1. YAZARLAR

  2. Prof. Dr. Zeki TAN

  3. Âlimler Yorgun
Prof. Dr. Zeki TAN

Prof. Dr. Zeki TAN

ÖĞRETİM ÜYESİ
Yazarın Tüm Yazıları >

Âlimler Yorgun

A+A-

Resmî, kurumsal veya askerî olmayan anlamında sivillik; âlimde, kendi maddi kaynaklarını üreten, fikri ve idari blokajlardan uzak şekilde ne konuşacağına kendi içtihadıyla karar veren, fikirlerinin doğru veya yanlış, isabetli veya değil, şiddet, tekfir, tedhiş ve hakareti çağrıştırmadığı müddetçe aklının gidebileceği kadar “sınırsızca” her şeyi söyleyebilme halidir. (Humus ve zekât alanları kastetmiyorum) Bir ilim ehlinin en değerli sermayesi olan söz söylemesine ipotek konulmasından daha vicdan yaralayıcı ne olabilir? Bunu âlim ve aydınlara bir bağış ve ikram olarak görmemek gerekir. Hakaret ve şiddet içermediği sürece sınırsız düşünme özgürlüğü âlimden esirgenemez ve geri alınamaz doğal bir haktır. Bir âlim düşündüğünü yazamıyor, yazdığını seslendiremiyorsa bu âlime yapılacak en büyük zulümdür. Bir âlimin fikirlerine ambargo koyma ve ağzına kelepçe takmak, ekmeğini elinden almaktan daha ağırdır. Çünkü kelepçeli ağızla fikir aktarılmaz ve fikir olmayınca problemler çözülmez. Problemler birikerek deprem fay hatlarındaki gerilme ve sıkışmalarda biriken enerji gibi daha sonra yıkımlara sebep oluyor. Fatura da biriken enerjinin dışa atmasını engelleyene değil “dış güçlere” havale edilir. İslâm coğrafyası fikir özgürlüğü ve özgünlüğü konusunda tam da bir tenakuzlar dünyasıdır.  Önce âlimlerine işkence eder sonra da överler.

29-30 Ekim 2024 Tarihlerinde Iğdır Üniversitesi ile İran/Urmiye Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen “Uluslararası Modern İslam Medeniyetinde Bilimin Rolü” sempozyumuna katılmıştım. Urmiye Üniversitesinden bir öğretim üyesi bir de Türkiye’den Van’lı bir tarihçi arkadaşla Müslüman coğrafyanın problemlerini konuşurken söz dönüp dolaştı İran’a geldi. Van’lı arkadaş İran ile ilgili sosyal problemlere tam değinecekti ki İran’lı akademisyen sözünü keserek “Hocam! Van’da güzel otlu peynir olur. Biraz peynirin içeriğini konuşalım” diyerek konuşturmadı. Çünkü fikir özgürlüğünün sınırlandığı, sınırlandırıldığı Orta Doğu ülkesinde insanlar istediğini konuşma özgürlüğüne sahip değiller. “Biraz otlu peynir konuşalım” sözü bizim için aforizma oldu. Müslüman coğrafya ilim ehlini midesinden bağlamış, konuşan ve eleştirenleri yok ederken, sessiz kalanları nimete gark eden bir haldedir. Niçin geri kaldığımızı iki yüz yıldır tartışıyoruz. İslâm ülkelerinde insan onurunu koruma, adalet, özgürlük, ahlâk, eşitlik, şûra, merhamet, hesap verebilirlik, ihtiram/başkalarına saygı,  denetim, şeffaflık vb. devasa ve derinleşmiş problemleri konuşmak yerine “otlu peynirin içeriği” konuşulmaktadır.

