Depremler Önlenemez Yönetilebilirler
“Ders, sen öğrenene kadar devam eder.” Şâman Atasözü
Günlük rutin hayatımızda karşılaştığımız bazı olayların önüne geçmek mümkün değildir. Mesela; bütün dünya fikir birliği yapsa da güneşin, ayın, yıldızların doğmasının veya batmasının önüne geçemezler. Yağmurun, karın yağmasını tedbirlerle önlemek söz konusu bile edilemez. Bunları önlemek değil bunlardan istifade etmek gerekir. Buna da yönetme denir. Eskiden petrol biterse hayat zorlaşır diyenler vardı. Hâlbuki eski petrol bakanlarından rahmetli Zeki Yemanî 1970 lerde “taş devri taşlar bittiği için bitmedi. Bu bir süreçti tamamlandı. Gelecekte petrole de ihtiyaç duyulmayacak. Petrol bittiği için değil petrole ihtiyaç duyulmayacağı için petrolde devrini tamamlayacak” demişti. Şimdilerde 2030 yılına kadar bazı ülkeler petrol ürünlerini yasaklayıp tamamen güneş ve rüzgâr enerjilerine yöneliyorlar. Bundan dolayı esen rüzgârın önüne duvar çekmek değil ondan enerji üreterek onu akıllıca yönetmek akıllılıktır.
Kriz anlarında sağa sola sataşmadan çaresizlik ve bunalım psikolojisine prim vermeyerek önceyi görmeyle planladığı tedbirlerle çözüm üretmek insanı farklı gösterir. İki şey vardır ki önleyemezseniz yönetmede acziyet içinde kabalirsiniz. Birincisi savaştır. İyi bir stratejiyle (stratejinin etimolojisine göre generallerin sanatıymış) önlenmediğinde yönetilmesi zorlaşır ve yayılması engellenemez. İkincisi de yangındır. Yangını her türlü tedbiri alarak önlemek gerekir. Yoksa yangın çıktığında yayılmasını önlemek çoğu zaman imkânsız hale gelebilir. Bazen kontrolden çıktığında aylarca sürebilir. Mesela; küçük görülen bir sigara izmaritini söndürmek felaketin sıfır kayıpla atlatılmasına vesile olabilir. Bunun için küçük şey yoktur.
Yangın vb. hâdiselerin de çıkmaması ve daha az hasar vermesi önlenebilir. Fakat depremi önlemek mümkün değildir. Deprem, bundan 4,5 milyar seneden itibaren yer kürenin alt tabakalarında meydana gelen hareketlerdir. Bu hareketlerin önüne geçmek durdurmak imkânsızdır. Hatta fay hatları bilindiğinden depremler sürpriz bile değildir. Depremler sadece insanların yaşadığı yerlerde olmaz. Bazen hiçbir insanın yaşamadığı çöllerde bile deprem olur. Bütün uzmanlar bir araya gelse de depremi önleyemez. Vaktini belirleyemez. Sadece tedbir alabilir insan. Çünkü dünyadaki hiçbir olayın gayesiz ve anlamsız olmadığı müsellemdir. Günlük hayatın parçası olan depremin faydaları saymakla bitmiyor. Uzmanlar depremin nimetlerini şöyle anlatırlar; “Deprem hareketleri sonucu oluşan yenilenme, atmosferi, havayı, suyu herşeyi etkiliyor. Yer kabuğu kendini yenilerken, petrol, kömür ve maden yatakları, maden suları, jeotermal yataklar, verimli ovalar, dağlar, bitki örtüsü oluşuyor. Türkiye kaplıcalarıyla jeotermal kaynaklarıyla meşhurdur. Bu hareketlilik olmasaydı bu coğrafyada bu nimetler olmazdı. Türkiye’yi nimet yapan depremlerdir. Depremler gölleri, denizleri, boğazları, geçitleri oluşturur, toprağı belleyerek soluk almasını, karışmasını, tarım veriminin artmasını, toprak ıslaklığının artmasına ortamın ormanlaşmasını sağlar. (Ercan, Övgün Ahmet, Türkiye Nereye Koşuyor, “Deprem Kırana (Afete) Nasıl Dönüşür” İst. 2022, s. 149-150) Bundan dolayı deprem uzmanları, insanlar yağmur yağmadığı zaman nasıl yağmur duasına çıkıyorlarsa, depremin faydalarını iyice anladıklarında ileride deprem olsun diye “deprem duasına” çıkacak diyorlar. Yapacakları tek şey depreme dirençli ve dayanıklı binalar yapmaktır. O zaman da şair’in dediğini der; “Geç fark ettim taşın sert olduğunu./ Su insanı boğar, ateş yakarmış!/ Her doğan günün bir dert olduğunu/ İnsan bu yaşa gelince anlarmış.”
