Dini Zimmetine Geçirmek
İlahi vahyin ençok eleştirdiği konuların başında Hıristiyan ve Yahudi din adamlarının tavırlarıdır. Din adamları yetkili olmadıkları hususlarda ahkâm kesmekten geri durmamışlar. Dünyayı kazanç alanı yaptıkları gibi Allah'a ait olan ahiret alanına bile müdahale ederek kimin cennete gireceğine dair parselleri menfaat karşılığında sattılar.
İnsanlara problemlerini nasıl çözeceğini karanlıklardan aydınlığa nasıl çıkacaklarını göstermesi gereken din, din adamları eliyle insanlar karanlıklarda bırakıldı. Mezhepler savaşı adı altında insanlar birbirlerini katlettiler, katlediyolar. Bunun da faturası dine çıktı. Batıda kilisenin boşalmasına doğuda da caminin adım adım ona doğru gittiğini görmek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Yapılan araştırmalarda bayram ve cuma namazları hariç namaz vakti başına düşen cemaat sayısı sadece (3) üçtür.
İlahi vahiy kendilerini din temsilcileri olarak görenleri hem kınar hem de yerer. "…Onlar, her türlü yalanı can kulağıyla dinleyenler, kötü olan her şeyi aç gözlülükle yutanlardır!..." (Mâide, 5/42) Âyette geçen "…kötü olan her şeyi aç gözlülükle yutanlardır!" izahında M. Esed şöyle der: "Suht ismi, sehate, “(bir şeyi) tamamen yok etti” fiilinden türetilmiştir ve öncelikle “yıkıma götüren herhangi bir fiilde bulunma”yı gösterir, çünkü o fiil iğrençtir ve bu nedenle yasaklanmıştır. Haramı din üzerinden helal görme veya gösterme hali…
O halde sözkonusu kelime, bizâtihî kötü olan herhangi bir şeyi ifade eder. Yukarıdaki bağlamda, "ekkâlûne li's-suht" mübalağa ifadesi, “yasak olan her şeyi (yani, gayrimeşru kazancı) açgözlülükle tıkıştıranları" yahut daha doğrusu, “kötü olan her şeyin -yani, düşmanları tarafından Kur’an'ın etkisini yok etmek için uydurulmuş her yalan ifadenin- üstüne açgözlülükle atlayanlar”ı gösterir."
Hakkı olmayan bir şeyi bütünüyle ele geçirmeye Türkçe'de “deveyi havuduyla yutmak” sözüyle formüle edilir.
Din adamlarının tavır ve davranışları Kur'ân üzerinden bize aktarılıyorsa bu mesajlar bizi de ilgilendirdiği içindir. Yoksa sadece Yahudi ve Hıristiyanlara mesaj verilmiyor. Onlar zaten kendi kitaplarının mesajları ile ilgileniyorlar.
Burada şu husus önemlidir. Din adamlarının dini kullanarak, konsolide ederek, din üzerinden harama meşruiyyet kazandırırak daha da ötesi "besmele çekerek" işledikleri çirkinlik tarihte daha fazla kalıcı ve yüzkızartıcı izler bırakmıştır.
Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının üzerinden bütün aydın ve ilim ehline verilen mesajda yapılan haksızlık ve yolsuzluklara ses çıkarmama hatta onlara ortak olmanın çirkinliğine vahiy şöyle dikkat çekmektedir: "Neden onların din adamları ve hahamları onları günahkârca iddialardan ve her türlü kötülüğe saplanmaktan alıkoymadılar? Ortaya koydukları şey ne kötüdür!" (Mâide, 5/63) Haksızlık ve çirkinliğin işlenmesine ses çıkarmamada din adamlarının da menfaatleri olduğundandır.
Dindar olmak bireysel bir tercih olduğundan toplumsal olaylarda bir ölçüt ve kıstas olmamalıdır. Çünkü dindarlığın "barometresi" yoktur. Dindarlığın ölçüt olduğu toplumlarda "şekilci dindarlık" enflasyonu olur. Böyle olduğunda ehliyet ve liyakat devre dışı kalır.
Dindarlık kriteriyle toplumu yönetme kilisenin sürekli kriz çıkaran bir kriteridir. Bundan da kurumsal olarak hem kilise hem de Hristiyanlık zarar gördü. İkisi de insanlar nezdinde bir daha eski "haşmetli" günlerini göremedi.