İslam coğrafyasında âlimlerin, bensiz asla yönetilemez, her şey mahvolur fikrine sahip yöneticilerin karşısında “baston yutmuş devlet memuru" gibi durmaları toplumu muhteris, kifayetsiz ve ehliyetsiz siyasetçinin insafına bırakmış ve bazen de toplumu yıkıma götürmüştür. Yaklaşık yirmi iki yıl önce (2002)  atmosferinde hazırladığım fakat bugün bazı yerlerine rezerv koyacağım "Toplumun Yapılanmasında İlim ve Âlimlerin Rolü" isimli doktora çalışmasının savunmasında tefsir duayeni jüri üyelerinden birisi şu soruyu sormuştu; “Söyle bakalım delikanlı! Ben hayatımı bilgiye adadım. Sürekli okuyup yazarak (hak etmeseler de)  insanların aydınlanması için çaba harcıyorum. Fakat elif harfini görse mertek sanacak kadar bilgiden nasipsiz, bütün sermayesi suratındaki sakaldan ibaret olan birisi “şeyh” olduğunu ilan ettiğinde arkasına yüzbinleri takabiliyor. Ben konuştuğumda üç-beş kişi ancak dinliyor. Emek vererek yazdığım makale, kitap ve hazırladığım tezler sadece kütüphane raflarını süslüyor. Bunun sebebi nedir? Sorusunu sormuştu. Ben de tezimin akibetini düşünme sıkıntısından mahkeme koridorunda şapkasını iki eli arasına sıkıştırıp bekleyen Kemal Sunal’ın (kararın ne olacağını bekleyen) ürkek tavrıyla  “Hocam! Yaptığım okuma ve araştırma sonucunda şunları söyleyebilirm; Sistemin “resmi memuru” olarak söyledikleriniz ne kadar doğru olursa olsun, sistemden azar işitip dayak yiyen insanlar, söylediklerinizi sistemin dayattığı arz ve talepleri olarak kabul ediyor.  İnsanlar, hocamız ünvanların sonuna gelse de, insanı değil kendisini önceleyen ve koruyan sistemin çarkındaki vazgeçilmez dişli görüyorlar. Çünkü hoca bağlı ve bağımlı olduğu sistemin hatalarını eleştirmez ve hakikatı söylemekten çekinir. Özellikle “göbek bağıyla” bağlı bulunduğu sistemi eleştirmek maddi kayıp ve yüksek risk olduğu için bu riski herkes göze alamaz düşüncesini taşıyorlar.

Yazdığınız her satırın arkasında Ali Şeriati’nin dediği gibi “zindanlarınız” sizi kuşatıyor kanaatini taşıyor insanlar. Bu da hem sizi hem de yazdıklarınızı “güvenilmez” kılıyor.

Sahte şeyhin söyledikleri büyük oranda hurafe de olsa sivilliği, resmilikten uzak, gönüllü ve özerk oluşundan dolayı insanlar üzerinde etkili oluyor. Aklını şeyhinin cebine koyan “müritleri” katında da daha inandırıcı gelebiliyor. Sahte şeyhin tıpkı İblis’in Hz. Âdem’i ayartırken kullandığı dilin  (A’raf, 7/21) sahte fakat “içtenlik” ve yeminle etkileyici olabiliyor” mealinde sözler söylediğimde jüri üyesi fikirlerime dudak bükmüş bir şey dememişti.

Âlim, İtibar ve Ahlâk İlişkisi

Hz. Peygamber’in Kur’ân tarafından övülen, saygın, muteber “tek özelliği” karakteridir. (Kalem, 68/4) İnsana seviye ve itibar kazandıran tek özellik de budur. Asıl konu ahlâkî seviyedir. Geri kalan problemler bunun türevi ya da tâli sorunlardır. Ahlâk problemini çözdüğünüzde onlarca problem; hukuk, ekonomi, bilim, siyaset, sanat, spor, eğitim, aile, yönetim, çevre, adalet, ticâret, ahlâka bağlı olarak çözülür. Bu alanlarda seviyenin yükselmesi ve düşmesi “ahlâkî seviyeye” bağlıdır. Âlimlerin ilk önceliği de ahlâkî çürümeyi önleyecek fikri bir mücadelenin öncülüğünü yapmak olmalıdır. 