Deprem dahil kâinatta bize çirkin gelen olayların ya kendisi ya da sonuçları güzeldir. Mesela; gül bizzat güzeldir, fakat güle güzel rengi veren gübrenin neticesi güzeldir. Deprem de yukarıda geçtiği üzere neticeleri güzeldir. Bir şeye nasıl anlam yüklerseniz olayı öyle okursunuz. Mesela; köpek necistir dediğinizde ondan tiksinirsiniz. Fakat yakın dost olarak baktığınızda kucağınıza alıp seversiniz. Aslında bütün vahiyler bize hadiselere bakış açısı/nazar verir.
Anadolu coğrafyası depremlerin yaşandığı diri fay ve aktif fayların üzerindedir. “Bunu kabullenip” depremlere dayanıklı evler yaptığımızda depremlerin vereceği hasarı asgariye indirebiliriz. Tıpkı yağan yağmur ve kardan korunmak için aldığımız tedbirler gibi. Aksi halde felaketler hayatımızda unutulmaz izler bırakır. Bazı olayların yaşattığı travma unutulmuyor. Hatta bir ömür boyunca gölge gibi sizi takip ediyor. Bunlardan birisi deprem diğeri de ölümdür. İkisini de yaşadım. Birincisi; Aziz Abimin 2010 yılı Ramazan’ının sabah namazında camiye giderken tedhişçi caniler tarafından öldürülmesini unutamıyorum. İkincisi de 1983 yılında Erzurumda ilahiyat fakültesinde öğrenciyken yaşadığım deprem hâlen hafızamda tazeliğini koruyor. Bir sabah vakti dayandığım duvar geriye gitmiş o zaman ne olduğuna anlam verememiştim. Ne kadar çabalarsanız çabalayınız, depremde acılar dibe vurmaz, varlığını sürekli hissettirir.
İnsan Düzelmezse!
Yeryüzünde ilk problem insanla başladı yine insanla devam edecek. Eğer bugün toplumda ahlak yoksunluğu ve yoksulluğu varsa bu insan probleminin problem olarak görülmemesidir. Sorunları çözecek insanın kendisi sorunun parçası olursa sorunlar tepeden yuvarlanan kartopu gibi artarak daha büyük felakete dönüşür. Bundan dolayı hangi problem olursa olsun önce insandan başlamalı ve insanla bitirmeliyiz. Yoksa can derdine düşen insanların evleri yağmalanmaktan kurtulmaz. Deprem vb. hadiseler aynı zamanda toplumun ahlakî seviye veya seviyesizliğini de ortaya çıkarmada turnosol kâğıdı gibidir.
Önce kendisini, varsa işini ve yaşadığı hayatı ciddiye alan insan! Yoksa ciddiyetsiz insandan kaliteli işler beklemek abesle iştigaldir. Mimar Turgut Cansever’in dediği gibi “Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmal ederseniz; ihmal ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri tahrip eder.” Dolayısıyla şehirden önce insandan başlamak gerek.
