Balkanlar'da Bir Kutup Yıldızı; Aliya İzzet Begoviç
“Düşünce ve inanç hürriyeti,
her şeyden evvel başka türlü
düşünmek ve inanmak hakkıdır.”
Yıllar önceydi (2002-2010) Adilcevaz’a ilçe müftüsü olarak atandığımda personelle toplantıları genelde Merkez Şerefiye Camisinde yapıyordum. Personelle yaptığım toplantılarda mevzuat hatırlatması yerine gündemimiz hep kitaptı. Yani neler okuyoruz? Neler okumalıyız? şeklinde idi. Şunu hiç unutmam. Doç. Dr. Abdulcelil Candan’ın “Müslüman ve Mezhep” kitabı hakkında bilgi vererek kitabı imamlara tavsiye etmiştim. Görevlilerden birisinden sert ve acı eleştiri almama rağmen kitap sevdasından vazgeçmedim. Halen aynı sevda devam ediyor. İlahiyat Fakültesinde derse girdiğim bütün sınıflara poşetle kitap götürüyor, okumaları için tavsiyelerde bulunmaya devam ediyorum.
Asıl konumuz şudur; Toplantıları haftalık seminerler şeklinde yapmaya başladık. Haftalık seminerler hem personelin bir araya gelerek sohbet emesini, hem de fikir teatisinde bulunmayı sağlıyordu.
Seminerlerden birisinin konusu Aliya İzzet Begoviç’ti. Daha sonra eski ilçe müftülüğünün yan tarafındaki mütevazı odayı toplantı salonu yapınca salona “Aliya İzzet Begoviç Toplantı Salonu” adını koymuştuk. (2006) Hemen yanındaki Bekir Efendi Camisinde mütevazı kitaplığa da “Cemil Meriç” ismini vermiştik.
“Aliya İzzet Begoviç Kimdir?” Adlı semineri şu anda Malatya il vaizi olarak görev yapan Ahmet Ekem vermişti.
Bu toplumun imamından öğrencisine kadar her seviyedeki insanın Aliya İzzet Begoviç’i tanımak ve tanıtmak gibi bir vefa borcu vardır. Begoviç yeri doldurulmayan bir fikir ve düşünce adamıdır. Iğdır İmam Hatip Lisesi öğretmenlerinden Bülent Yıldırım’ın “Aliya İzzet Begoviç’in Kur’an Tasavvuru” adlı yüksek lisans tezine danışmanlık yaparken gördüğüm şudur; Aliya’nın düşünce dünyasını vahiy inşa etmiştir. Aliya hem batı fikir ve düşünce dünyasını biliyor hem de doğunun temel kaynaklarına vakıftır. Bu sayede doğuyu ve batıyı sentez ederek yeni bir düşünce dünyası kuran ender aydınlardan birisidir Aliya. Kendisine verilen “Bilge Kral” unvanının içeriği fazlasıyla doldurulmuştur.
Aliya İslam toplumlarının içine düştüğü çıkmazdan kurtulmasının yollarını ortaya koyuyor. “Tarih hiçbir değişimin iktidardan geldiğini bilmez. Hepsi terbiyeden başladı ve özünde ahlaki bir davetti” sözleri toplumsal değişimin fertleri eğiterek başlayacağını anlatır. Tıpkı Hz. Peygamber (sas)’in asr-ı Saadetini sahabelerini eğiterek yeni bir toplum inşa etmesi gibi. Peygamber’in (sas) bu husustaki rehberi vahiydir. Vahyin “Bir toplum kendinde olan durumu değiştirmedikçe, hiç şüphe yok ki, Allah da o toplumda olan hali değiştirmez...” (Ra’d, 13/11) ifadesi nettir. İçinizi, gönül dünyanızı, ahlakınızı karakterinizi değiştirmek sizin elinizdedir. Bu değişime ilahi müdahale olmaz. İç değişim gerçekleşince dış değişim hem kendiliğinden gerçekleşir hem de ilahi destek alırsınız. İnsanları eğitmede sınıfı geçersek problemlerimizi çözeriz. Mikro dünyası ile uğraşan insan makro âleme dalmaz. Bu sayede kendini düzeltir.
İslam toplumlarının cesur ve eleştiren ruhlara ihtiyacı vardır. Aliya: “imkânım olsa, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere “eleştirel düşünme” dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafının kaynağı budur” derken de Müslümanların hayatı sorgulamadan yaşadığını anlatır. Keşke Hz. İbrahim gibi “Bir vakit de İbrâhim: “Ya Rabbî, ölüleri nasıl dirilteceğini bana gösterir misin?” demişti.
