Mensupları Câhil, Âlimleri Âciz Ümmet! (1)
Yazının başlığı, 9 Aralık 1954’te Cemal Abdünnâsır despotunun talimatıyla idam edilen son dönem Mısır’lı mukayeseli ceza hukuku âlimlerinden Abdulkâdir Ûdeh’in “el-İslâm beyne cehli ebnâʾih ve ʿaczi ʿulemâʾih” kitabının isminden esinlenmiştir. Kur’ân’ın “ilk önceliğinin” oku olduğunu yüksek sesle dile getiren Müslüman coğrafyanın hâlen %50’si (özellikle kız çocuklar) adını ve soyadını bile okuyamamakta ve yazamamaktadır. Cehaletin dizboyu olduğu böyle bir coğrafyada savaş ve fakirlik bitmez. Bunda elbette “eli kalem tutanların” da sorumluluğu vardır. Çünkü bu coğrafyada “önceliğimiz” bilgi ve kitap hiç olmadı. Tarih boyunca günümüzdeki gibi mezhepçilik ve ulusçuluk bataklığındaki âlimlerin âciz ve itibarsız olduğu başka bir dönem görülmedi.
Hz. Peygamber Mekke’yi sahih bilgiyle buluşturdu. Mekke eşrâfı tarafından kendisine davasından vazgeçmesi karşılığında para, Mekke’nin en güzel kızıyla evlilik veya reislik teklif edildi. Hz. Peygamber “yüzümü kara çıkarmayın” (Müsned, V/412) dediği ümmetin âlimlerine ders olması gereken bu “satın alınmayı” kabul etmedi. Kabul etseydi “bir eli yağda bir eli balda” hayatını devam ettirirdi. Fakat Mekke’deki faiz/sömürüye dayanan ekonominin ve putperestliğin devamı, Allah’ın eşit ve özgür olarak yarattığı insanların köle-efendi olarak sınıflara ayrılması devam edecekti. Hz. Peygamber’den sonra bu bayrağı Peygamberi misyonun vârisi olan âlimler devraldı. (Ebû Davud, İlim, 1) Bu süreçte âlimler, silahtan daha etkili olan sözleriyle “fikir işçiliği” yaparak, yararlı, kaliteli, nitelikli ve “hayatta karşılığı” olan bilgi üretmekle mesul ve mükellefler. Yoksa Hz. Peygamber’in, işe yaramayan “dinî bilgi” dâhil her türlü “faydasız bilgiden” Allah’a sığırım”(Tirmizî, Daavât, 68) serzenişine muhâtap olurlar.
Allah Varlığına ve Birliğine Şahit Tutar
Müslümanların pratik hayatlarında bilgi ile bağları zayıflasa da Kur’ân ve sahih sünnet referenslarına bakıldığında bilgiye ve bilim adamına övgü ve atıflar vardır. Mesela, Kur’an Allah’ın tek olduğuna mutlak üstünlük ve yüceliğin kendisine ait bulunduğuna her hükmünde doğru karar verdiğine önce Allah’ın kendisinin, melekler ve sonra da adaleti ayakta tutan “bilgi sahipleri” nin şahitliğine dikkat çeker. (Âl-i İmrân, 3/18) Çünkü bilgi insana ve topluma hava, ekmek, elbise ve su gibi gereklidir.
İnsanlık tarihi boyunca kurulan her medeniyetin öne çıkan özellikleri var. Bu medeniyetler akan bir nehir gibi insanlığa kültürel, bilimsel, sanatsal ve teknolojik katkılar sunmuştur. Hiçbir medeniyet tek başına insanlığın problemini çözemez. Tıpkı zincirin halkaları gibi her medeniyet öncekinden beslendiği gibi sonradan gelene katkı yapmıştır. Kimsenin tek başına dünyayı imarı mümkün değildir. Mesela; Roma için hukuk, Çin için ipek üretimi, kâğıt yapımı ve el sanatları, Antik Yunan için felsefe, Bizans için şehir medeniyeti, İslam Medeniyeti ise bilgiyle insanlığa katkı sunmuştur. Şunu unutmamak gerekir medeniyeti inşa eden ilim adamlarıdır. Yöneticiler maddi imkân hazırlar. Mesela; yönetici bina, yol, köprü, havaalanı yapar. İlim adamları da bilgi üretirken bunları kullanır.
