düşünmüş ve ekonominin insan ve inanç hayatındaki yerini daha iyi anlamıştım. Bundan dolayı beraber yaşadığımız insanların öncelikli olarak Maslowun ihtiyaçlar hiyerarşisinde de geçtiği üzere “mideleri sıcak çorbayla buluşturulmalı” sonra da inançla tanıştırılmalıdır. Hicaz Coğrafyasında Kur’ân’ın toplumu zekât ve sadakayla tanıştırmasının sebebi budur. Bugün misyonerler gittikleri yerlere önce ekonomik imkânları sonra da inanç seferberliği düzenliyorlar.
Ne Yapmalı?
İflah olmazın biri farklılıklara tahammülsüzlüğünü Anadolu topraklarında yaşayanlar için “ne mozaiği ulan mermer mermer!” diyerek tek tipleştirmeyi savunuyor. Bu da toplumsal kırılmalara sebebiyet veriyor. Farklı inançlara sahip olanlar yaşadıkları şehirleri sahiplenmek/temellük etmekten vazgeçmelidirler. Burası benimdir “kimseye yar etmem” anlayışından vazgeçmek gerekir. Çünkü bugün Orta Doğu’daki savaşların sebebi kendisi gibi olmayanlara hayat hakkı, fikir hakkı ve ibadet hakkı özgürlüğü vermemedir. Herkes kendi inanç, kültür, mezhep rengini bütün topluma dayatıyor. Nietzsche’nin dediği gibi “Canavarlarla savaşan kişi, bu süreçte bir canavara dönüşmemesine dikkat etmelidir. Uçuruma uzun süre baktığında uçurum da sana bakar.” Müslüman Coğrafyadaki çatışmaları bitirmenin yollarını bulmak gerekir. Farklı din, mezheb, etnik aidiyet, farklı tarikat, cemaat müntesipleri birbirlerini var ederek birlikte yaşamalıdır.
Türkiye’den Azerbaycan’a giden bir milletvekili, "Azerbaycan Türk ve Turan ocağı sayılır. Burada tek millet ve inanç olmalıdır!" demiş. Azerbaycan Parlamento Başkan Yardımcısı ise, "Bak kardaş! Ülkemizde çeşitli milletlerden, etnik topluluklar ve inançlardan insanlar var. Sizin dediğinizi yaparsak, bu ülkeyi bölüp iç savaşa sürükleriz. Ömür boyu da iflah olmayız!" diyerek yanlış konuştuğunu söylemiş. (www.independentturkish.com) Belli bir etnik grubun kimliğini ve çıkarlarını teşvik eden güçlendiren hareketler öteki veya ötekiler icat ettiği için toplumda kırılmalar meydana gelir. Orta Doğu coğrafyasındaki ensar-muhacir kavramları eşliğinde yürütülen göçmen politikası anlam kaybına uğradı. Batı’ya ve değerlerine olan özlemi yaşlılar seyretmeye, gençlerde acı, hüzün ve keder yaşamaya devam ediyor. Hâlbuki Ege ve Akdeniz’in soğuk sularında boğulmaktan kurtaracağımız her genç Hz. Peygamber’in ifadesiyle “dünya ve içindekilerden” daha değerlidir. (Nesâî, Tahrîm 2)
Avrupa ve Amerika’yı ayakta tutan husus, nerede doğduğu veya hangi sınıfa ait olduğu fark etmeksizin herkesin toplumda kendi başarısını elde edebileceği “eşit yurttaşlık” inancıdır. Yoksa Amerika’yı Yahudi ve Hıristiyan kültüre dayalı bir devlet olarak tanımlama yanlışları diğer inanç sahiplerini ötekileştirir. Hatta belediye otobüsünde yolculuk yapan yolcular gibi aynı ülkede birlikte yaşayan insanlar kendilerini toplumun bütünlüğüne ait hissetmez.
