İlahiyat Okumak mı Bitirmek mi?
İlahiyat Fakültesinde sınıfa gidip ders anlattığım günleri özledim. Öğrencilerle yüz yüze ders yaptığım zaman dilimlerinde arada sırada öğrencilerle hasbihalde bulunma imkânı da buluyordum. Bu hasbihallerden birisin de öğrenciler "Hocam! Fakülteyi bitirdiğimizde ne yapacağız. Kur'ân kursu hocası, imam, vaiz veya öğretmen olarak atanabilecek miyiz?" Serzenişleri hepsinin üzerinde ittifak ettikleri sorulardan birkaçıydı.
Ben de öğrencilere şöyle derdim "Kıymetli Arkadaşlar! Günümüzde fakülteyi bitirmek kolaydır. Eskiden üniversiteye girmek zordu iş bulmak kolaydı. Şimdi üniversiteye giriş son derece kolay fakat iş bulmak zordur. Bunun sebebi de kalite problemidir. Bu bakış sadece ilahiyatlar için değil. Bütün fakülteler için geçerlidir. Birkaç yılı geçmez tıp fakültesi mezunlarının "alan imtihanlarına" gireceklerini söylemek kehanet değildir.
Fakülteyi her halükarde bitireceksiniz. Fakat üzerinde düşünmeniz gereken temel husus; kaliteli bir ilahiyatçı olup olmadığınızdır.
Beş yıl boyunca fakültede okurken yeni bir dil öğrenebilidiniz mi? (Türkçe'yi kullanırken zorlandığınız, yazmaya gelince daha çok zorlandığınızı klasik metotla yaptığım sınavlarda gördüm. Halen sadece Afrika ülkelerinde uygulanan test yönteminden vazgeçmeyenleri anlamak mümkün değildir.)
Fakülteyi bitirdiğinizde yeterlilik şartlarından birisi usul ve adabına göre Kur'ân okuma ve okuduğunu kelime anlamı üzerinden bilmek. Bir de Arapça bir metni okuyabilecek kadar Arapçaya hâkim olmaktır. Bunların ötesinde ikinci bir dil bilmek size "farkındalık" kazandıracağı muhakkaktır.
Hat veya tezhib gibi bir sanat dalında icazet sahibi olmalısınız. Duygularınızın gelişmesi ve Kur'ân-ı güzel okumak için ney üflemek veya başka bir enstrüman çalmak kişiye farkındalık kazandırır.
Sosyal bilimlerle ilgilendiğiniz için iletişim kurma bilgisine sahip olmalısınız. Bilginin anlık değiştiği bir zaman diliminde sürekli kendinizi yenilemeniz gerekir. Bilgi edinmeyi Peygamber (sas)'in sürekli ve hayat boyu olması gerektiğini "beşikten mezara kadar" beyanları unutulmamalıdır.
Okumak mı Bitirmek mi?
İki hususu birbirinden ayırmak gerekir. O da, bitirmek ayrı okumak ayrıdır;
Fakülteyi okumak; derse gelmeden hazırlanmalı, derse katılmalı, dersi derste anlamalı, özgür bir platform olması gereken sınıfta fikirlerini anlatabilmeli, sınıftaki fikirlere katılmasa bile katlanmalı, ders hocasının fikirlerine şerh koyabilmeli, "başüstüne efendimci" olmayıp kendisine anlaşılmaz ve saçma gelen fikirleri onaylamamalı, eleştirel düşünceye sahip olamlı "ilim ve fikir yolculuğunu" kesintisiz devam ettirmelidir. Özellikle bilgiye ve kitaba değer vererek, özenerek ve ihsan sırrı çerçevesinde yaşamalıdır.
Mustafa çağrıcı'nın dedği gibi "hiçbir bilgi, görüş hoca söyledi diye doğru, öğrenci söyledi diye yanlış olmaz. Yanlışsa “otur! saçmaladın!” demekle de düzeltilmiş olmaz; çünkü “otur! Saçmaladın!” tarzı sözler hiçbir fikrin saçmalığının ispatı değildir. Tersine böyle sözler hakaret ve baskı içerdiği için öğrencinin inandığı görüşün zihninde daha da katılaşmasına yol açar."
Bilgiyi "zorla giydirme" veya yedirmenin "nefret ve tiksinti" doğurduğunu bilmek gerekir.
Cevdet Said'in "şiddet düşünceyle ters orantılıdır. Bir insanda düşünce arttıkça ve insan aydınlandıkça şiddetin anlamsız ve yararsız olduğunu bilir. İnsanda fikir arttıkça şiddet o denli azalır" sözleri İslam coğrafyasında fiili saldırıların ve şiddetin önüne geçmenin yolu fikrin ve düşüncenin artmasıyladır.
Şunu unutmamak gerekir; Fikrin değil şiddetin ve baskının yüceltildiği yerde gelişme olmaz.