Ganimet ve Âlimler
Devlet rantından beslenmeyen vizyon sahibi nitelikli âlimler kralların “denetimsiz güçlerine” itiraz ederse itibarlı ve güçlü olur. Çünkü vicdan veya yasayla denetlenmeyen her güç firavunlaştırır. Muhammed İkbal “Kim yalnız güce dayanırsa eşkıyadır.” der. Mesela; Kader inancını politik bir enstrüman olarak kullanan Emevi sultanları, yaptıkları zulümleri din üzerinden “meşrulaştırmak” tan kaçınmıyorlardı. Tabiîn âlimlerinden Hasan-ı Basrî’ye “Şu hükümdarlar Müslümanların kanlarını akıtıyor, mallarını gasp ediyor, çirkin işler yapıyorlar. Sonra da siyasî ihtiyaçlarına göre dini yorumlayarak “Ne yapıyorsak Allah’ın takdiriyle yapıyoruz” diyorlar. Ne dersiniz?” dediklerinde Hasan-ı Basrî muasırı bazı âlimlerin aksine çekinmeden şu cevabı verir: “Yalan söylüyorlar Allah düşmanları! Allah’a iftira ediyorlar” dedi. Ne yazık ki “Allah’ın takdiri” sözü sorumluluğu üstlenmeyip cinâyet, deprem, yangın ve selin faturasını Allah’a çıkarmada sürekli meze gibi kullanıldı, kullanılıyor. Yapılması gereken, böyle yorumlara itibar etmeyip “müşterisiz” bırakmaktır.
Her âlim yaşadığı toplumun iç ve dış problemlerine, ülkenin iç dinamiklerinden hareketle bilgi üretmekle mükelleftir. Çünkü Müslüman ülkelerin etnik, dinî, mezhebi, ırkî problemleri farklılık gösterir. Kimse bunları önemsiz olarak görmemelidir. Bunlar çözülemiyorsa büyük oranda tarihteki “kahramanlıklarımızla” övünüp bugüne gelemediğimiz içindir. Şunu unutmamak gerekir; Anadolu irfanında geçtiği üzere "kendisi, himmete muhtaç dede, gayrıya nasıl himmet ede" veyahut “kelin ilacı olsa başına sürer.” Kendi iç problemlerinden bunaldığında mafya jargonuyla “kurşun manyağına” dönen Müslüman toplumlar tek çareyi beceriksizliğini insanları ya korkutarak ya da baskı ve dayatmayla “sürgitsin” diyorlar. Bu da insanların performansını düşürüyor. Dünyanın her hangi bir ülkesinde insanlar zulümle karşılaşırken çaresizliğimizden dolayı için için öfkeleniyoruz. Bol sloganlı ve dua içerikli paylaşımlarla çok şey yaptığımızı sanarak rahatlıyoruz. Halimiz, tribünde maçı seyrederken gol atamayan takımına olan hıncını stattaki koltukları tekmeleyerek alan seyirciye benziyor.
Âlimlerimiz bir bölümü kendilerine bahşedilen rütbe ve makamlar sayesinde halen konuştuğumuz Uhud savaşındaki okçular tepesini terkedenler gibi “ganimet” dürtüsüyle hareket ettiklerinden söylenmesi gerekeni söylemeyip mevzilerini terk ederek bezirgânlık ve dalkavukluk yapıyor. Konfor içinde olup, arayan, araştıran ve eleştiren olmadıklarından kendilerine sunulan rantın çekiciliğini aşağılık duygusunu dibine kadar yaşatan “ama onlar memurum” retoriğin korkusundan, yönetici eline salatalık almayıversin etrafında methiyeler ve mehter marşı eşliğinde tuzlukla dolaşanlardan geçilmiyor. Filistin konusunda dünya ayaktayken Orta Doğu’daki kavuklu âlimlerin sivrisinek kadar bile sesleri çıkmadı. Sadece içi boş büyük laflardan oluşan kuru gürültüden başka hareket yok. Bir de üstüne Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerinde Hamas “terör örgütü” ilan edildi. Âlimler de kralların huzurunda “gassalın önündeki meyyit” olmaya can atıyorlar.