Dini Temellük Etme
Temellük etme; Mülk edinmek, bir mala sahip olma, taşınmaz malları üzerine geçirmektir. Hiçbir şahıs veya kurum; cemaat, tarikat, mezhep, diyanet, ilahiyat dini temellük edemez. Din indirilişi itibariyle kimsenin malı değildir. Yüce Allah Kur'ân'ın telif ve basım hakkını belli bir şahis veya kuruma vermemiştir. Kâinatta yaşayan her insan bu kitabın muhatabı ve sahibidir.
Tarihi bilgiyi bize aktarmada en sahih vesika Kur'ân'dır. Kur'ân bize bazen ilk insandan bilgiler aktarır. Bazen de Mısır'ın yönetim ve yöneticilerin sergiledikleri olumsuz tavırları aktarır. Niçin? Aynı tavırları biz de sergilemeyelim diye!
Firavun kadim Mısır inancına göre kendisinde ilahilik vasfına sahip olduğuna inanır. Bunu da bütün topluma ilan eder. Toplum bunu kabullenmiş ve onaylamış gözüküyor. “Ben sizin en büyük Rabbinizim” (Nâziat, 79:24) diyerek kendisinden menkul tanrısallığı çekinmeden söyler. Bunu kendisine yapılacak itiraz ve muhalefete söz hakkı vermemek için yapar. Kendisi rab olunca ona itiraz edilmez. İstediğini yedirir istediğini doyurur. Memleketin servetini dilediği şekilde kullanır. Yapılan itiraz yapanı kutsala karşı gelmiş sayar.
"Firavun, Musa'ya “Bak”, dedi, eğer benden başka bir tanrı benimsersen, seni mutlaka hapse attırırım!”(Şuara, 26/29) Firavun'daki ilahilik vasfına sadece kendisi değil vatandaşlar da inanıyordu. Veyahut yaptırdığı propaganda sayesinde inandırılmıştı.
Hatta bugün de Mısır'daki turistik mekânların başında gelen piramitler o dönemin insanları tarafından inşa edilmiştir. Piramitlerin inşasında çalışanlar sıradan bir işi yapmadıklarına inanıyorlardı. İnsanlar tarafından "ilah" olarak kabul edilen şahsın mezarında çalışmak ayrı bir ibadet neşvesi veriyordu çalışanlara.
İlahlığı kendinden menkul Firavun kendisine yöneltilen itirazlara karşı "sizi zindanda çürütürüm" diyerek baskı ve dayatma ile yönetimini ayakta tutar. Bu da acziyetin ve zayıflığın ifadesidir. Hâlbuki yönetiminde emin olanlar insanların hakaret ve şiddet içermeyen her türlü itirazlarını normal ve makul görürler.
"Firavun da dedi ki: “Ey benim danışmanlarım ve devlet adamlarım! Ben sizin benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyorum…"(Kasas, 28/38)
Yönetim alanını dini alana çekerek hem yönetimini kutsallaştırıyor hem de yapılan zulümlere itiraz edenlere hayat hakkı tanımıyordu. Hâlbuki yönetim alanı ilahi değil beşeri içtihadın olduğu bir alandır. Peygamber (sas)'in vefatının ardından sahabe arasında yapılan müzakere ve mücadeleler yönetim alanının beşeri içtihatla inşa edilen edilecek bir alan olduğunu göstermektedir. Bu alana kutsallık yükleme "ehliyet ve liyakat" ilkesine sahip olmayanların yönetimi ellerine geçirmek istemelerindendir. Tıpkı meşru ve ehliyet ve liyakat üzerinden yönetime geçemeyenlerin darbeyle yönetime geçmelerine benzer. Muaviye b. Ebi Süfyan'ın Hz. Ali'ye "itiraz ve isyanı" böyledir.
Ülkeyi Temellük Etme
Firavun sadece dini alanda değil bütün Mısır'ı da elinde tutuyor, ülkeyi kendi malı gibi görüyordu. Ülkede tasarruf yetkisi kendisinde idi.
"Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: 'Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?' (Zuhruf, 43/51) Mısır'ı kendisi adına temellük ederek mülkünde kimin yaşayacağına kimin Mısır'dan sürgün edileceği kararını Firavun veriyor. Çünkü Mısır zimmetinde olduğu için tasarruf yetkisi sadece kendisindeydi.
Daha da ötesine giderek "…ülke halkını kastlara, sınıflara ayırmıştı. (Öyle ki,) onlardan bir kısmını iyice hor ve güçsüz görmek istiyor (ve bunun için de) erkek çocuklarını öldürüyor, (yalnız) kadınlarını sağ bırakıyordu…" (Kasas, 28/4) İstediğine hayat hakkı verip istemediğine vermeme yetkisine sahip olduğunu iddia ediyor. Etrafındaki "âlimler" de bu karara "meşruiyet" kazandırıyordu.
Tarihten hiç ders alınmamış olacak ki seçilmiş cumhurbaşkanını ülkenin muhafazakâr partisi, Mısır Müftüsü, Ezher Üniversitesi ve batının desteğiyle devirip idama mahkûm eden Abdulfettah es-Sisi, Mısır'ı kendi malı gibi görüp "temellük" etmekten çekinmemektedir.
Kendisi Gibi Düşünmeyenler
Kur'ân olması gereken bazı modelleri verdiği gibi olmaması gereken prototipleri de verir. Bunlardan birisi de Firavun'dur. Firavun kendisi gibi düşünüp inanmayana hayat hakkı tanımaz. Hatta kimin iman edip etmeyeceği yetkisini kendisinde görür.
Firavun: “Ben size izin vermeden mi o'na inandınız?” dedi, (…) bu ihanetinizden ötürü, hiç şüpheniz olmasın, çoğunuzun ellerini ayaklarını kesivereceğim; ve yine hiç şüpheniz olmasın ki, pek çoğunuzu da hurma kütüğüne asacağım…" (Ta-hâ, 20/71) Tarih boyunca hiçbir güç ve kuvvet insanların düşüncelerini yok edememiş fikirlere kement vuramamıştır. Bunu Firavun prototipi üzerinden görmek mümkündür.
Fikir ve düşünceler değişik yollarla; hapis, işkence, dayatmayla bastırılabilir fakat yok edilemezler. Karşı olduğumuz fikirleri yasaklayarak güçlü kılarız. Fikirle mücadele fikirle yapılmalıdır. Fikirlere karşı fiili güç kullanma o fikri daha da güçlü ve cazip yapar.
Mesela; Kürtçenin yasaklandığı yıllarda sanatçıların kaset ve cd'leri karaborsada zor bulunurdu. Şimdi de devletin resmi televizyon kanalı 7/24 Kürrtçe yayın yapıyor. Halimiz tam da fıkraya benzedi.
Engizisyonu aratmayacak muameleye uğrayan İbn Rüşd'ün kitapları yakıldığında, sevdiği bir öğrencisi bu manzara karşısında kendini tutamayarak ağlamaya başlar. İbn Rüşd kendinden emin bir şekilde ona şöyle der: "Evladım bu akıl almaz işi yapan Müslümanların haline ağlıyorsan, denizler dolusu gözyaşı yetmez. Kitaplar için ağlıyorsan, bil ki fikirlerin kanatları vardır ve düşünen insanların zihnine ulaşmak için sonsuzluğu aşarlar." Gerçekten de filozofun dediği gibi oldu. İbn Rüşd bugün bile fikirleri insanların zihnini aydınlatırken kitap yakanların ismini kimse bilmiyor.
Kur'ân insanların iman etmelerinin tamamen kendi bireysel tercihlerine bağlı olduğunu ortaya koyar. . "…Artık isteyen iman etsin, isteyen inkâr etsin!” (Kehf, 18/29) âyeti inanç özgürlüğünün teminatıdır.
Allah, insanların insanlara dini tebliğ görevini saklı tutarak kimseye kimsenin imanını “onaylama” yetkisi vermemiştir. İlahi vahiy “Onlara inanç dayatan bir zorba değilsin!” (Ğaşiye, 88/21) buyurarak tebliğde yol haritası gösterir.
Bir insan kendi beyanı ile “Müslümanım” diyorsa Müslüman kabul edilir. Yine kendi ifadesi ile “Müslüman değilim” diyorsa beyanına itibar edilir. İslam’da hiçbir kişi veya kurum fertleri dine dâhil etme veya dinden çıkarma yetkisine sahip kılınmamıştır.