Çürük Binalarda Ölen İnsanlar
Anadolu topraklarının % 96’sı deprem kuşağında, genç nüfusunun % 96’sının da fay hatlarının geçtiği bu coğrafya üzerinde yaşamaktayız. Buna rağmen arabesk sözlerinde geçtiği üzere “sen affetsen de ben affetmem” dediği gibi beşer “affı” çıkarsa da deprem şefaatçı/aracı da kabul etmez ve kimseyi affetmiyor. Zamanı geldiğinde ilahî kanun işliyor. Biz kâinattaki âyetleri ve kanunları iyi okuyup anlayacağımıza “kevni âyetlere” kafa tutuyor kendimize uydurmaya çalışıyoruz. Hâlbuki yağmur veya kar yağarken bize sorulmuyor ki! İnsan dikkatini belli bir noktaya teksif etmediğinden yazılanlar dağınık oluyor. Geçelim bunu…
Yıllar önceydi. 17 Ağustos 1999 Tarihinde bir gece yarısı ansızın gelen 7.6 lık Marmara depreminden sonraydı. TBMM komisyonu raporuna göre, 18.373 insan hayatını kaybetti. Bu bir milat olacaktı. Bir daha depremle karşılaştığımızda depremi önleyemeyeceğimize göre önceden tedbir alabiliriz. Meydana gelen depremde büyük kayıplar olmuş binalar yıkılmıştı. Yaralar büyük oranda sarılmış toplumda hemen hemen herkes kendi dünyasında muhasebe yapıyor kendisiyle yüzleşiyordu. Zaman zaman dostla biraraya geldiğimizde zihnini kurcalayan aslında yaptıklarını temize çıkarma gayreti içindeydi. Hz. Peygamber günahı tarif ederken “kişinin gönlünü tırmalayan, tereddüde götüren ve rahatsızlık veren şeydir” (Müsned, IV, 227, 228; Dârimî, Büyû’ 2) dediği vicdanını rahatsız ettiğinden olsa gerek bazı soruları sorardı. Mesela birinde “Hocam! Ben bina yapıyorum fakat bu binalar depremde yıkılıyor. Ben sorumlu olur muyum? Dediğinde sadece şunu sormuştum “siz yaptığınız evlerde kendiniz oturur musunuz?” Kusurunu itiraf eder gibi, hayır dedi. Ve başka soru sormadı. Çünkü suçunu biliyordu.
Kahramanmaraş merkezli depremler sonrası Gaziantep'te yıkılan Ayşe-Mehmet Polat Sitesi'nin müteahhidi Ertan Akay, Anadolu irfanında geçtiği üzere “kuyruğunu dik tutarak” “söz konusu sitede hiç ikamet etmedim” pişkinliğiyle sitede oturanları suçladı. (https://www.memurlar.net)
Yine geçmiş yılların birinde bir müfettişle tanışmış kendisine bahar aylarında turfanda salatalık ikram etmiştim. Müfettiş salatalığı görünce “ne olur bunlar zehirdir, önümden kaldırınız” dedi. Sonra da sebebini anlattı. Benim bir tanıdığım serasında salatalık yetiştiriyor. Bir gün ona uğradım baktım ki serada kimyasal ilaç kullanıyor. Kendisine “siz bunlardan yiyiyor musunuz” dedim. Bana gevrek gevrek bakarak seranın yan tarafını gösterdi. Kendimiz için organik ve kimyasal ilaç kullanmadan yetiştiriyoruz” demişti. Utanma; sıradanlaştı, monotonlaştı ve içerikten yoksunlaştı… Dilini ve dinini bilmediği halde yardım eden yanımızın fedakâr, fahiş fiyat, hırsız ve fırsatçı yanımızın çürümüşlüğünü anlatan hikâyeleri çoktur. Fakat yaşlı dünyamızın olmazsa olmaz afetlerinin panzehiri; fedakârlıktır.
Önlenebilir Ölümler/Koruyamadığımızı Kurtarmak
Bugün depreme karşı tedbir almada bilgisiz ve çaresiz değiliz. Akdeniz Üniversitesi Deprem Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ramazan Özçelik, “Türkiye'nin deprem kuşağı üzerinde olan bir bölge olduğunu her an başka bir noktasında da deprem olabilir. Yapılarımızdaki beton ve demir miktarı yetersiz. Deprem şartnamemizde 25 birimden daha düşük betona izin verilmezken, yıkılan binalarda muhtemelen 5 ila 10 birim civarında" Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki deprem öldürmüyor, öldürmez de, asıl bizi öldüren ihmaller, duyarsızlıklar, umursamazlık, eksik malzeme ve çürük binalar vb. söylemine bir kez daha şahit olduk.
