Kirletilen İnancın Taliplisi Olmaz
"Siz istediğiniz kadar kusursusuz mükemmeliz deyin.
Esas olan yaşanan ve görünendir."
Beş yıl çalışarak beşyüz sahifeye yakın yazdığım "Müşrik Dindarlığı" kitabını bir cümlede özetlemek mümkündür. O da şudur; Mekke toplumunda söz sahibi olan Müşrikler "inançlarının içeriğini boşaltarak kirletip, menfaat ve çıkarları için inançlarını araçsallaştırdılar." Nitekim Kur’ân da kirletileni temizlemek, dini menfaat aracı olmaktan çıkarmak ve mevcut şekilciliğe anlam ve derinlik katmak için gönderildi.
Bu bağlamda geçen gün sınıfta önümde ambalajı açılmamış pet şişedeki saf ve temiz suyu göstererek "arkadaşlar! Susayıpta bu saf ve pırıl pırıl suyu içmekten kimse kaçınır mı? diye söylediğimde neredeyse bütün sınıfın ortak kanaati "hocam! Bu su içilir. Hele susamışsa tek nefeste içilir" dediler. Ben fırsata yakalamışken bir soru daha sordum. Peki, bunun içine "necaset katıldığında" içen olur mu? Dediğim de ise bazı talebeler yüzlerini de buruşturarak bu da nerden çıktı tavrıyla "kimse içmez" dediler. Ben de öğrencilerin dikkatini yakalamışken taşı gediğine koymaya çalıştım. İşte arkadaşlar! Din insanlara saf ve temiz su misali takdim edildiğinde insanlar fıtratları gereği kana kana içerler. Fakat dinin içine "son kullanma tarihi geçmiş" yanlış yorumlar ve hurafeler katıldığında insanlar kendilerine din diye anlatılanlara iltifat etmez ve kendilerini kapatırlar. Burada ilgisizlik dine değil yapılan yanlış yorumlaradır. Yanlış yorum sahiplerinin ürettiklerine müşteri olmayınca öne sürdükleri temel argüman "gençler, ateist, apateist (ilgisiz, umursamaz) veya deist oldu" savunmasıdır. Hayır! Bugünün açık ve çok kültürlü toplumunda yetişen gençler, geçmişin dünyaya kapalı toplumunda üretilip kendilerine takdim edilen "eskimiş yorumlara isyan" edip protesto ediyorlar. İhya etmek için gönderilen din imhaya/yok etmeye evrildi.
Mesela Kur’ân’ın ilk defa buluştuğu Mekke toplumunda insanlar birbirlerini imha ederek, yok ederek, öldürerek yaşıyorlardı. Başkalarını öldürerek malına mülküne hatta aile bireylerini köleleştirerek hayatlarını başkalarının mutsuzluğu üzerine bina ediyorlardı. Kur’ân ise "paylaşmayı" getirerek yeni bir paradigma inşa etti. Bu tarih boyunca hep böyledir. Batıda din adamları yaptıkları yorumları "dinin kendisi" olarak dayatınca kilise de sadece kendileri kaldı. İnsanlar toplumsal baskı ve mecburiyetten ya doğarken/vaftiz ya nikâhta ya da ölürken kiliseye yolları düştü, veya yollarını düşürüyorlar. İnsanların Kiliseyle olan bağları kültürel seviyede kaldı. Bugün batının birçok ülkesinde kiliseye devam etme oranı % 2-3 oranındayken kültürel olarak Hristiyanım diyenlerin oranı % 70-80 civarındadır. Niçin bu böyledir? Sorusuna verilecek cevap; din adamı veya müntesiplerinin "yorumlarını" "din" diye takdim ederek bunların ret veya eleştirilmesine müsaade etmemeleridir. Bu da insanları başka arayışlara sürükledi.