Allah: “Ne o, yoksa buna inanmadın mı?” dedi.
İbrâhim: “Elbette inandım, lâkin sırf kalbim tatmin olsun diye bunu istedim” diye cevap verdi...” (Bakara, 2/260) Soru sormak ayıp değildir. Anlamadığını anlamaya çalışmak vahyin bize yüklediği bir görevdir. Yoksa sorgulamadan anlamadan anlamaya çalışmadan hayatı yaşamak körün yemek yemesine benzer.
Aliya İzzet Begoviç toplumların gelişim dönüşümünde despotizmin yerinin olmadığını İsviçre’de katıldığı bir toplantıda geri kalmışlıkla demokrasi arasındaki ilişkiyi şöyle anlatmıştı: “Belki bazı iyi diktatörler vardır ama asla iyi bir diktatörlük rejimi olamaz. Bu rejimlerin hepsi insan onurunu aşağılayıcı, üretkenliği engelleyici rejimlerdir. Görünürde ekonomik gelişme, eğitim, sağlık, sözde bedava sosyal sigorta gibi iyi şeylerden yana olsalar bile, son tahlilde hepsi olumsuz sonuçlar doğurmaya mahkumdur. Bu rejimlerde insan haklarına saygı özendirilmez, buna bağlı olarak da istense bile ne güvenlik sağlanabilir ne de maddi refaha ulaşılabilir. Bu rejimler özgürlükleri baskı altında tutarak, sağlıklı uzlaşmaları engelleyerek, ideolojik ölçütler koyarak, bunlara karşı durabilecek yetenekli insanları toplumsal çalışmalardan alıkoyup ikinci plana iterler ve her şeyin vasat bir seviyeye indirgenmesini sağlarlar. Sonuç ise özgür ülkelere kaybetmek şeklinde ortaya çıkar.”
Günümüzde hayatı pahasına batı dünyasına akın eden Müslümanlar despotik rejimlerden kaçıyor. Daha özgür ve âdil toplumları tercih ediyorlar. Tarihte Müslümanların şefkat ve adaletine sığınan insanlara karşılık bugün devir ve devran değişti.
Tıpkı vahyin “...zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz...” (Âl-i İmrân, 3/140) demesi gibi
Begoviç her hâlükârda vahyin çizdiği çizgiden sapma gösterilmemesi gerektiğini anlatır. "Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına."
“Kuran-ı Kerim bizim düşmanlarımızı sevmemizi emretmemiştir. Ama kesinlikle adil olmamızı ve affetmemizi emretmiştir. Gücün kullanımı bu çerçevede olmalıdır”
“Ulvi bir hedef aşağılık bir vasıtayı kutsal kılamaz, fakat aşağılık bir vasıta her hedefi küçültebilir”
Aliya problemleri dile getirdiğinde sözünü eğip bükmez birilerini memnun etmenin düşüncesini taşımaz. Entelektüel olmanın verdiği açıklık ve netlikle konuşur. Bu bağlamda 1997 yılında Tahran’da yapılan İslam Konferansı Örgütü toplantısında yaptığı konuşma salonda bir anda buz kesmesine neden olmuştu: “Çok açık konuştuğum için beni bağışlayın. Güzel yalanların yardımı olmaz ama acı gerçekler bir ilaç olabilir. Batı çöküntü içinde ya da dejenere olmuş değil. Kendi kendini kandıran komünizmin “çürümüş Batı” propagandası, bunu acı bir şekilde ödedi. Batı çürümüş değil. Güçlü, örgütlü ve eğitimli. Okulları bizimkilerden iyi, kentleri bizimkilerden temiz. Batı’da insan haklarının düzeyi yüksek ve fakirler ile sakatlara toplumsal yardım iyi örgütlenmiş durumda. Batılılar çoğunlukla sorumlu ve dakik kişiler. Onların ilerlemelerinin karanlık yönünü de biliyorum ve bunun gözümden kaçmasına izin vermiyorum. İslam en iyisi ama biz en iyisi değiliz. Bunlar iki farklı şey ve her zaman onları karıştırıyoruz. Batı’dan nefret etmek yerine onunla rekabet etmeliyiz. Kuran bize bunu emretmiyor mu; “Hayırlı işlerde yarışınız.” (Bakara, 2/148; Maide, 5/48)