Evrensel bir dinin müntesiplerine Türkçe Kur’ân, Türkçe İbadet, Türkçe Namaz, Türkçe Ezan dayatmak, “ulus dini inşası” tezahürüdür. Bir başka ifadeyle ulusçuluk modern dönemin kızamık hastalığıdır. Batı bunu kısmen çıkardığı için rahatladı. Fakat aynı Batı bu hastalığın Müslüman Coğrafyada olmasından rahatsız değildir. Hâlbuki Ulus devlet, tanımı ve inşası gereği çoğul değil tekil ve totaliterdir. Aslında Ernest Gellner’in dediği gibi mezhebî veya ırkî, “her türlüsüyle milliyetçilik, bir topluluğun kendi kendine tapınmasıdır.“ Kendisini hem üstün, farklı, kutsal hem de seçilmiş kabul etmenin sonucunda ötekine hayat hakkı tanımamayı doğurur. Toplumu belli bir kimlik, inanç, etnisite ve mezheb üzerinden tanımlar ve toplumu bu kimlikler ekseninde şekillendirir. Orta Doğu ülkeleri bu hususta tam bir laboratuvardır.
Batıda eğitim aldıktan sonra Türkiye’ye dönen ünlü jeolog Celal Şengör; “…En önemli şey toplumdaki bütün bireylerin eşit olmadığı ve olamayacağı fikrini anlatmaktır...” Batıda eğitim de görseniz Orta Doğu’ya döndüğünüzde monarşi ve krallıklardan etkilenerek farklı fikirler seslendirebiliyorsunuz. Çünkü Orta Doğu’da her şey mümkündür. Hatta imkânsız gibi görünen şeyler bile mümkündür. Sakın buna kimse şaşırmasın! Edward Said’in dediği gibi “…çeşitli halkların bir kutudaki patlamış mısırlar misali çalkalanabileceğini sanan ufuksuz despot liderler ve onların entelektüel uşaklarının dayanışmasıyla farklı bireylerin ve dillerin çeşitliliği süpürüldü ve unutulup çöle gömüldü.” Kendisi gibi olmayanları yok sayan “göklerden yetkili” diktatörlerin milli politikası haline gelen çok dinli, çok dilli, çok kültürlü, çok mezhebli, çok inançlı, çoğulcu toplumu tek din, tek inanç, tek dil, tek mezheb, tek kabile, tek ırk, tek renk, tek fikir dayatması toplumda kırılma meydana getirir. Hâlbuki teklik sadece Allah’a mahsustur. Kâinatta olması gereken çokluk/kesret ve çeşitliliktir. Toplumsal katılım anlamındaki istişâreyi kralların talimat ve dudak hareketlerine bağlayan Orta Doğulu kafa sürekli krizlerle boğuşuyor.
Zâlim şahın diktatörlüğüne karşı özgürlük mücadelesi veren Ayetullah Humeyni’yi hiçbir İslam ülkesi kabul etmezken Fransa kabul etti. Fransa’da modern ve liberal özgürlükçü dünyayla tanıştı. Fransa’da hazırladığı anayasa taslağı demokratik ve özgürlükçüydü. Devrimde katkısı bulunan monarşi karşıtı bütün muhaliflerin umuduydu. Fakat İran’a döndükten sonra “umutlar” suya düştü. Herkesin umudu olan devrim daha sonra “din adamları” sınıfının hâkimiyeti ve gücünü perçinledi. Yönetme yetkisi “din adamları” sınıfına verildi. (Anayasa 5. Madde) Manevi bir arayış olan “İslam Devrim”i öncesi Ayetullah Humeyni “Hareketimiz ve İslami Devrimimiz önünde herkes özgürdür ve kimin söyleyecek bir sözü varsa dini, mezhebi ne olursa olsun bunu dile getirebilir” demişti. Fakat aykırı iç sesler bile kısa sürede ülkeyi terk etti. Kalanlar göz hapsine alındı. Müslüman toplumlar biyolojik olarak bugünü yaşalar da “baskın miras” tan bir türlü kurtulamıyor sürekli tarihte yaşamaya devam ediyorlar.