Kirletilen İnanç
Cemil Meriç’in dediği gibi yaşadığımız fildişi kulelerdeki konforu terk etmeyip çağın problemleriyle yüzleşemiyor, hesaplaşamıyor ve cevap üretemiyoruz. Kurşun gibi ağır bir coğrafyada yaşıyoruz. Hakikati haykıracak özgürlük ve barış yoksunu coğrafyada Afgan atasözünde geçtiği üzere "gerçeği söyleyen adam için bir at hazırlayın, kaçması için ona yardım edecektir" denildiği yerdeyiz. Fakat şu sosyolojik gerçekliktir; su şebekesine temiz su vermez, klorlamazsanız, insanlar gider kirli de olsa koli basili/bakterili sudan içmek zorunda kalır. İşte ilahî vahyin buluştuğu Arabistan Coğrafyasına verilen mesajlardan birisi de dinin kirlendiğidir. Kur’ân topluma sunduğu dini tarif ederken "Elâ li(A)llâhi-d dînu-l ḣâlis" (Zümer, 39/3) burada "hâlis din" olarak anlatılması eski din anlayışının kirlendiğini ve kirletildiğini anlatır. Allah’ın istediği din "arı duru ve saf olmasıdır." Hâlis "ihlâs" kavramı aynı zamanda dinin şirkten temizlenmiş olmasını da getirir. Günlük hayatımızda "hâlis zeytinyağı" ifadesini kullanırız. Veyahut Kur’ân insanların sosyal hayatlarında bildikleri içecek olan sütü anlatırken "lebenen ḣâlisan" (Nahl, 16/66) ifadesini kullanır. "lebenen ḣâlisan" "saf süt" veya "katıksız süt" tür. Din de Allah’tan geldiği şekliyle "saf ve hâlis"tir. İnsanların kirli elleriyle din de kirlenir ve kirletilir. Kirlenen suya, süte, bala müşteri bulunmadığı gibi kirlenen din yorumları da dinlenmez ve müşterisi sadece ekmeğini "kirli yorumlardan" kazananlar olur. Organik meyve ve sebzelerin yetişmesi için toprakta zararlı kimyasal ilaçların olmaması gerekir. İslam Coğrafyasında toplumu kalkındıracak, geleceğe taşıyacak fikirlerin üretilmesi için hakikatın kirlilikten temizlenmesi gerekir. Fikirlerin paranın etkisinden, şöhretin çekiciliğinden ve siyasetin dayatmasından uzak tutulması gerekir. Bilgi de zamanla kirlenir. Tarihten gelen bilgiye akan nehir gibi uğradığı duraklarda çer-çöp karışabilir. Akan nehire karışan çöpler ayıklanarak sunulmalıdır. Çünkü saf olmayıp kirlenen bilginin taliplisi de olmaz.
İnsanlık tarihi boyunca özellikle "din adamları/âlimler"in yorumlarıyla pragmatizme kaymayıp orijinal halini koruyan inanç sistemi yok gibidir. "Adam öldürmeyiniz" (Çıkış 20:2–17 ve Tesniye 5:6–21) diyen Yahudiler’in kutsal kitabının mensupları her gün haksız yere işgal ettikleri Filistin topraklarında insanları "badet şevkiyle" öldürüyor, evlerini ve iş yerlerini de yakıyor, yıkıyorlar. Fakat kutsal bir dava peşine takılıp hedefe gittiğinize inandırılmışsanız savaş, şiddet, yalan ve talan mubâh hale gelir. Özellikle psikolojik harpte "düşmana" karşı her türlü hile mübahtır diyerek sanal üstünlük sağlamaya çalışmak kutsalı temizlenmeyecek şekilde kirletir. "Bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin" (Matta,22;38) diyen Katolik ve Protestan İncil mensupları kendi aralarında otuz yıl savaştılar. "Kutsallaştırılan imparatorluklar" yıkıldı. Bu savaşların olduğu 1618 ile 1648 yıllarında başta salgın ve kıtlık gibi nedenlerden dolayı (7) yedi milyon insan ölmüştür.