Japonya’lı deprem uzmanı Yoshinori Moriwaki felaketin boyutlarını küçültmenin yolunun kurallara uyulması gerektiğini şöyle anlatır; “Türkiye’nin “deprem yönetmeliği” Japonya’dan daha sıkı ve kalitelidir. Fakat yönetmeliğin titizlikle uygulanmaması ve kaçak yapılar olduğundan deprem meydana geldiğinde yıkılan bina sayısı artmaktadır…” Vicdan aşınmışsa yönetmeliğin mükemmel olması işe yaramıyor. Tıpkı Kur’ân’ın, inananların hayatlarında amele dönüşmemesi gibi! İyi fikir kötünün elinde kötü, iyinin elinde iyiye dönüşür.
6 Şubat’taki depremin merkezi Kahramanmaraş’ın Onikişubat ilçesindeki Sara Sitesinin zemin katındaki züccaciye dükkânındaki porselen tabakların bir tanesi bile kırılmadı. Hatay’ın 42 bin nüfuslu Erzin ilçesinde dört kattan fazla bina yapılmasına “izin verilmediğinden” tek bir bina yıkılmadı. Sebebi dört kattan fazla bina yapılmasına izin verilmemesidir. Topal ördek gibi ayağı kesilen bir insan ayakta duramayacağı gibi, bir binanın da “kolonları kesildiğinde” şiddetli depreme dayanamaz. Depremde sonuçlara değil, sebeplere odaklanılmazsa tekrar yaşanır.
Haksızlığın ve Zulmün Dini Teminatı; Kadercilik
Başlıktaki ifade Roger Garaudy’e aittir. Bu da açgözlülüğümüz ve öngörüsüzlüğümüzün eleştirisidir. İradesi olan bir insanı alıp kurulu bir robota dönüştürürseniz bunun adı kaderciliktir. Hâlbuki insanı diğer canlılardan farklı ve üstün kılan özelliği irade özgürlüğüdür. Kur’ân “De ki: “İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen ret etsin... “ (Kehf, 18/29) âyetiyle, insanın inanıp inanmama “tercihine sahip” olduğunu bildirir. Allah karşısında iradesini kabul veya ret bağlamında kullanabilen yegâne varlık insandır. Farklı kategoride yaratılan şeytanı da dahil etmek mümkündür.
İnsanlara rehberlik etsin, işlerini ve dünya yolculuğunu kolaşlaştırsın diye gönderilen ilahî kitaplar insanlar tarafından özellikle “din adamları” tarafından yanlış yorumlandığında fayda sağlamaz. Tıpkı bir ilacın dozu gibidir din. Nasıl ki ilacın dozunu iyi ayarladığımızda şifa verir. Fakat aynı ilacın dozunu uzmanlar eliyle daha çok menfaat temini için iyi ayarlanmadığında şifa yerine hasta eder ve öldürür. Din, uzmanın fikriyle sağlıklı ve sahih şekilde yorumlandığında derde derman olur. Cahilin elindeyse, tıpkı doktor olmayanın elindeki neştere benzer, şifa yerine insanı ölüme götürür. Bu durum hem batıda hem de doğuda aynıdır. Bütün dinlerin kaderi böyledir. Din adamlarının eliyle yanlış yorumlanarak menfaat elde edilerek zâlimin zulmüne payanda yapılmıştır. Hiçbir dini metin bizatihi problem çözmez. Her dinî metin potansiyel olarak problem çözmeye müsaittir. Din uzmanları tarafından problemlere göre yorumlanarak problem çözerler. Tıpkı kâinatta her türlü hastalığın ilacının ancak uzman eczacının eliyle ve yorumuyla şifaya dönüşmesi gibidir. Mesela; Fizikçi Öğretim Üyesi, Kahramanmaraş merkezli 10 şehirde yıkıma neden olan 2 büyük depremin ardından sosyal medya hesabından paylaşımlarda bulundu. Öğretim üyesi “Deprem veya binalar öldürmez, Allah öldürür. O da eceli geleni. Depremde ölenler aynı anda Mars'ta bile olsalar yine öleceklerdi. Ölüm mekâna değil zamana bağlıdır” dedi. Bu problemli sözlerin sahibi cami sokağındaki tezgâhtan bir ilmihal alıp okusa muhtemelen bunları söylemezdi. Çünkü bu dil, dine, fay hattının şehirlere verdiği zarardan daha çok zarar verir. Kur’ân’ın “başınıza gelen her felaket kendi ellerinizle yapıp-ettiklerinizin bir ürünüdür…” (Şûrâ 42/30) beyanında geçtiği üzere âyet, yaşanan felaketlerde insanın sorumluluğunu yok sayıp, ortadan kaldırarak eylemlerimizin de sonuçlarından aklanacak şekilde yorumlanamaz. Suçlular dışardan gelmedi. Aslında hatayı düzeltmenin yolu kabullenmektir. Kusurumuzu “kabullenmesek te” suçlu biziz! Toplumsal olaylar fizikteki bileşik kaplar veya domino taşı etkisine benzer.