Aliya İzzet Begoviç Orta Doğu manzarasını (mealen) şöyle özetler “Müslüman âlimlerin becerdikleri tek ritüel kralların ve aile bireylerinin sıhhat ve selametleri için sabah-akşam ağızlarından isteksiz çıktığı her hallerinden belli olan çiğ sözlerle dua etmektir.” Müslüman Coğrafyada toplumların yaşadığı yüksek seviyeli iktisadî, ahlakî kriz ve kaoslara rağmen bütün sermayesi içinde doğduğu “ailenin nüfus kütüğünde kayıtlı” olan liderlerin hâlen gündemde ve yönetici olmalarında âlimlerin verdiği “fetva desteğinin” ve “sessizliklerinin” payı yadsınamaz. Bunlar M. Sait Hatipoğlu’nun sistemin serasında özenle yetişen “saray ilahiyatçıları” (İslamî Tenkid Zihniyeti, s. 75) olarak isimlendirdiklerinin “içimden zâlimin zulmünü yüzüne karşı haykırdım” diyen, aslında kralların sâdık bendeleridir. İmam Nevevî, Sultan Baybars’a sipariş fetvasını kabul etmeyişini şöyle izah eder; “Dindarâne bir idrak ve ameli beraberinde getirmeyen fıkıh bilgisi, eşkıyaya verilmiş kılıç gibidir.”
İmam-ı Gazzâlî, âlimlerin zaten işlevsel olmayan “fonksiyonlarını” yitirmelerini üç sebebe bağlar: “Birincisi el-fetâva lil-hukûmet/yönetimin isteklerini yerine getiren fetvalar vermek. İkincisi; el-cedel li’lmübahât/üstünlük veya birey kaygılı çalışmalar için yapılan ilmi müzakereler yapmak. Üçüncüsü; va’zu’l-muzahrafât/süslü, ağlamaklı ve duygusal konuşmalar” yapmak.
Toplumun Sigortası; Âlimler
Hz. Peygamber “bütün insanlar hata yapar” (Tirmizî, Kıyamet, 49) derken beşerin hata ve kusur işlediğinden “ilahilik” vasfına sahip olamayacağını anlatır. Kur’ân Peygamberlerin, kelâm âlimleri tarafından “zelle” /sürçme dedikleri hatalarına işaret eder. Çünkü Kur’ân önceki toplulukların Peygamberlerini “ilahlaştırdıklarını” anlatır. (Tevbe, 9/30) Kur’ân bu yanlışın tekrarlanmaması için insanları baştan uyarır. Peygamber de olsa Allah’ın koruması olmasa yanılır. Hz. Peygamber de “sakın Hristiyanların İsa’ya yaptığını bana yapmayınız” ((Buhari, Enbiya, 48) diyerek beşer olduğunu (Fussilet, 41/6) “ilahilik” vasfının kendisinde olmadığını söyler. (A’raf,7/188) Yöneticiler yanlış yaptığında onları koruyan sigortalar vardır. Bu da âlimlerdir. Firavun’un “ilâhî” vasıflar taşıdığını topluma aktaran etrafındaki bilgi sahipleriydi. (A’raf, 7/114; Şuara, 26/42) Ehliyet ve liyakat sahibi uzman âlimler yöneticinin hoşuna gitmese keyfini kaçırsa da “ensesindeki akrebi” haber verir, vermelidir. Sürçmesinin önüne geçerek yanlışı engeller. Çünkü sıradan bir insanın sürçmesinde kendisi kaybederken yöneticinin sürçmesi bir ülkenin kaybıdır. Hikâyede geçtiği üzere Ebu Hanife yürürken bir çocuğun hızlı ve dengesiz koştuğunu görür. Ebu Hanife babalık şefkatiyle evladım! Dikkat et düşersin” der. Çocuk ani fren yapar gibi durarak “asıl siz dikkat ediniz. Ben düşersem sadece kendimi yaralarım. Fakat siz sürçerseniz bütün Müslümanlar kaybeder” der. Ebu Hanife küçük çocuğun büyük sözünden dolayı tebessüm eder.