Müslümanların kutsal kitabı Kur’ân "Bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir…" (Mâide, 5/32) dese de her gün ortalama iç savaş, mezhep, din, ırk vb. sebeplerle yüz (100) Müslüman öldürülüyor. Bunların (90) doksanı yine başka Müslüman tarafından öldürülüyor. Hz. Peygamber bu dünyaya "veda ederken" ümmetine "cahiliyede olduğu gibi benden sonra yeniden birbirinizin boynunu vurmayın" dedi. (Buhârî, İlim 43, Megâzî 77; Müslim, Îmân 118-120, Kasâme 29) Ne yazık ki Müslümanlar ise birbirleriyle savaşmak ve kanlarını akıtmak için "gerekçeli fetvalar" üretmede hiçbir zaman zorlanmadı. Bu da inancı kirletti. Kirletilen inanç ve dinin isteklisi ve içeni olmuyor. Mide bulandırıyor.
Budist rahiplere öğretilen ahlaki ilkenin önde geleni "öldürmeme" ilkesidir. Budaizm’in kurucusu "yolda yürürken elinize süpürge alıp yerleri süpürerek yürüyün ki yerde görmediğiniz canlılar ayaklarınız altında ezilmesin" der. Fakat Sri Lanka ve Myanmar’da Budist rahiplerin de içinde olduğu katliam devam ediyor.
Dinler yozlaştırılıp kirletilince dinin içinden bile insanlar "kayıtsız" kalarak uzak dururlar. Dinlerin amacı şiddet değilse bile iktidarların eliyle menfaate evriliyor. İnsanları yaşatmak için gönderilen dinler insanları öldürmenin aracı haline getiriliyor.
Bütün bunlar gösteriyor ki insanın üzerine oturması gereken "din elbisesi" tersinden giyiliyor. "Din elbisesi" düzgün giyilse bu kadar problem olmayabilirdi.
Fransız sosyolog Gustave Le Bon İslam Coğrafyasında bazı ülkeleri gezerek tespitlerde bulunur. Le Bon gördüğü bazı olumsuzlukların sebebini şöyle izah eder: "Dindar insanlar ahlaki ve hukuki bir yanlışa saptıklarında herhangi bir rahatsızlık duymaz veya suçluluk hissine kapılmazlar; çünkü ibadetlerinin bütün günahlarını sileceği görüşüyle yetişmişlerdir."
Sekülerleşme Yeni Arayışların Adresidir
İnsanlara sunacağımız elektronik malzemeden yemeğe kadar her şeyin alternatifi mevcuttur. Özellikle günümüz dünyası farklı ve yeni alternatiflerin arttığı zaman dilimidir. Mesela; babasının dükkânında alışveriş yapmayan öğretmene arkadaşı "niçin babanızın dükkânından değil de internetten alışveriş yapıyorsunuz?" diye sorduğunda "babam, marketlere göre hem pahalı satıyor hem de beni kendisinden alışveriş yapmaya mahkûm biliyor. Hâlbuki piyasada alışveriş için babamdan başka alternatifler var. Paramı verip istediğim dükkândan alırım" dedi.
Dini anlayışlar ve yorumlar da böyledir. Eğer insanların bilgi ihtiyaçlarını karşılamazsak insanlar başka arayışlara giderler. Hilmi Demir’in dediği gibi "…sekülerleşme; ateizm, laiklik veya dindarlık karşıtlığı değil. Sekülerleşme dediğimiz şey aslında; dini değer dünyasının biraz geriye çekilip, insanların gündelik hayatları içerisinde problem çözerken, referanslarını dinden olmayan düşünce ve akıldan almaları anlamına, bilimden almaları anlamına geliyor. Yani artık dini değerler hayatın büyük bir kesimini domine etmiyor ve belirlemiyor..." Din, ilk dönemde var olan "din adamları" din müntesiplerinin dini metinleri menfaat elde etmek için yaptığı yorumlarla kirlenir. Dinin, din müntesipleri eliyle nasıl kirlendiğini ve kirletildiğini anlatan şu anekdotla bitirelim.
Emrullah Bayrak’ın anlatımı şöyledir; "Sadece tek oğlu bulunan, çiftlik sahibi varlıklı bir adamcağız iyice yaşlanıp yatağa düşer ve hasta yatağında ölümü beklemeye başlar.