Kur’ân, peygamberler dâhil her bireyin yaptıklarıyla “yüzleşmesini” ister. (A’raf, 7/23) Burada yapılamayan “yüzleşme” ahirette yapılacak. Ahiret gerçek anlamda yüzleşme yeridir. Orada kimse işin içinden hesap vermeden sıyrılamaz.
“Horozu çok olan köyün sabahı geç olur” sözünde geçtiği üzere Ortadoğu’da “ din ve diyaneti” konuşmak için uzmanlık değil, sakal, cübbe, tesbih, hacca gitmek, Kur’ân okuması ve ağzının iyi laf yapması yetiyor. Bu da yetmiyor âyetleri beceriksizliğimizin üstünü örten bir şal yapıyoruz. Geldiğimiz nokta bu şal Müslümanların duyarsızlık ve tembelliklerini örtmediği gibi yeni neslin din ile ilişkisini de zayıflatıyor.
Depreme Kızmayıp, Deprem Âyetinin Okuryazarı Olma
Evlerimizin içini temizlerken bize daha geniş ev sahipliğini yapan kâinatı çöplüğe çevirdik. Bulaşık ellerimizin bulaştığı yerleri tekrar lazım olmayacak şekilde tahrip ettik. Hâlbuki Kur’ân’ın yazılı âyetleri nasıl saygı, hürmet görüyorsa deprem de tekvini/görsel bir âyettir erbabınca okunmalı ve istifade edilmelidir. Deprem âyetini ibare/yazılı metin üzerinden değil görsel işaret üzerinden okumak gerekir. Çünkü Kur’ân insan kâinat ilişkisinin nasıl olması gerektiğini bildirmek için gönderildi. Kâinatı kendimize uydurmak değil bizim kâinat kitabının kanunlarına/âyetlerine uymamız gerekir. Kur’ân “yeryüzünün dağlarında ovalarında dolaşın…” (Mülk, 67/15) emir kipiyle beyin korteksimize kazır gibi “kâinat ayetlerini” inceleme çağrısı yapıyor. Aksi halde beşerin istifadesi için yaratılan deprem, yağmur, kar vb. âyetler cehaletimiz yüzünden felakete dönüşür, dönüşüyor.
İnsanlık Tarihi Kadar Eski Türkiye Risk Haritası
Hayattaki acıların en büyüğü, gelmesi takdir edilen/bilinen depremlere karşı tedbir almamaktır. En iyi tedbir de “şehir kültürüne” sahip olmaktır. Yeni şehir kurulurken, haritada da görüldüğü gibi “gülkurusundaki kırmızıdan” daha koyu tonda ve en ince ayrıntısına kadar bilinen fay hatlarından uzak durmak gerekir. Aksi halde vaziyet şuna benzer; karda veya yağmurda sokağa şemsiyesiz çıkıp daha sonra “üşüttüm” diyerek şikâyet etmeye benzer. Hatta daha da komikleşerek “kahrolsun Amerika!” diyerek bağırmaktır.
Yukarıdaki haritaya baktığımızda yaşanacağı kesin ve belli olan depremi bilmek için jeolog olmaya gerek yoktur. Sahip olmamız gereken tek şey akıl, bilgi ve insanî duyarlılıktır. Japonya vb. ülkeler bu problemi çözmüş yağmur, güneş, rüzgârla yaşamayı öğrendikleri gibi “depremle yaşamayı” öğrenmişlerdir. Aynı şiddetteki deprem Japonya ölüme sebebiyet vermezken Ortadoğu’da ülke savaştan çıkmışa benziyor.