Fakülteyi bitirmek ise; fakülteye gelmekle iktifa ederek sınıfta bulunma, konuşulan fikirlere odaklanmama, sadece imtihanlarda derviş gibi sınıf geçecek kadar çalışma bilgi edinme sürecini fakülte yıllarından ibaret görme, öğrendiklerini "eleştiriden geçirmeden" isteği dışında önüne gelen yemek misali nesneleşmektir.
Sokrates "sorgulanmayan ve eleştirilmeyen hayat yaşanmaya değmez" sözünden mülhem olarak eleştirilmeden, tartışmadan, müzakere edilmeden kabul edilen fikir de sahiplenmeye layık değildir.
Bunu Kur'ân için de düşünebiliriz. Kur'ân-ı defaatle baştan sona kadar bitirebiliriz. Fakat "okumak" kıraat, ağzımızdan çıkan kelimelerin ne anlam ifade ettiğini bilmek farklıdır. Bunu söylerken Kur'ân okumanın gereksizliğini söylemiyorum. Manasını bilmeyen bazı okuyucuların duygu dünyası derin olup birçok kişiden daha canlı olabilir.
Bunu kitap okumaya da uyarlıyabiliriz. Dünyadaki ülkelerle kıyaslandığında kitap okuma oranımız çok düşüktür. Toplum olarak kitap okuyor muyuz, bitiriyor muyuz? Fuat sezgin Hoca'nın aşağıdaki hatırasında görmek mümkündür. Sizi Fuat sezgin Hocayla başbaşa bırakayım.
Fuat Sezgin Hoca İslam coğrafyasını adım adım gezip kütüphane köşelerinde meçhul kalmış yazma kitapları bulup insanlığın istifadesine sunan ender kişilerden. Fuat Sezgin Hoca bu topraklarda yaşayan her ferdin bilmesi gereken rol-model olabilecek müstesna karakterdir. Fuat Sezgin Hoca kitap bitirme ile kitap okumanın farklı şeyler olduğunu bir öğrencisiyle yaşadığı hatıra üzerinden şöyle anlatır:
Mehmet Alparslan Çelebi anlatır: "Bir gün enstitüye geç vakit gelmiştim. Saat 16 sularında. Kış günüydü. Kocaman enstitüde hocam ve iki araştırmacı vardı. Işıklar loş bir şekilde yanıyordu. Karanlık bir odada hocam bir kitaba dalmış durumdaydı. Nazikçe kapıyı tıkladım. Hocam bir tepki vermemişti. Sessiz bir şekilde kendisine seslendikten sonra da tepki alamamıştım. Bir adım attım masasına doğru ve tekrar seslendim. Hocam kitabı iki avucu arasına almış sanki harfleri teker teker seçercesine gözleriyle satırlar arasında hızlıca akıp duruyordu. Haddimi aşarak biraz daha sesli bir şekilde seslendim. Tepki yoktu. Bu sefer korkmaya başladım. En son yanına yaklaştım ve elimle omzuna dokundum hafifçe. Bir an ürktü ve ‘Mehmet!’ diye seslendi. Çok mahcup olmuştum. ‘Ne zamandan beri buradasın’ dedi sessizce. ‘Hocam 2-3 dakikadır, kusura bakmayın bir an endişelendim’ dedim. ‘Sen hiç kitap okudun mu?’ diye sordu kendisi. ‘Okudum hocam’ dedim, tam okuduğum kitapların birkaçını sayacaktım ki ‘Sen kitap okumadın hayatında Mehmet. Kitap okumak ibadet gibidir. Allah’ın rızasını kazanmak, ilim yapmak için okuduğun zaman okumuş olursun bir kitabı. Tıpkı namaza durduğun gibi kendini etrafında olan bitenlerden arındırır, kitabın ruhuna verirsin. Ve tıpkı namaz kılan insana seslenmediğin gibi kitap okuyan insana da seslenmezsin. Bir kenara geçer onun ibadeti bitene kadar beklersin” dedi. Utancımdan ne yapacağımı şaşırdım. Hafif tebessüm etti, ayağa kalktı ve ensemi şefkatle kavradı. ‘Nasihat ediyorum. Üzülmüyorsun değil mi? Size kitap okumayı unutturdular. İnşallah sizin nesliniz yine Kitap okuyan nesil olacak Mehmet. Milletin ve İslam âlemin akıbeti buna bağlı’ dedi."
Yukarıda söylediğimi tekrar edeyim. İlahiyat Fakültesini bitirmek kolaydır. Fakat okumak veya okuyarak bitirmek farklı şeylerdir. Okuyup okumadığımızı geri dönüşüm ve çıktılardan görmek mümkündür. Mesela; Bir gün Fakültedeki odama beş öğrenci geldi. "Hocam siz tefsir metinleri okumanın bizi yetiştireceğini sık sık söylüyorsunuz. Biz de tefsir okumak istiyoruz. Tefsir okumada bize yardımcı olur musunuz? Ben de onlara siz ciddi misiniz? dedim.