Ölümünden bir süre önce, oğlunu yanına çağırıp vasiyetini söyler:
"- Oğulcuğum! Yatağın altında, içi altın dolu iki tane kese var. Bunlardan biri senindir. Al, güzel güzel harca, helaldir. Diğerini ise ne yapıp edeceksin, memleketin en büyük eşkıyasını bulacaksın ve ona hediye edeceksin. Sebebini sorma, vasiyetim böyledir!"
Yaşlı adam bunları söyledikten birkaç gün sonra ruhunu teslim eder.
Oğlu, cenaze töreni ve yas tutma günlerinin ardından "artık babacığımın vasiyetini yerine getirmeliyim" deyip her iki keseyi yanına alır ve memleketin en büyük eşkıyasını bulmak için ülkeyi dolaşmaya başlar.
Fakat nereye gitse hangi eşkıyayı sorsa ondan daha da namlısı, kanlısı, belalısı olduğunu öğrenir ve böylece aylarca dolaşır.
Nafile!
Kime sorsa verilen cevaplar benzer şekildedir:
- Evet, bizim eşkıya yirmi kişiyi öldürmüş, yüzden fazla kızı dağa kaldırmıştır; ama duyduk ki falanca yerdeki eşkıyanın öldürdüğü adamların sayısı saymakla bitmezmiş.
Böylece, zavallı çocuk bir seneye yakın dolaşmış.
Nihayet sora sora ülkenin yol vermez dağlarla çevrili bir kösesinde öyle bir eşkıyanın adını işitmiş ki Allah böylelerinin şerrinden herkesi emin eylesin.
Anlatılanlara göre bıyıklarında adam asıp sallandırır, heybetli, gözünü budaktan sakınmaz, padişahı bile tanımaz öyle bir yiğitmiş ki köylüler korkularından ismini bile fısıldayarak söylerlermiş.
Hükmettiği dağların yamaçları onun öldürdüğü insanların cesetleriyle doluymuş. Nice genç kız, koca yüzü göremeden onun adamları tarafından tenhalara çekilmiş.
"Yedi dağın eşkıyası" diye bilinen bu haydudun öykülerini dinledikçe, bizim çocuk nihayet, "artık bundan daha canavarı olamaz" deyip eşkıyanın yaşadığı en büyük dağa doğru yola çıkmış.
Hava deseniz, kışın ortası, soğuk adeta insanın ciğerlerine işlemekte, dağa varıp da bata çıka yolu hemen hemen yarıladığında, eşkıyanın adamları karşısına çıkıp çocuğu esir almışlar.
"Tek başına bu dağda ne gezersin bre ahmak?" deyip soruşturmuşlar. Çocukcağız, "ağanıza bir hediye getirdim, silahsızım, zaten size güç yetiremem" diye yeminler etmiş; onun silahsız olduğunu anlayıp yedi dağın eşkıyasının karşısına çıkarmışlar.
Eşkıya hakikaten dedikleri kadar varmış.
Bizim çocuk, eşkıyanın ağaç dalları kalınlığında bıyıklarını, kurşunla dolu fişeklerini, iri cüssesini görünce yaprak gibi titremeye başlamış. O titrerken eşkıya gürlemiş:
– Be hey tıfıl, kimden cesaret aldın da benim dağımda destursuz gezersin? Kurda kuşa yem olmadan önce anlat bakalım burada ne aradığını!
Delikanlı cesaretini toplayıp babasının öyküsünü ve vasiyetini anlatmış; sözü bitince, koynundan kesenin birini çıkarıp yedi dağın eşkıyasına uzatmış:
– Ağam, babamın bana emaneti altın kesesi işte budur. Sizin hakkınızdır. Bunu size vermezsem babam mezarında rahat yatmaz, lütfen kabul edin.
O namlı eşkıyanın yüzünde babacan bir ifade belirmiş:
– Sevdim seni be genç adam. Safsın, temizsin, belli ki daha dünyadan haberin yoktur. Evet benim namım bu dağları sarmıştır lakin memlekette benden büyük bir eşkıya daha bulunur. Biz eşkıya da olsak, hak etmediğimiz mala el sürmeyiz.