Kur’ân öncelikle bir inanç ve ahlâk kitabıdır. Nâzil olduğu ilk Hicaz toplumunun yöneticileri, Mekke’ye Çin’den tüccar çekerek, Mekke’yi bir ticaret merkezi yapacak kadar akıllıydılar. Fakat ahlâkî seviyeleri kötüydü. Kur’ân bu toplumu “ahlâkî itibar” sayesinde kısa sürede başka coğrafyaları etkiler hale getirdi. Okul, aile, işyeri her neresi olursa olsun ahlâk kadar insanı etkileyen ve güzelleştiren başka bir özellik yoktur. Allah Hz. Peygamberin ahlâkını övmüştür. O, Peygamber olmadan önce de ahlâklıydı. Tıpkı Hz. Hatice ve Hz. Ebu Bekir’in Müslüman olmadan önce de ahlâklı oldukları gibi. Çünkü ahlâk Kur’ân’la başlamadı. İnsanlık tarihi kadar eski ve evrenseldir.

Geçmişte pek çok topluluk ekonomik zayfılıktan ziyade “ahlâkî yozlaşma” nedeniyle çöktüler. Hz. Peygamber de “ahlâki değerleri tamamlamak için gönderildiğini” söyler. Aliya İzzet Begoviç “Bir toplumda her türlü değişim ve dönüşümün esası iç değişim/ahlâktır. Tarih hiçbir değişimin iktidardan geldiğini bilmez. Hepsi terbiyeden başladı ve özünde ahlâki bir davettir” der.

Hz. Peygamber zemininde halısı bile olmayan sıradan kerpiç bir mescitten “ahlâkî seviyesi” üstün olan bir topluluk çıkardı. Müslüman ülkeler dünya ile yarışır oto yolları, fabrikaları, havaalanları olmasına rağmen aynı ölçüde ahlâkî seviye ve itibardan söz etmek zordur. Aslında imân etmek insanı itibarlı/güvenilir yapar. Kur’ân “imanlı/güvenli şehirden” (Nahl, 16/112) söz eder. İmanlı/güvenilir insanlar “imanlı/güvenli şehir” inşa eder. İmanlı/güvenilir şehirlere mıknatıs gibi her taraftan “yatırım” gelir. Yapılan uluslararası güven endeksinde Müslüman şehirleri son sıradadır. Yani güvensizdir. Ahlâkî çürüme ve yozlaşmanın yerini ekonomik üstünlükle kapatmak imkânsızdır.

Yeni Bir Dindarlık Yorumu

Modern dönemin getirdiği imkânları da dikkate alarak “kan ağlamakta olan Orta Doğu’da” yeni bir dindarlık inşasına ihtiyaç vardır. Bunu yaparken Kur’ân ve sünnetten üretilen bilginin değişebileceğini kabullenmek gerekir.  Mesela; artık eski yorumlar yeni hale uymadığı için izmihlale uğradı. Kur’ân’da  Nass var elbette, ama artık beşerin aklî süzgecinden geçen yeni yorumlarla geleceği inşa etmek gerekiyor. İnsanları “muhteşem ve hayali mazinin derelerine götürmek” sadece hayal kırıklığına ve insanların “merdiven altı” yapılara yönelmesine sebebiyet vermekten başka bir işe yaramıyor. Anlık değişimlerin yaşandığı dünyada tarihî mirasla ilişkimiz tıpkı Ashab-ı Kehf’in elinde olup pazarda karşılığı olmayan parayla yetinmeye benziyor. Eskiyle yaşamaya ayak diremek toplumu ne yaptığını bilmeyen şaşkın ördeğe benzetir.