Deprem uzmanı Prof. Dr. Cenk Yaltırak “…Fay hatları için bilim yoluyla önlem alıp, ülkenin fay haritalarını yenileyebilirsiniz. Şu anda yapılan haritanın eski olduğu görülüyor. Eski haritaya dayanan deprem senaryolarını iptal edip yeni deprem senaryoları yapabilirsiniz. O deprem senaryoları üzerinden bina yaparsınız. Oluşacak ivmeleri modellersiniz. Bir kentte oradaki depremle binaların yıkılıp yıkılamayacağına karar verirsiniz. Bunlar kurumsal olarak dikkate alınmıyor. Biz 21’inci yüzyılın bilimiyle hareket etmek zorundayız...”
Bir başka uzman da Prof. Dr. Naci Görür “Yıllardır uyardığımız yer. Tek bir yönetici arayıp ne yapalım demedi. Bunca uyarıyı niye yaptık” diyerek isyan etti. Naci Görür, gece Kahramanmaraş depremi duyduğumdan beri ağlıyorum” dedi.
Deprem Dayanıklılık Test Raporu
Kur’ân, her insanın konuşmalarından ahirette sorumlu olacağını anlatır. Bu durum insanın kendini denetlemesini sağlar. (Kâf, 50/18) İnsanın kendisini denetlemesine ilave olarak dış denetleme/mevzuatta olmalıdır. Bu mevzuat “değişen yönetimlerle” sık sık değişmemelidir.
Celalud’dîn er-Rûmî şöyle der; “Birisi durmadan içinde oturduğu eve gizlice şöyle diyordu: “Ey ev! Sakın yıkılma, eğer bir gün yıkılacak olursan bana önceden haber ver.”
Bir gece ev, birden bire yıkıldı. Adam ne dedi, bilir misiniz? Dedi ki: “ Ey ev! Bunca zamandır, sana söylediğim sözlere, ettiğim vasiyetlere ne oldu? Sözlerim hiç mi sana tesir etmedi?
Yıkılmadan önce bana haber ver, haber ver de çoluğumla, çocuğumla kaçmak için bir çare bulayım, demedim mi sana?
Ey ev, küçük bir habercik bile vermedin. Bu vefasızlık değil midir? İkimiz senelerce beraber yaşamadık mı? Bunca yıllık dostluk, bunca yıllık sohbetlere ne oldu?
İnsafsızca başıma çöktün, yıkıldın da beni çoluk çocuğumla perişan bir halde, ağlar inler vaziyette bıraktın.
Ev dile geldi de dedi ki: “ Gece gündüz kaç kere, ama kaç kere sana haber verdim.
O tarafta, bu tarafta çeşitli çöküntüler, yıkıntılar oldu. Gücüm kuvvetim kalmadı. Aklını başına al, vakit geldi çökeceğim! Diye ağız açtım, durumumu sana açıkça haber verdim.
Sen ise çatlayan, ağız gibi açılan yerime öfke ile balçık sıvamaktaydın. Duvarlarım baştanbaşa deliklerle doldu. Sen her defasında o delikleri balçık ile sıvayıp tıkadın. Nerede ağız açtımsa, sen hemen ağzımı kapadın, bırakmadın ki söyleyeyim!”
Eğer kolonlardan sesler geliyor, kapılar kapanmıyor, duvarlar çatlıyor, fayanslar çatlayıp dökülmeye başlıyorsa bina hastadır. İnşaat mühendisine danışmak gerekir diyor uzmanlar.
Hastalandığımızda doktora gidip tedavi oluyoruz. Arabamız bozulduğunda sanayi sitessine götürüp tamir ediyoruz. Araçlar belli aralıklarla muayeneden geçirildikten sonra trafiğe çıkabilmektedir. Aracın kusuru bulunduğunda araç sahibine ceza yazılır. Böylece kusurlu araçla daha fazla insan ölümüne sebep olmadan tedbir alınmış oluyor.
Aynı sistemi binalar için de “zorunlu” hale getirmek gerekir. İnsanlar oturdukları binaların depreme karşı dayanıklılığını hikâyede geçtiği üzere yıkılmadan sorgulatmalılar. “Deprem öldürmez, depreme uygun olmayan yapılar öldürür” sözünü bilmeyen yoktur. Japonya’da şiddetli depremlere rağmen nadiren can kaybı oluyor. Bundan dolayı bina deprem riskini tarama yöntemini gösteren birimlerin sayısını çoğaltmak gerekir. Çünkü binalarda kullanılan çimento, tuğla, biriket vb. malzemenin belli bir süresi var. Bu süreden sonra malzemenin hem dayanıklılığı azalıyor hem de malzeme eskiyor. Bodrumlardaki “hava sirkülasyonu” az olduğu zaman rutubetten malzemelerdeki bozulmalar erken başlar. Eğer erken tedbir alınmazsa “kanser hücresi” gibi bütün binayı sarar.
