1. YAZARLAR

  2. Prof. Dr. Zeki TAN

  3. Kur’ân Boşluğa İnmedi
Prof. Dr. Zeki TAN

Prof. Dr. Zeki TAN

ÖĞRETİM ÜYESİ
Yazarın Tüm Yazıları >

Kur’ân Boşluğa İnmedi

A+A-

Kur’ân akleden insana problemlerini "sen çöz" diyor.
İnsan da Kur’ân’a “sen çöz” diyor. Bekliyoruz!

Hikâyelerin yaşanıp yaşanmamışlığı değil, verdikleri mesaja bakılır. Bir nesneyi anlama ve anlamlandırmada meşhur bir anekdot şöyledir; Bir İngiliz ailesi yaz tatillerini geçirmek üzere Almanya'ya giderler. Bir sonbahar serinliğinde gezinti yaparken çok güzel bir kır evinde kalırlar. Gelecek tatillerini de böyle bir evde geçirmek isterler. Evin bir Papaza ait olduğunu öğrenir ve içini de gördükten sonra hemen gelecek tatil için anlaşma imzalarlar.

İngiltere'ye döndükten sonra birden evin hanımı, ziyaret sırasında evin içerisinde WC' ye rastlamadıklarını hatırlar. Merakını yenmek için papaza bir mektup yazar: “Sayın bayım! Ben sizin kır evini kiralayan bayanım. WC'nin nerede olduğunu acaba bana bildirebilir misiniz? Saygılarımla.” Mektubu alan Papaz, WC'nin ne anlama geldiğini anlayamamış, Almanya da ki Anglican Kilisesi'nin “White Chapel” sözcüğünün baş harfleri olduğunu sanır. Ayrıntılı bir mektup ile yanıt verir: “Sayın Bayan! Başvurunuzun yüce bir duygu ile ilgili olmasından dolayı memnunluk duydum. İlgilendiğiniz yerin evden 12 km uzakta bulunduğunu bildirmeyi şeref sayıyorum. Oraya sık sık giden birisi olarak bunun size biraz zorluk doğuracağını bildirmek istiyorum. Sık sık gitmeniz durumunda; İsteyenler yemeklerini de beraberinde götürebilirler. Oraya bisikletle, arabayla ya da yürüyerek gidilebilir. Ancak oturacak bir yer bulabilmek ve başkalarını rahatsız etmemek için biraz erken gitmekte yarar vardır. Söz konusu yerde soğuk hava düzeni bulunmakta ve çok hoş bir etki yapmaktadır. Çocuklar büyüklerinin yanında oturmakta ve hâzır bulunan herkes birlikte şarkı söylemektedir. Girişte size bir kâğıt parçası veriyorlar. Geç kalanlar yanındakinin kâğıdını kullanabilirler. Aynı kâğıdın birkaç kez kullanılabilmesine olanak vermek için çıkışta herkes kullandığı kâğıdı iade eder. Faaliyetlerin ürünleri yoksullara dağıtılmak üzere toplanmaktadır. Öte yandan yapılanların dışarıdan da duyulabilmesi için ileride gelişmiş bir hoparlör sistemi bulunmaktadır. Müdavimlerin çeşitli pozisyonlarda dışarıdan da izlenebilmelerini sağlamak amacıyla özel cam bölmeler vardır. Verdiğim bilgilerin açık ve yeterli olduğu düşüncesi ve bu kadar önem verdiğiniz yerde sık sık buluşabilmek umuduyla en içten saygılarımı sunarım.”

Bir kelimeyi yanlış anlama savrulmalara götürür mü? Götürür. Yukarıdaki anekdot bunu gösteriyor. Demek ki yanlış anlama yanlış bilgiye, yanlış bilgi de yanlış sonuçlara götürüyor.

Mekke toplumunda çok çocuklu olmak  aile için hem ekonomik güç hem de kişinin toplumdaki konum ve karizmasını belirlerdi. Hatta Mekke’de çok evliliğin yapılmasında daha fazla erkek evlat sahibi olmak da vardı. Müşriklerin “Allah’a çocuk isnat etmeleri” bile Allah’ın çocuksuz olmasını anlamıyor olmasındandır. Çünkü onların zihninde çocuk gücü temsil ettiği için inandıkları güçlü Allah’ın da çok çocuklu olması gerekmekteydi. Kur’ân bu yanlış zihniyeti “bazıları kalkıp: “Rahman evlat edindi! ” iddiasında bulundular. O, bundan münezzehtir…” (Enbiya, 21/26) diyerek eleştirir.

Vahiy İnsan İçindir. İnsan Vahiy İçin Değildir.

Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban ettiği kıssasını Kur’ân anlatır. (Saffat, 37/102-109) Kurban bayramlarında yapılan va’zlarda Allah için yapılan “fedakârlık” örneği olarak anlatılan İsmail’i kurban kıssasını hemen hemen herkes dinlemiştir. Hâlbuki bu kıssada Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmesini Allah onaylamıyor. İsmail yerine Allah kurbanlık gönderiyor. Burada verilen mesaj insanı kurban etmek değil, dönemin Mekke toplumunda insanın kurban edilmesi uygulamasını kaldırmaktı. Bu gelenek eski kültürlerde olup Mekke’ye taşınmıştı. Hatta insanı kurban etme uygulaması Hz. Peygamber’in dedesinde vardı. Hz. Peygamber’in dedesi de on tane çocuğu olması halinde bir tanesini kurban edeceğini va’d eder. On tane çocuğu olur. Fakat Allah’a verdiği sözü de yerine getirmek ister. Mekke’liler savaş, barış, düğün, yolculuk vb işlerde puthanelerde bulunan fal oklarını çekerek karar verirlerdi. Abdulmuttalib’te fal oklarını çektiğinde her seferinde oğlu Abdullah’a çıkar fakat Abdullah’a kıyamaz. Daha sonra Abdulmuttalib’in gittiği kadın kâhin ona yol gösterir. Kâhinin dediğini yapan Abdulmuttalib Abdullah’ı kurban olmaktan kurtarır. Bundan anlıyoruz ki Mekke toplumunda insanı kurban etme geleneği eski kültürlerden taşınmıştı. Kur’ân’ın anlattığı kurban kıssası bu kötü geleneğin sona erdirilmesine yönelikti. Fakat bunu bir “fedakârlık” olarak yanlış anlatan da anlayan da cinayet işler;  Çaycuma Devlet Hastanesi’nde sağlık memuru olarak çalışan Yusuf Akmısır,  ormana götürdüğü oğlu A.O.A.’nın başını kesmeye çalıştı. Oğlunun ensesini kestikten sonra montla örten Yusuf Akmısır, oğlunu öldürdüğünü düşünerek polise gider. Çıkarıldığı mahkemece tutuklanan Akmısır, sabah uyandığında oğlunu Allah yolunda kurban etmesinin istendiğini ifade ederek, "Oğlumu araca bindirdim. Olay yerine gittik. Kasaptan aldığım bıçağı çıkarttım. Oğlumu önüme oturttum. Ensesinden kestim. Üstüne montunu örttüm. Pişman değilim. Kendi adıma rabbime kurban ettim" der. Bu da gösteriyor ki yanlış anlayana doğruyu anlatmak “deveye hendek atlatmaktan” zordur.

Dini metinler doğru anlaşıldığında rahmete götürür. Yanlış yorumlandığında ise yukarıdaki haberde geçen trajik olaylar yaşanır.

İslam’ın kaynağı da sahibi de Allah’tır. İslam Hz. Âdem’den Hz. Peygambere kadar uzanan tarihî zincirin ve sürecin adıdır. Yani bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinin adı İslam’dır.  İslam ilişkiye girdiği bütün toplumların yapısını, kültürünü, örf-âdetlerini dikkate alır. Toplumun yapısını dikkate almadan toplumda değişim ve dönüşme gerçekleştirmek zordur. Çünkü vahiyler boşluğa değil toplumdaki inanç, kültür, yemek, sanat, sosyal hayatın işleyişini dikkate alarak değişim gerçekleşir.  Yani yerinde “söz söylemenin mukteza-i hale/yaşanan duruma göre” söylendiği gibi, âyetler de boşluğa değil ortama göre inmiştir.  Mesela Bedir savaşında üçyüz kişilik ordu bin kişilik müşrik ordusunu yendi. Müslümanlar “Allah’ı hesaba katmayarak” öldürdükleri müşriklerin sayısı ve bireysel kahramanlıklarıyla gururlanınca “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı…” (Enfâl, 8/17) âyeti nâzil oldu.

Vahyi doğru anlamak için geçmişe seyahat için kullanılan “zaman makinesi” misali dönemin Mekke ve Medine’sine gitmeye ihtiyaç vardır. Çünkü Kur’ân mevcut problemlere cevaptır. Bir âyette asıl olan lafız değil maksattır. Âyetlerin nüzul maksadını, hangi bağlam ve tarihî olayı anlattığını bilmek gerekir. Mesela; “Savaş ortamında” müşriklerle Müslümanların karşı karşıya geldiklerinde tavrının nasıl olması gerektiğini anlatan âyette  “Onları, (savaşta) gözünüze kestirdiğiniz her yerde öldürün…” (Bakara, 2/191) buyurur. Bu, sıcak savaş ortamında,  seni vatanından çıkaran, malına, canına, ırzına saldırana karşı takınılacak tavrın anlatımıdır. Bugün Filistin’de ve Gazze’de savaşanlar için bu âyet âmir hükümdür. 

Hz. Peygamber barış ortamında Yahudi ve müşriklerle antlaşma imzalayarak aynı şehirde barış içinde yaşamış, müşriklere hediyeler vermiş, komşuluk yapmıştır. Sözleşme şartlarına bağlı kalıp kamu sağlığı, ahlakı ve güvenliği bozmayanlara dokunmamıştır. Fikri olarak bir insanın müşrik olması can, mal, fikir güvenliğinin ihlali anlamına gelmez. Müşrik olduğundan dolayı kimse öldürülmemiştir. Fakat savaş, barış ortamı dikkate almadan ayeti okumaya çalışmak toplumsal çatışmaya götürür.