– Etmeyin ağam, sizi bulmak için bir senedir dolaşmaktayım.
Ağa, elini kaldırıp konuşmuş:
– Sen şimdi geldiğin yoldan dön, kasabayı geç, şehre var. Gidip kadı efendiyi bul. Memleketin en büyük eşkıyası odur. Selamımı söyle, bu keseyi ona ver!
Sonra adamlarına işaret etmiş:
– Bu yiğidi, başına bir iş gelmeden düze indirin, şehir yolunda bırakın!
Böylece bizim genç adam şehre varmış. Sorunca hemen kadı efendinin yerini göstermişler, konağına varmış, güzelce selamlayıp, başından geçenlerin hepsini anlatmış:
– İşte böyle kadı efendi. Bu keseyi hak eden sizmişsiniz, ben de eğer kabul ederseniz size takdime geldim.
Kadı efendi zemberekten boşalır gibi yerinden fırlamış:
– Vay ahlaksız, müfteri eşkıya! Hakkımızda neler demiş. Be hey Allah’tan korkmaz kul, sen ne yüzle bana haram para teklif edersin? Şimdi yatırayım mi seni kırbaç altına?
Genç çocuk ağlamaya başlamış:
– Efendim ben de anlatılanlara uydum. Aylardır evimden uzağım, artık gezmekten usandım, yoruldum, ne yapacağımı bilmez haldeyim. Bana acıyın.
Kadı efendi, gözünü uzaklara dikip biraz düşünmüş, sonra kara kaplıyı açıp sakalını sıvazlamış:
– İmdiii.. Bir din ve devlet temsilcisinin böyle açıktan para kabul etmesi hem kanun-u âliye, hem de Allah rızasına münasip olmayıp, alan da veren de bu âlemde ve mahşerde suçlu durumuna düşer. Lakiiin, eğer aramızda bir ticari akit tanzim eder ve dahi sen bana bu bir kese altını bir alışveriş neticesinde takdim eyler isen, ben dahi bunu senden bir hizmet karşılığı alır isem, şer’an caiz olup başkaca bir işlem yapılması gerekmez. Yani, kısacası, ben bu altınlar karşılığı sana bir şey satacağım.
– Ne satacaksınız kadı hazretleri?
Kadı efendi, elini uzatıp pencerenin dışını göstermiş:
– Bak bu dışardaki bahçe ve civarındaki cümle arazi bana aittir. Şimdi bak bakalım, ne görüyorsun bu arazinin üzerinde?
– Kar, her yeri bembeyaz kar kaplamış.
– Pek güzeeel.. İşte ben bu arazideki karları sana satacağım, sen de bir kese altın karşılığı aldığını beyan eden bir belge imzalayacaksın, böylece alışveriş tamam olacak.
Altınlardan bir an önce kurtulmak isteyen genç çocuk, ‘efendim aklınızla yaşayın’ deyip teklifi kabul etmiş, derhal bir mukavele düzenlemişler, imzalar atılmış. Altın kesesini kadı efendiye teslim eden çocuk, huzur içinde oradan ayrılmış.
Memlekete gitmeden önce bir handa geceleyip hem karnını doyurmayı hem de biraz dinlenmeyi münasip görmüş. Handa horul horul uyurken, sabaha karşı kadının emrindeki zaptiyeler kapıyı yumruklamışlar.
– Kalk hele, kadı efendi seni görmek ister, davası varmış.
Genç çocuk, ‘ne davası ola ki?’ dese de yaka paça kadının huzuruna çıkarmışlar.
Bir de bakmış ki, kadı efendi hiddet içinde. Sinirinden sakalı titremekte, gözleri kıpkırmızı, insanı delecek gibi bakmakta. Daha, ‘selamın aleyküm’ diyemeden kadı efendi bağırmış:
– Be hey utanmaz, arlanmaz, eşkıya kılıklı işgalci. Bre biz seninle dün akşam arazimdeki karları satın aldığına dair mukavele imzalamadık mı?
– İmzaladık kadı efendi, ben de karşılığını size takdim ettim.
– Sus!..Bak bakayım dışarıya, ne var arazimin üzerinde?