Hocam! Ciddiyiz ve okumak istiyoruz. Onlarla Cuma günleri sabah 08-10 saatleri arasında okuyabileceğimizi söyledim. Başka bir şartınız var mı? Dediklerinde onlara dersi aksatmak için hiçbir mazeret kabul etmiyorum. Tek mazeretimiz var o da bugün derse gelemedi çünkü "Rahmetli" oldu yani vefat etti. Öğrenciler oldukça şaşırdılar. Fakat razı olmuşlardı. tefsir metinleri okuma iki fireyle de olsa üç kişiyle uzun zaman devam etti. Bu okumada öğrencilerin çok rahat Arapça metin okuduklarını gördüm. Bu öğrenciler ilahiyatı OKUYORLARDI.
Okumayıp bitirdiğimizde Muhammed Arkoun'nun dediği gibi "cehl-i mukaddes" cehaletimizle övünür ve kutsarız. Başka ifadesiyle "cehl-i müesses" kurumlaşan cehalet zihniyeti bizi ve toplumu sarar. Bu ifadeyi daha önce ilçe müftülüğü yaptığım dönemde bir gurup gönüllü arkadaşla yaptığımız okuma proğramında da dile getirmiştim.
İlçe müftülüğü yaptığım dönemlerde tespit edebildiğim problemlerden birisi, personeldeki bilgi ve iletişim eksikliğiydi. İlçe müftüsü olarak bunu giderebilmek için bir gurup “gönüllü” olarak Bitlis /Adilcevaz’da görevli personelle birlikte sabah namazlarından sonra “kitap okuma halkası” oluşturduk. Bu halkanın müdavimleri ile beraber on sekiz ayda temel eserlerden “onbeşbin” sahife kitap okuduk. Dönüşümlü olarak günde kırk-kırkbeş sahife kitap okuyorduk. Böylece ayda binikiyüz sahife okunuyordu.
Kitap okuma halkasında yapılan okumanın katkısı ile yeni atanan personeller kısa sü-rede hutbelerini yazma becerisini ve camilerinde vaaz yapabilecek formasyonu kazandılar. Bir de çeşitli imtihanlara giren personelin başarısına katkı sağladı.
Kitap okuma halkasında kitap okumayla beraber müdavimler arasında kardeşlik atmosferi de hâsıl oldu. Tecrübi psikolojinin aynı ortak mekânı kullananların aynı işi yapan-ların arasında sevgi, muhabbet ve dolayısıyla dayanışmanın meydana geleceği gruba aidiyet hakikatini bizzat yaşadık. (bkz. Tan, "Cami ve İlim" DİB yayınları, s.111)
Bu toplumun okuyarak okuduğunu içselleştirerek bilgisini aksiyona dönüştüren ilahiyatçılara âcilen ihtiyaç vardır. Yoksa toplumu ahtapot gibi saran "menfaat çetesi" insanımızın ensesinde boza pişirmeye devam eder.
Din insanlara yol gösteren, problem çözmelerinde destek olan olacak bir kurum olmaktan çıkarıp birileri tarafından iktisadi gelir ve rant elde etme aparatına "dönüştürüldüğünde" insanlar başka arayış ve sahillere yelken açarlar. Bunun belirtilerini camilerin cemaate hasret kaldığını görerek yaşamaktayız.
Malik b. Nebi, Müslümanların fikir üreterek ve okuyarak "sömürgeleştirilmeden" (isti'mar) kurtulmaları gerekir. Yoksa başka kültürler tarafından "sömürgeleştirilmeye" devam ederler. Ürettikleri silahları İslam coğrafyasında denemeyi sürdürürler. Ali Şeriati de cehaletin Müslümanların götüreceği süreç "istihmar" dır. İstihmar "eşekleştirilme" yani gelenin bindiği gidenin de bindiği haldir. Halk irfanında geçtiği üzere "eşek" olanın bineni çok olur.
Yeraltı kaynaklarının yüzde altmışı İslam coğrafyasında olmasına rağmen üst seviyedeki bilgiye sahip olmadığı için ham maddeyi teknolojiye dönüştüremiyor. Bilgiyi sürece kattığınızda sudan (Pepsi, Coca Cola) bile üst seviyede katma değer kazanabilirsiniz.
Sözün Özü: Türkiye’nin en değerli 100 markasının toplam değeri 19.8 milyar dolardır.
Apple’ın marka değeri 214.5 milyar dolar. Amazon 100.7 milyar dolar. Google 155.5 milyar dolar. Microsoft 92.7 milyar dolar. Coca-cola 66.3 milyar dolar.
Yani bizim 100 marka şirketin hatta en büyük 500 şirketimizin toplam değeri dünya listesine giren şirketlerden birinin değeri kadar bile değil. Bilgi güçtür.
Kutsal kitaplarının ilk emri "oku" olan bir toplumun okumamasının ruh halini anlamak güçtür. Okumamak Allah'a kafa tutmaktır.
YAZIYA YORUM KAT