Aliya, Tahran’daki İslam Konferansı zirvesinden bir ay sonra bu kez Riyad’da toplanan İslam Konferansı’nın bilim-kültür ayağı IRCICA’nın yıllık toplantısında da salonu doldurmuş İslam dünyasının liderleri ve entelektüellerine yine cesur uyarılar yapmıştı: “İslam’la Batı-Avrupa medeniyetlerinin kültürü arasındaki ilişkiden bahsederken burada Müslümanların aşırı uçlara gitmekten kaçınmaları gereken bir seçimle karşı karşıya olduklarını belirtmemiz gerekir. Söz konusu uçlardan biri Batı medeniyetini tamamıyla reddetmek, diğeriyse onu körü körüne takip etmektir. Bunlardan ikisi de eşit derecede tehlikelidir. Batıyla işbirliği içinde olmazsak bizim zaafımız artar. Bu medeniyeti her şeyiyle kabul edersek de kendi kimliğimizi kaybeder, kendimiz olmaktan çıkarız. Kendimizi dünyadan soyutlayamayız. Burada Peygamberimizin bir sözünü hatırlamalı, “ilim Çin’de de olsa” almalıyız. Batı medeniyeti başka başka dinlerden ve milletlerden pek çok bilim adamının katkısıyla ortaya çıkmış uluslararası bir üründür. Avrupa’nın Bacon’dan bu yana sahip olduğu değişmez güç kaynağı eleştirel düşüncedir ki bu da muhtemelen Araplardan geçmiştir. Bizim için hayati önem taşıyan işte bu eleştirel düşüncedir. (https://www.karar.com)
Problemlerimizin kaynağını dışarıda aramak topu taca atmak değmektir. Fakat ne yazık ki bu alışkanlardan vazgeçmiyoruz. Başımıza ne gelse ya Amerika’ya ya da İsrail’e faturayı çıkarmaktan kaçınmayız. Dışarıdan veya üst akıl dedikleri kimse bizi birbirimize kırdırabilirler fakat biz evimizin önünü temizlemediğimiz sürece problemlerimizi çözemeyiz. Vahyin bize önerdiği reçete Âdemoğullarının hata yaparken Âdem gibi ““Ey bizim Rabbimiz, kendimize yazık ettik...” (A’raf, 7/23) demeleridir. Yoksa “Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için...” (A’raf, 7/16) diyerek suçunun faturasını Allah’a çıkaran Şeytan gibi olmamalıyız.
Uhud’ta yenilgiye uğrayan Müslümanlar “Bu nereden geldi?” mi diyorsunuz? De ki: “Bu felaket sizin yüzünüzdendir” (Âl-i İmrân, 3/165)
Begoviç Müslümanların karşılaştığı problemlerinin faturasını başkalarına çıkardığımız müddetçe krizlerden çıkamayız. Bu hususta şu tespitte bulunur: “İslam ülkelerinde fedakar dost veya azılı düşman aramak ve bulmak alışkanlığımız oldu ve bu durumu dış siyaset olarak isimlendirdik. Ne gerçek dost ne de hakiki düşman olmadığını anladığımız ve kendi sorunlarımız için “düşmanın felaket planlarını” değil, kendimizi suçlu gördüğümüz zaman, daha az hayal kırıklığı, sorunların azaldığı, olgunlaşmamızın başladığı bir dönem yaşarız.” Yeryüzü coğrafyasındaki Müslüman çoğunluğun yapısını şöyle değerlendirir: “Müslümanların hızla artan büyük nüfusuyla övünmemiz, bana şişmanlığıyla övünen ve aldığı yeni kilolardan haz duyan bir adamı hatırlatıyor. Ruhumuza, aklımıza ve başarılarımıza vurgu yapmaya ne zaman başlayacağız? Küçük ve kırılgan bir insanda bile insanlığa katkıda bulunabilecek büyük bir ruh bulunabilir. Gücümüz, bilimimiz, edebiyatımız nerede? Nerede buluşlarımız, külli iyiliğe katkımız?”
Yazar Albayrak şöyle der: “...Başkent Saraybosna’da neşredilen yegâne günlük gazete olan Oslobocenye, aylık Naşi Dani dergisi, Radio 99 ve Radio Zid, Boşnakların ve Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin hayat memat mücadelesine öncülük eden İzzetbegoviç ve arkadaşlarına öyle ağır suçlamalar yöneltiyorlardı ki, bazı SDA taraftarları "bunların kirli tezgâhlarını" başlarına yıkmak için İzzetbegoviç’ten müsaade istiyor, fakat her seferinde şu cevabı alıyorlardı: “Olmaz. Bu bizim tarzımız değil.”
Albayrak şöyle devam eder: “Sırp kuşatması altındaki Saraybosna, Kasım 1993. Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı binasında randevum var. Bir bürokratla görüşeceğim. İsmini unuttuğum bir beyefendi. Saraybosna’daki gazetecilik faaliyetimle ilgili bir meseleyi konuşacağız.
Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbeboviç’in makam odasının bulunduğu koridorda bir odaya alıyorlar beni. Şok!
Bürokratın çalışma masasının arkasındaki duvarda Tito’nun resmi asılı.
Bürokratla görüşüyoruz, konuşuyoruz, meseleyi hallediyoruz.
Ama benim aklım fikrim Tito’nun resminde.
“Vay canına!” diyorum kendi kendime; “Adam, Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı binasındaki odasına utanmadan Tito’nın resmini asıyor! Birkaç metre ötedeki bir odada oturan Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’e meydan okuyor, ‘Vaktiyle sana ve dava arkadaşlarına eziyet eden komünist Yugoslavya devletinin kurucu başkanını sana tercih ediyorum’ diyor adeta.”
Tamam, biliyorum, bu dönemde Tito’nun resmini asmak ‘Yugoslavya halklarının birbirine düşmesini hazmedemiyorum’dan başka bir manaya gelmiyor; yine de ağrıma gidiyor işte..
Gencim, heyecanlıyım, ağzımı açıp gözümü yumasım ve bağırıp çağırasım geliyor; fakat adam öyle kibar ve yardımsever ki, yapamıyorum.
Kalkıyoruz, tokalaşıyoruz, vedalaşıyoruz. Tam odadan çıkacakken kendimi tutamayıp -ama tam da bırakmadan- adama dönüp “Tito’nun resmi…” diyorum; “Aliya görse kızmaz mı?”
Adam gülüyor.
“Aliya’nın haberi var zaten” diyor; “Odama Tito’nun resmini astığımı hemen yetiştirmişler kendisine, fakat Aliya hiç oralı olmamış. ‘Benim resmimi asmasın da kimin resmini asarsa assın’ deyip geçmiş.”
Dört ay sonra (25 Mart 1994’te), kurucu lideri olduğu Demokratik Eylem Partisi’nin açış konuşmasının başında şunları söyleyecekti Aliya İzzetbegoviç: “Evvelâ, şu duvarlarda asılı olan resimlerimin benim onayım alınmadan asıldığını belirtmek isterim ve toplantıya verilecek olan ilk arada bunların kaldırılmasını istirham ederim. Tevazu gösterisi gibi algılanmasın; alâkası yok. Basitçe söylemek gerekirse, bu bizim adetimiz değil. Umarım benimle aynı fikirdesinizdir.”
İzzetbegoviç’e muhalefette hiçbir ölçü tanımayan Naşi Dani dergisi, savaşın bittiği 1995 senesinin sonunda İzzetbegoviç’i yılın adamı ilan etti; ilgili başyazıda ‘Yıllardır yerden yere vurduğumuz İzzetbegoviç, elindeki muazzam güce rağmen bizi susturmaya hiç tevessül etmedi. Mekânımıza güvenlik güçlerini gönderdi, ama bizi tutuklamaları için değil korumaları için. Muhalifi olsak da İzzetbegoviç’in hoşgörüsüne şapka çıkarıyoruz’ dediler.
Aliya İzzet Begoviç’in unutulmaması gereken bazı sözleri şunlardır.
Bizi yok etmeye çalışıyorlar ama bilsinler ki Müslümanlar yok olmayacaklardır.
Balığın suda yaşaması gibi dünyanın içinde yaşadığı çevre Kur'an ve İslâm'dır.
Ben dindarlığımı annemin dindarlığına borçluyum.
Bir gün askerlerden biri gelip kendisine 'onlar bizim kadınlarımıza tecavüz ediyorlar, onlar bizim kadınlarımızı, yaşlılarımızı ve çocuklarımızı öldürüyorlar. Buna bigâne kalmamalıyız' dediğinde, Aliya çok veciz bir şey söylüyor 'Sırplar bizim öğretmenimiz değiller.
İnsan şahsiyetini alçaltan, onu eşyayla bir tutan herşey gayri insanidir.
Sanat için soyunana alkış tutanlar Allah için giyinene neden zulmeder?
Hayat kısa sözüne hiç itibar etmedim. Çünkü yeterince uzun yaşadığımı düşünüyorum.
Nefrete nefretle cevap vermeyin. Bosna için nefret çıkmaz sokaktır. Nefret sadece bizim ruhlarımızı zedelemiyor, Bosna'nın özünü de zedeliyor.
Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın, ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.
Her şeye kadir olan Allah'a andolsun ki köle olmayacağız.
Ey teslimiyet, senin adın İslam'dır!
Geleceğimizi geçmişimizde aramayacağız. Kin ve intikam peşinde koşmayacağız.