Yukarıda geçtiği üzere dinin temel kaynakları; Kur’ân ve sahih sünnet değişmez. Kıyamete kadar inananlar bu iki sahih kaynak sayesinde yeni bilgi üretecekler. Bu iki kaynaktan üretilen bilgi Arabistan’da ayrı, Afrika’da ayrı, Asya’da ayrı, Avrupa’da da ayrı yorumlanır. Yorumlanan metinlerden üretilen bilgi bölgelere göre değişiklik arzeder. Dindarlık, bu iki kaynaktan üretilen bilginin hayata taşınmasıdır. Asıl problem belli bir zaman ve bölgede üretilen bilginin dinin kendisiymiş gibi bütün dünyaya dayatmaya çalışmaktır. Belli bir yorum/içtihat sahibi iktidarı ele geçirdiğinde dinin veya herhangi bir düşünce ekolünü aile şirketinin “yetkili dinî acenta” sı gibi diğerlerine dünyayı cehennem ediyor. Tarihin herhangi bir dilimindeki “bölgesel dindarlığı” evrensel kabul edip bugüne taşımak insanları sadece duygulandırır, gözyaşı döktürür. Fakat neden ve niçin sorularına cevap arayan nesle anlamlı gelmiyor. Hz. Ömer millete ait “mumu” kullanmayacak kadar âdildi dediğimizde yeni nesil hemen bugüne gelip biz niçin adil değiliz? Sorusunu soruyor. Eskiden dinî bilgisizlikten dolayı soru sorulurken, bugün duyduğu bilgiyi sorgulamaya giden süreçte, duygusal dindarlıktan, bireysel, eleştirel/rasyonel dindarlığa gidiş var. Sadece kandil kutlaması veya umreye/hacca gitmekle bütün günahları sıfırlama yorumu insanı sorumluluktan uzaklaştırır.

Bilgilerini güncellemeyen ailelerin gençlere dayattığı dinî bilgi,  hayatla uyuşmayınca gençler a’rafta kalıyorlar. Gençler; “Cevaplardan tatmin olmadığımız bilgiyi terk etsek aile kızıyor, kabul etsek aklımız almıyor” diyorlar. Hâlbuki terk edilen veya eleştirilen din değil, son kullanma tarihi geçen dinî bilgidir.  İnsan tarafından üretilen bilgi tıpkı insan gibi sürelidir. Bilgi eskir, anlamını kaybedebilir, işe yara(ma)yabilir. “Eski hâl muhal; ya yeni hal veya izmihlâl” sözünde geçtiği üzere yeni sorulara yeni cevaplar üretilmelidir.

Bir toplantıda Diyanet İşleri Eski Başkanlarından Ali Bardakoğlu’na bir gazeteci “Hocam! Toplumda dini konular çok konuşuluyor. Hatta ağzı olan konuşuyor ve her kafadan bir ses çıkıyor. Siz diyanet olarak dini konularda son sözü söyleseniz olmaz mı?” dedi.  Ali Bardakoğlu hoca her zaman ki sakinliğiyle “Biz kilise miyiz? Bu toplumda heybesinde fikri olan konuşur. Fikrini beyan eder. Biz de diyanet işleri başkanlığı olarak fikrimizi söyleriz. Vatandaş istediği görüşü tercih eder. Şunu unutmayınız; Hiç kimsenin fikirleri dinin kendisi değildir. İster kurum isterse bireyler olsun söyledikleri dinin temel kaynakları olan Kur’ân ve sahih sünnetten anladıklarıdır. Toplum olarak dinden anladığımız dini bilgiyle dinin temel kaynakları olan Kur’ân ve sahih sünneti karıştırıyoruz.”