Tarihe bakıldığında, Müslümanlar kadar “cins beyinli âlimlerine” acı çektirmiş, hakaret etmiş, analarından emdiği sütü burunlarından getirmiş, Batılı jargonla “engizisyona” mahkûm etmiş, çoğunu hapishânelerde bilgi üretemez hale getirmiş başka topluluk yoktur. İmam-ı Serâhsî’den Seyyid Kutub’a, Fazlur Rahman’dan Namık Kemal’e, İbn Teymiyye’den İbn Rüşd’e kadar “deve dişi” gibi omurgalı, eleştiren, menfaat için eğilip bükülmeyen yüzlercesini saymak mümkündür. (Azimli, Mehmet, Müslümanların Engizisyonu, I-IV) İmam-ı Azam kendisine yapılan kâdı’l-kûdat (baş kadılık) görevini elinin tersiyle ret ederken salt bir görev reddi değil, devletin/halifenin meşru olmayan eylem ve hareketlerini kendisi üzerinden meşrulaştırmaktan kaçınmasıdır. İlmin ve âlimin araca dönüştürülerek yapılacak olan zulümlere payanda yapılmasını kabul etmemesidir. Tavrı ve duruşuyla ölümsüz miras bırakan Ebu Hanife’nin yönetimle ilişkisinin “sivilliğini” oluşturduğu zincir, belli bir tarihten sonra maalesef kopmuş. Bu gelenek sonra gelen âlimler tarafından büyük oranda sürdürülemedi. Çünkü sultanın sarayı, zenginin sofrasını terk etmek zordu. Birçok âlim, önlerine atılan kese/kasa ve makam/masaya yenik düştü.
Âlimler maaş almadığında “hânedeki evladu iyâlin durumu nasıl olacak?" Sorusu akla gelebilir. Her Peygamberin bir mesleği olup kendi meslekleriyle geçindikleri bilinmektedir. Benzer bir durum sivil âlimler için de söz konusudur. Künyelerinde “bezzaz” manifaturacı, “zeccac”, camcı, “cessas” kireç/inşaat işleri, “ğazzal” yün eğirme vb. Meslekleri olan âlimler vardır. Bunlar ya kendileri anılan meslekleri icra ederek veyahut babalarından kalma tezgâhların üretimiyle geçimlerini temin ederlerdi. Bu da âlimlerin daha özgür ve bağımsız olmalarını sağlıyordu. Yoksa sivilliği kaybeden âlim toplum katında ufalır, ufalır, dipsiz bir çukura düşer ve itibarı da beraberinde kaybolur ve unutulur. Müslüman coğrafyanın problem çözememe handikapı âlimlerin “ekmeğini yediği” kralların “kılıcını sallayarak” emre âmâde olmalarıdır. Batı dünyasını bugüne taşıyan husus, Kilise=Devlet dışında olan sivil/bağlantısız filozof, gökbilimci, Giordano Bruno gibi engizisyon tarafından “yakılmayı” bile göze alan aydınlardı. Müslüman coğrafyanın âlimleri, dayatmacı rejimlerin aparatı olduklarından “resmi dini yorumu” paylaşırlar. Sistemin zulümlerine ortak olduklarından da “güven kaybına” uğrarlar.
DEVAM EDECEK
YAZIYA YORUM KAT