Anayasanın 12’nci maddesinde İran’ın resmi mezhebi caferilik olup bu madde sonsuza değin değiştirilemez yazılıdır. İran’da bulunan başka mezheplere mensup insanlar ne yapsın! Devletin resmi mezhebi olmayacağı gibi resmi dini de olmaz. Çünkü devlet inanan inanmayan, mezhepli mezhepsiz bütün vatandaşlara eşit ve âdil davranmak zorundadır. İnanıp inanmama tercihinin cezasını Firavun’un yaptığı gibi (A’raf, 7/123) devlet değil Allah ahirette sorar. İran’da Şii olmayan cumhurbaşkanı adayı bile olamıyor. 1979 devriminden beri bir tane bile sünni bakan atanmadı. Hâlbuki 79 devriminin başında “La Şii‘yye ve La Sünniyye İslamiyye”/Ne Şii’lik ne Sünnilik ancak İslami’lik” sloganları, Ümit Aktaş’ın dediği gibi “artık boşlukta yankılanan karşılıksız çağrılar olmaktan öteye gitmedi.”
Bir başka “şeriat ülkesi” Afganistan İran’dan geri kalmadı. Ülkede Şii bakan olmamasını açıklayan yetkilinin “İran’da kırk yıldır bir tek Sünni bakan atanmadı; biz neden bir Şii’yi bakan yapalım” cevabı ironiktir. Müslüman coğrafya aynı renk ve tonda devam ediyor. Fakat İskoçya’da başbakanlığa Pakistan asıllı Müslüman Hamza Yusuf gelince de keyfini çıkarıyoruz.
Anayasamızın 66. Maddesi “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” şeklindedir. Bu da Batı’dan esip bütün dünyada etkisini gösteren, Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasını da kolaylaştıran “ulus devlet” projesi toplumu bir arada tutmanın formülüydü. Ulus devlet Osmanlı’daki “ümmet/insanlık bütünlüğü” siyasal projesi gibi bir süreliğine işe yaradıysa da daha sonra miadını doldurdu. Yeni dönemde Avrupa Birliği projesi büyük oranda kabul gördü, görüyor. Şemsiye misali bazılarını korurken bazılarını dışarda bırakan değil, bütün farklılıklara saygılı şemsiye altında yaşatan toplum modeli.
Bugün anadolu coğrafyasında farklı etnik ve dinî aidiyetlerin varlığı yok sayılamaz. Her ne kadar bu maddedeki “Türk” ifadesi etnik bir tanımlama değil genel bir aidiyeti ifade ettiği savunulsa da birleştirici değildir. Hatta belli bir etnik, dinî, mezhebî vurgu, bireylerde tepkisel olarak karşıt etnik bilinç ve kültürün uyanışına götürür. İrân’da Şiî/Caferi, Türkiye’de Türk, Suudî Arabistan’da Vehhabî, Afganistan'da Peştun, Irak'ta Arap olmayanlar kendilerini öteki ve “esmer” vatandaşlar olarak görmemeliler. Bu ahlakî olmayan dayatmalar toplumda manevi kırılmalara sebep olmaktadır. Mesela; Almanya’ya gidip Almanya vatandaşı olanlar “Alman” olmuyor. Almanlar da bunlara Alman ırkından olsun dayatması yapmamalıdır. Veyahut Türkiye’deki Suriye’lilerin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaları bunları “Türk” yapmaz Türkiye Cumhuriyeti “vatandaşı” yapar. Aradan yıllar geçse de bunların ırkı değişmez. Aynı toplumda yaşayan “vatandaşlar” hangi ırka mensup olursa olsunlar, her ırk mensubu kendi ırkına ait değerleri sevebilir, sahip çıkabilir. Fakat kendi ırkına ait değerleri başkalarına dayatması toplumda kavgalara sebep olur. Bugün insanlar ırkına yakın olan ülkelerde değil, hukukun, adaletin, merhametin, güvenirliğin, ekonomik imkânların, özgürlüğün olduğu toplumlarda yaşamak için hayatlarını feda ediyorlar. Bu evrensel değerlerin olduğu yerlerde değişik ırklar bir arada yaşar ve yaşadıkları toplum için bilgi ve değer üretirler.