Bundan dolayı binalar belli aralıklarla işin uzmanları tarafından tıpkı araçlarda olduğu gibi “mecburi” muayeneden geçirilmelidir. Binanın kullanım ömrü dolmuşsa sahibine su ve elektrik bağlantısı yapılmayarak yaptırım uygulanmalıdır. Aksi halde cezasını sadece ev sahibi çekmiyor, bütün toplum çekiyor. Aynı şeylerin tekrarında aynı sonuçlar kaçınılmazdır.
Tedbirleri, deprem, sel, yangın felaketi gelmeden almak gerekir. Ne yazık ki başımıza deprem, yangın, sel felaketleri gelmeden aklımızı kullanmıyoruz. Toplum ve birey olarak “duyarsızlığımız” üst seviyededir. Bundan dolayı “keşkesiz” bir hayat yaşayamıyoruz. Keşke şöyle veya böyle yapılsaydı da, bunlar yaşanmazdı anlamındaki cümlelerin ardı arkası kesilmiyor. Fayda vermese de âhirete kadar uzanıyor. “Ya Rabbî! Ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.” (Mü’minun) 23/99-100)
Yaptığımız binalar, yaşanabilirlikten, estetikten ve işe yararlılıktan uzak, kavak ağacı gibidirler. Bolca yaptığımız dikey çürük binalardaki sevdiklerimizi tek tek kaybederek hem insan kaynağımızı kurutuyor hem de ülkenin ekonomik imkânlarını heba ediyor sonra da oturup ağlıyoruz.
Problemler meydana gelmeden önlemek gerekir. Deprem vb. önleyemediklerimizi “iyi yöneterek” çözüm üretmek gerekir. Yoksa sürekli felaketlerle boğuşan ve çözemeyen toplumlar cazibe merkezleri olamazlar. Bir de felaketler vesilesiyle dışarıdan gelen insanlar bir tarafta yardım ederken diğer tarafta “beceriksizliğimizi” ve iş bilmezliğimizi de geri döndüklerinde beraberlerinde ülkelerine gözlem raporlarıyla götürüyorlar.
Depremler, devletler bağlamında bile karşılıklı sevgilerin artmasına, çürük önyargıların çökmesine vesile oldu. Normalde kavga edecekler yardımlaştı. Hepsinin tek derdi bir canı enkazdan kurtarmaktı. İçerde ve dışarda sevenimizin çok olduğunu depremde yaşayarak öğrenmiş olduk. Depremlerde insan olmanın gereği ortaya koyduğumuz “insanlığımızı” bütün zamanlara yayarak sürdüremez miyiz? Bunu daha önce hac için gözlemlemiştim. Hacca giden ve orada dünyanın farklı ülkelerinden gelenlerle tanışıyoruz. Özellikle bayanlara karşı son derece kibar, nazik ve merhametli oluyoruz. Ne yazık ki aynı duyguları sınır kapısından girdiğimizde unutuyoruz. Neden? Çünkü ibadetlerin dönüştürücü içerik ve gücünden değil “şeklen” yapılmasının yeterli olacağına inandırılmışız. Okuduğumuz Kur’ân’ı anlamasakta olur gibi. Hâlbuki bireyi dönüştürmeyen değiştirmeyen ibadetler “mış gibi” dir. Yani, yapılmış fakat yapılmamış gibidir.
1945 yılında Almanya bombalarla her tarafı enkaz haline geldikten kısa bir süre sonra kolları sıvayıp 10 yıl bile geçmeden çalışarak, kaliteli eğitim ve “disiplinleriyle” dünya ekonomik devlerinden birisi haline geldi. Biz de niçin olmasın? Yeter ki Anadolu insanına “rehberlik” edip yapısındaki “cevheri” işlemesini bilelim. Vesselam…
YAZIYA YORUM KAT