– Ne olacak, kar var. Tıpkı dünkü gibi.
– Mel’un, hala konuşuyor! Dün sen bu karları benden satın almadın mı? O halde senin karların ne hakla benim arazimi işgal ederler? Şimdi bu işgal, kanun dairesine ve de hak rızasına uygun mudur? Derhal kaldır o karları benim arazimden, yoksa, vallahi acımam, seni işgalcilikten hapse attırırım!
– Aman efendim, dönümler dolusu karı ben nasıl kaldırayım? Gücüm yetmez, karda kışta ölür kalırım.
– Onu, arazimi işgal etmeden önce düşünseydin! Vallahi yapacağım gereğini!
Çocukcağız yine yalvarmış:
– Efendim, ocağınıza düştüm, yok mudur bu işin de kitaba uygun bir hal yolu?
Kadı, kara kaplıyı tekrar açmış, bir müddet mırıldanarak okuduktan sonra:
– Vardır!.. İmdiiii.. Arazi sahibi ve davacı olan ben ile, davalı sıfatı ile sen arasında, arazimi işgal bedeli karşılığında, benim de rızam ile bir kese altın karşılığı işbu karları burada tutmaya iznim olduğunu belirtir bir mukavele imzalarsak, bu husus kanun ve nizama uygun bir şekilde hale kavuşur. Yanii, sen bana öbür kese altını da işgaliye bedeli olarak vereceksin.
Bizim genç çocuk öbür kese altını da vermiş, gereken evrakları imzalamış, konaktan çıkıp temiz havaya kavuştuğunda, dağlara bakıp bağırmış:
– Hey gidi yedi dağın efesi, sen haklıymışsın. Daha büyük eşkıyalar da varmış. Senin açık açık yaptığın eşkıyalık, bunların kanunla yaptığı eşkıyalığın yanında nedir ki!…“ (https://www.ocakmedya.com)
Yapılan yanlışlara her halükarda “kallavi fetva” bulmaya çalışan “emir eri” rolündeki kara kaplı kitapları eksik etmeyenleri bulmak her zaman mümkündür. Kur’ân-ı Kerim’in şikâyetçi olduğu hususların başında bunlar gelmektedir. "…Onlar, her türlü yalanı can kulağıyla dinleyenler, kötü olan her şeyi aç gözlülükle yutanlardır!..." der. (Mâide, 5/42) Hz. İsa şöyle der: “…Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Göklerin Egemenliği'nin kapısını insanların yüzüne kapıyorsunuz; ne kendiniz içeri giriyor, ne de girmek isteyenleri bırakıyorsunuz!
Ey kör kılavuzlar! Küçük sineği süzer ayırır, ama deveyi yutarsınız! Vay halinize, ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Bir yandan gösteriş için uzun uzun dua edersiniz, öte yandan dul kadınların malını mülkünü sömürürsünüz. Bundan ötürü cezanız daha ağır olacaktır” (Markos,12:40; Luka,20:47)
Kilisenin insan onuruna aykırı eylemlerini eleştirdiği için yakılan Giordano Bruno “Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.”derken dinî kurumlar iman, kitap, cennet, cehennem ve kutsal üzerinden muhaliflerini bertaraf etmeye çalışırlar. Şu örnekte olduğu gibi; Şapkasını kaybettiğine çok üzülmüştü. Arayıpta bir türlü bulamayan Moinz, yeni bir şapka yürütmek için en yakın Havraya ayine gider. Havra’daki Haham heyecanla Hz. Musa’ya gelen on emri anlatmaktadır. Moinz de içtenlikle kendini kaptırır ve sonuna kadar dinler. Sonra hahama dönerek, "efendim! Çok güzel anlattınız. Konuşmanızın tadına doyum olmadı. Beni de bir günahtan kurtardınız" diyerek geliş maksadını itiraf eder, haham "hangi madde sizi etkiledi" diye sorar. Moinz, "zinanın günah olduğunu anlatan yedinci emri dinleyince şapkamı nerede unuttuğumu hatırladım" der.
YAZIYA YORUM KAT