Aslında her çiçeğin kendisine yer bulduğu, her kuşun kendi dilinde öttüğü, kimsenin kimseyi düşman, hain ilan etmeyip ötekileştirmediği, kendisini bulması gerektiği bahçenin adı Türkiye’dir. Bu bahçede yaşayanlar da Türkiyeli’dirler. Türkiye etnik kimlikleri kucaklayan bir üst kimliktir. Toplumun bu bilince ulaşması gerekir.
İyi bir “orkestra şefinin” yönetiminde farklı seslerden iyi bir armoni yakalanır. Aksi halde başka ırklara mensup olanlar dışarıda kalıyor. Bunları çoğaltmak mümkündür. Suudi Arabistan’da Vehhabilik öne çıkar. Kuzey Irak’ta Kürt ırkına mensubiyet görünür olmaktadır. Günümüzde bütün toplumu kuşatmayan bir anlayışın sorunlarla baş etmesi imkânsızdır. Belli bir ırkın, dinin, mezhebin öne çıkarıldığı “mutabakat metinleri” sorun çözmez aksine sorun üretir. Müslüman coğrafyadaki bu “mutabakat metinleri” Cemil Meriç’in dediği gibi topluma giydirilen deli gömleği gibi dar geldiğinden problem çözmek yerine kendisi problem oluyor. Tek çözümüde askeri güvenlikte gören yöneticiler sabah çavuşun öğleden sonra yüzbaşının darbe yaptığı Afrika’ya döndü iflah olmaz Orta Doğu. Ahmet el-Katib’in dediği gibi “…Her bir topluluk kendi milletini, her ülkenin evladı sadece kendi vatanını ve her mezhep sadece kendi tabiilerini inceleme politikası gütmektedir.” Hâlbuki Allah, kendisini Kur’ân-ı Kerim’in ilk sûresi olan Fatiha’da “Âlemlerin Rabbi” Nâs sûresinde de “Bütün insanların Rabbi” olarak tavsif eder. Bölgesel değil evrensel ve herkesin Rabbi. Yani hiç kimsenin dışlanmadığı mutlak kuşatıcı bir tariftir bu. Bir de Allah’ın âdil olması merhamet, ehliyet ve liyakat, eşitlik, çalışkanlık, hukukun üstünlüğü vb. “evrensel ilkelere” uyanları mükâfatlandırmasıdır. Müslümanlar, evrensel ahlakî ilkelere uyarak değil, sadece “iman ettik” diyerek Allah’ın kendilerini kayırmasını isterler. Mehmet Akif’in dediği gibi; “Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin: "Yetiş!" de kendisi gelsin, ya Hızr'ı göndersin!” Hâlbuki Allah’ın tarzı, âdeti, davranışı ve sünnetullah gereği ilkesel davranarak (En’âm, 6/12,126,153) inansın inanmasın kimseye imtihan dünyasında ayrıcalık tanımaz, kayırmaz. (İsra, 17/20) Müslümanların “insanlık adına çıkarılmış en hayırlı ümmet olması” (Âl-i İmrân, 3/110) hasebiyle sadece “İslam milliyetçisi” bile değil bütün insanlığı kucaklayan mesajın muhatabıdır. Bir şey ne kadar iyi olursa olsun “dayatıldığında” nefrete dönüşür. Yapılması gereken; sahih bilgiyle buluşan insanları ikna edip farklı tercihlerine karışmamak gerekir. Okusun ve arayarak bulsun insanlar.
YAZIYA YORUM KAT