Âlimler Yorgun

Geçmiş yılların birisinde Suudi Arabistan’da üniversitede dört yıl kadar akademisyenlik yapan bir arkadaş Müslüman coğrafyada sanatçının “hayat yorgun ben yorgun” dediği gibi ilim taşıyıcılarının niçin yorgun olduğunu şöyle anlatmıştı. “Bir gün dersin serbest bölümünde arkadaşlar! Sizin ülkenizin zenginliği sadece Suudi Arabistan’ı değil bütün Müslüman ülkeleri kalkındıracak ve besleyecek seviyededir. Fakat bu zenginlik yerini bulmuyor” dedim. Bütün söylediklerim bundan ibaretti. Dersin bitişinde bir öğrenci yanıma usulca yaklaşarak “Hocam! Sizin konuşmalarınıza karışmak gibi olmasın fakat az önce Suudi Arabistan’ın zenginliğiyle ilgili konuşmalarınıza dikkat ediniz, konuştuklarınız ilgili yerlere ulaşırsa sizi hemen yurt dışına çıkarabilirler.” dedi. Ben de bundan sonra daha dikkatli davrandım. Daha sonra Suudi Arabistan’lı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul Başkonsuluğunda asit kuyusunda öldürülmesini duyduğumda ucuz kurtulduğumu anladım.” Müslüman bir toplumda bir kişi eleştirel fikirlerinden dolayı asit kuyusuna atılıp öldürülüyorsa bunu duyan bir âlimin yapılan yanlışları eleştirmesi mümkün mü? Müslüman ülkelerdeki âlimlerin ipotekli beyinlerine “fermuar” takılmış ve yorgunlar.  Hâlbuki Gannuşi’nin dediği gibi “silahtan daha etkili sözlerin” sahibi âlimler, mürteşi, mürtekip, muhteris ve muhtekir siyasetçinin “onay makamı” olmamalıdır.

Bilgi ve Kavram Üretme

Topluma rehberlik edecek fen bilimlerindeki bilginlerin ürettikleri bilgi nasıl ki sanayide teknolojiye dönüştürülüyorsa, sosyal bilim uzmanları da toplumsal problemlere yönelik bilgi üretmek zorundadır. Zorundadır diyorum çünkü buğday üretemediğimiz zaman başka ülkelerden alma zorunda kaldığımız gibi, bilgi üretmediğimiz zaman başka toplumlardan almak zorundayız. Bilgi almak bir bedelin ödenmesi anlamına geliyor. Asıl sıkıntı başka toplumlardan alınan bilginin cemiyet yapımıza uymaması ki çoğu zaman uymuyor. Psikoloji ve sosyoloji alanında dışarıdan alınan bilgi Batı’da problem çözerken, Müslüman toplumlarda kavga ve manevi kırılmalara sebep olabilmektedir. Mesela; Bütün inançlar karşısında eşit olması gereken devlete ait bir tutumun adı olan laiklik Batı’da problem çözerken, Müslüman toplumlarda dinin hayatın neresinde duracağına karar veremeyenler laikliği bazen lastik gibi sağa sola çekerek “din dışılık” olarak algılıyor. Böylece farklı inançların teminatı olması gereken laiklik herkesin elinde ayrı bir maymuncuğa dönüştürüldü. Cumhuriyeti kuranlar laiklik ilkesiyle beraber Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da toplumun yeniden inşasında bir ihtiyaç görüp kurdular. Yeni kavramların üretilmesinde âlimlerimiz yorgunlar; Tıpkı bir sürücünün trafikteki yorgunluğu gibi toplumun hayatını riske atmaktadırlar.

Bugün Orta Doğu’nun neresinde bir silah sesi varsa orada başındaki lahana gibi kat kat sarılmış kavuklu âlimlerin fetvasının etkisi ve rolü vardır. Yönetici istedikten sonra baskı, dayatma ve zulümler Kur’ân’a uygun değilse bile uygun hale getirilip onaylatılarak “sipariş fetva” alınabiliyor. Orta Doğu’nun mevcut resmi din ve siyaset anlayışına muhalif olmamak için etrafından dolaşılarak âyetle fiili durum arasındaki tenakuz kaldırılıyor. İnsanların yazılanlara itiraz etmeyip “hikmete binaen” iman etmeleri isteniyor. Bu da istismar ve menfaate âlet edilen ed-dînu’l-hâlis/ “saf, katışıksız din”in kaybı anlamına gelmektedir. Sadi Şirazi’nin dediği gibi Ey yolcu, bu gidişle Kabe’ye varamayacaksın / Çünkü tuttuğun yol Türkistan yoludur.”

Bu yazı toplam 910 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Yazılan yorumlar hiçbir şekilde www.adilcevaz13.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.
5 Yorum