Kur'an edebiyat değil, hayattır; dolayısıyla O'na bir düşünce tarzı değil, bir yaşama tarzı olarak bakılmalıdır.
20 asrın ikinci yarısında insanlığın üçte biri devamlı olarak yetersiz beslenmektedir. Acaba sebebi nedir, imkânların kıtlığı mı? Yoksa merhametin yokluğu mu?
Din hurafeleri yok etmezse, hurafeler dini yok eder.
Kabile ve ulusun dar sınırlarından kurtulmak için kendinizi Müslüman olarak düşünmeye başlayın.
Ölmeye hazır olan insanlar, ölmeye hazır olmayanlara karşı galip gelirler
Hukuk benim için sadece meslek değil inancım, yaşam tercihim ve hayat felsefem.
Bosna savaşının orta yerinde şöyle diyor: “Görüyorsunuz, Allah bizi zor bir imtihandan geçiriyor. İnsanlarımız boğazlanıyor, kadınlarımız ve çocuklarımız öldürülüyor, camilerimiz yıkılıyor ve biz ne onların kadınlarını ve çocuklarını öldürmek ne de kiliselerini yıkmak istiyoruz. Bunu yapmak istemiyoruz, çünkü, bazı istisnalar olsa da, bu bizim tarzımız değil… Aslında herhangi bir kutsal nesneyi tahrip etmemiz bizlere sarih bir şekilde yasaklanmıştır. Sırbistan’a dört asır boyunca Türkler hükmetmiş olmasına rağmen, bu yasak sayesinde Deçani, Graçanitsa ve Sopoçani manastırları yerlerinde duruyor. Türkler bunları tahrip etmedi, çünkü inandığımız kitap böyle bir tahribatı reddediyor… Ve buna saygı gösterdiğimizde, kiliselere ve diğer dinlere saygımızı ifade ettiğimizde, yalnızca Avrupa demokrasisinin en iyi geleneğine uygun davranmış olmakla kalmıyoruz, aynı zamanda bu suçu yasaklayan kendi kutsal kitabımıza da harfiyen uymuş oluyoruz… Bazen askerlerimizle bazı problemler yaşıyorum. Soruyorlar: ‘Neden intikam için bir şeyler yapmıyoruz?’ Onlara ‘Kurallara uyun ve işleri kendi mecralarına bırakın’ diyorum. Biz, çalışması ve mücadele etmesi gerektiğine, fakat olaylara hükmedemeyeceğine inanan bir topluluğa mensubuz. İnsanlar tarihe hükmedemezler. Tarihe Allah hükmeder ve O ne derse o olur.”
Aliya, gideceği camiyi önceden kimseye söylemez, korumaları bile yola çıktıktan sonra öğrenirlerdi. Bosna savaşının en şiddetli olduğu bir dönemde, Cuma namazını kılmak üzere oğlu ve korumalarıyla birlikte, savaşa rağmen tıka basa dolu olan Hüsrev Camiine gider, geç kalmıştır ve o sırada hutbe okunmaktadır. O’nun geldiğini gören hoca yerleşmesi için hutbeyi keser, insanlar da kalkarak ön sıralarda yer açmak isterler, bunun üzerine Aliya; "Muhterem Cemaat! Burası Allah'ın evidir, burada hiyerarşi olmaz, herkes bulduğu yere oturur, ben burayı buldum buraya oturacağım. Allah katında en üstün, takva sahibi olandır. Savaştayız, belki hepimiz öleceğiz; fakat inşallah İslam’ı ve onun üstün ilkelerini çiğnetmeyeceğiz. Hocam lütfen hutbeyi tamamlayın” der.
Hz. Peygamber'i şöyle tarif eder: "Muhammed (as) güzeldi ama "yakışıklı" değildi, cesurdu ama acımasız değildi, akıllı idi ama "filozof" değildi, basiretliydi ama "hayalperest" değildi, iyilikseverdi ama "safdil" değildi, ısrarcıydı ama inatçı değildi, bilgeydi ama ukala değildi." Ona göre diktatörlük, günahları yasaklasa da ahlaksızdır; demokrasi ise, günahlara izin verse de ahlaklıdır. Tıpkı Aliya İzzet Begoviç gibi fikir ve eylem insanı Gannuşi’nin şu sözleri ile bitirelim. “Putperestlikten sonra İslam’ın en büyük düşmanı despotizmdir.”
Türkiye’de Aliya’nın kitapları çok satılıyor ama pek okunmuyor. Kendisini hayırla anarak ruhuna fatihalar gönderiyoruz.
YAZIYA YORUM KAT