İman kalbe atfedilen bir eylemdir. Vahiy, Ammar b. Yâsir’in başından geçen işkenceyi ifade ederken “kalbi imânla dolu olduğu halde...” (Nahl, 16/106) şeklinde anlatır. Bu da gösteriyor ki imanın mahalli kalptir. Bu durum sadece iman için geçerli değildir. İnkârın da mahalli kalptir. Kur’ân “Sizin ilahınız bir tek İlahtır. Öyle iken âhireti inkâr edenlerin kalpleri, bu gerçeği de inkâr eder. Hep kibirlenip dururlar.” (Nahl, 16/22) âyeti inkârın kalbe atfedildiğini göstermektedir.
Vahyin terbiyesinden geçen Allah Resulü de imanın yerini kalp (Müslim. "İman", 41) olarak göstermiştir ki, hiç kimsenin bir başkasının imanı hakkında” noterlik” (onay) yetkisine sahip olmadığını bilmesi gerekir. Yoksa Kur’ân’ın aforoz veya onay gibi faaliyetlerini onaylamadığı kilise zihniyetini İslam elbisesi giydirerek hortlatmış oluruz.
Tekfir; Din Dışı İlan Etme
Günümüz İslam coğrafyasında çokca görünür olan tekfir hastalığının bir sebebi de fertlerin kendilerini dinin müntesibi değil sahibi görmeleridir. Mesela: Evinizin sahibi olduğunuzdan dolayı eviniz sizin özel ve korunmuş alanınızdır. Bir suç işlemediğiniz müddetçe hiç kimse müdahale edemez. Veya sahip olduğunuz bir eşyada meşru olmak kaydıyla dilediğiniz şekilde tasarruf edebilirsiniz.
Fakat dine gelince, sahibi Allah'tır biz de sadece bu dinin müntesipleriyiz. Kendimizi müntesibi değil de sahibi gördüğümüzde bizim fikir dünyamıza uymayanları dinden çıkarır. İstediğimizi de dine bazen de cennete koyarız. Tam bir komedi. Fakat ne yazık ki yaşanıyor.
Herkes kendisini nasıl görüyorsa öyle kabul edilmelidir. Yanlışı varsa, öte dünyada Allah dilerse affeder dilerse cezalandırır. "…O, dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır;" (Âl-i İmrân, 3/129) âyetinde geçtiği üzere ilahi irade ahiretteki affetme ve cezalandırma yetkisini kendi uhdesine alıp kimseye devretmez. Hiç kimsenin başkasının imanını onaylaması söz konusu değildir. Kendi imanımızı da başkasına onaylatmaya ihtiyacımız yoktur.
Camiye kimin gelip gelmeyeceğine, kimin cenaze namazının kılınıp kılınmayacağına yetmezmiş gibi ahirete de uzanarak Allah'a ait yetkiyi kullanarak cennete kimin girip girmeyeceğine karar verme, dini zimmetine geçirmektir. Dine yapılan en büyük kötülüktür. İnsanları özellikle gençleri dinden soğutur.
Kadına Şiddetin Başka Boyutu
Günümüzde görünürlüğü oldukça artan neredeyse hergün kadın cinayetiyle sarsıldığımız bir dünyada yaşar olduk. Bunun bir boyutu da eşini hayatı beraber yaşaycak bir birey olarak değil kendisinin malı gibi görmesi yani "temellük etmesinden" kaynaklanmaktadır. Hâlbuki eşlerimiz birer bireydir. Seçimlerini özgür tercihleriyile yapabilirler.
Eşlerin mal kazanmaları özgür iradeleriyle kendi tercihlerine bırakılmıştır. Çalışarak zekât verilecek kadar malı olanların zekâtlarını vermeleri, Hac farziyeti varsa ibadetlerini yerine getirmeleri dini bir görevdir.
Aliya İzzet Begoviç: “Tevhit, aynı inancı paylaşan insanların birlikte yaşaması değil; farklı inançta olan insanların birlikte yaşayabilmeleridir.” derken toplumsal birlikteliğin formülünü ortaya koymaktadır. Farklılığı bir arada yaşatma ahlakına ihtiyacımız var.
YAZIYA YORUM KAT