Bugün farklı kültür, inanç, mezheb ve dinlerle barış için de yaşaması gereken Müslümanların savaş tercihi büyük oranda vahyi yanlış anlama problemidir.  Bu insan için de geçerlidir. Mesela; dost meclisinde övücü, yerici, alaycı, sevinçli, kızgınlık hallerinde konuştuklarınız söylenen ortamdan, yazdıklarınız da bağlamından koparılarak aktarıldığında yanlış anlaşılır. Sonra da  “Ben böyle bir şey kast etmemiştim” dersiniz. Kur’ân’ı yorumlama ve anlama faaliyeti büyük oranda gaye, nüzul ortamının iktisadi, ekonomik, siyasi şartların dikkate alınarak yapılan fikri aktivitedir.

Bir başka olay şöyledir. Âyetin bağlamını/öncesini, sonrasını, nüzul ortamını, şartlarını dikkate almadan “nihâî hüküm yalnızca Allah’a aittir…” (Yusuf, 12/40) âyetini okuyan Hariciler, Hz. Ali’yi önce  “kâfir” ilan edip sonra da öldürmüşlerdir. Çünkü sözün söyleniş ortamı dikkate alınmamıştır. Bu âyet söylediğinden çok, söylendiği ortamın ona kattığı anlamla anlaşılır. Hariciler âyetin bağlamını dikkate almayıp “cımbızlayarak” farklı anlam yüklemişlerdir. Âyetleri dış bağlam/söyleme sebebi, nüzul coğrafyasından, iç bağlam/siyak ve sibakından koparılarak okunduğunda rehberlik etmesi gereken Kur’an yanlış yere götürür. Yaşatmak yerine sürekli ölümü çağrıştıran kitap haline getirilir. Mekke’de nâzil her âyetin yerde karşılığı var. Yukarısı aşağıya tabidir. Erol Güngör “eğer yorumcular âyetten olaya giderse olaya çözüm üretemezler. Olayı tahlil edip âyete gelirlerse çözüm daha kolay olur” der. Mesela; Allah “oku” diyorsa toplumda problem var. Yoksa Kur’ân “laf olsun torba dolsun” kabilinden boşluğa hitap etmiyor.

Kur’ân’ın talepleriyle Kur’ân’a inananların yaptıkları arasında tezat varsa ki vardır. Bu durumda Kur’ân yanıltmadığına göre Kur’ân’a inanan insanların kitaplarını anlama problemleri vardır. Müslümanların Kur’ân’la ilişkisi mana üzerinde değildir. Mesela; Kişi bir ömür boyu namazda okuduğu Fatiha sûresi veyahut Tahiyyat duasının anlamını merak etmediği için bilmez. Çünkü lafzını okumanın yeterli olduğu kanaatine sahiptir. Hâlbuki her lafız manayı taşıyan kılıf, elbise, zarf veya ambalajdır. Zarf/lafız ile mazrûf/mana ikilisini ayrı düşünmek mümkün değildir. Manayla ilgilenmeyince lafız öne çıktı. Lafzın da ehemmiyet veya büyüklüğünü göstermek için güzel okunmaya odaklanıldı. Elbette Kur’ân güzel okunmalı. Fakat güzel okunan âyetlerin anlamı kulak ardı edilmemeli. Ne yazık ki Kur’ân kendisi üzerinden düşünülmesini emrederken “musikiye” kurban edildi. Ve halen bütün hızıyla devam ediyor. Keşke Kur’ân’ı anlama ve gönderiliş maksadı üzerinden yarışmalar yapılsaydı.  Fakat Son dönemde sık sık yapılan “Kur’ân’ı Güzel Okuma Yarışmaları”nda insanların Kur’ân’la ilişkisinin mana, maksat üzerinden değil ses ve musiki üzerinden olması insanı anlamdan koparıyor. Bu sadece Kur’ân ile ilişkimizde yoktur. Uluslararası Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü (OECD), Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) sınavlarında kendi anadillerinde "yazılı metinleri anlayıp kullanabilme” becerisi düşüktür. Türkiye uygulamaya katılan 81 ülke arasında 34. sırada, 37 OECD ülkesi arasında 29. sırada yer aldı. Eğitimin düşük olduğu toplumda ekonomik kalkınma da olmaz. Ne yazık ki halen sınavlar testle yapılıyor. Günümüzde büyük oranda Afrika’da uygulanan test, metni anlamak yerine sadece test kutucuğu  “işaretlemeyi” öğretiyor.

Kendi dilinde yazılan metinleri anlamayanların başka dilde yazılmış veya tercüme edilmiş metinleri anlaması imkânsızdır. Hiçbir metin, ister ilahî, isterse beşeri metinler olsun bizâtihi problem çözmez. Bütün metinlerde problem çözme potansiyeli vardır. Bu potansiyeli “anlayarak” aktif hale getirecek olan insandır.  Toplumu krizlerden bireyleri de sıkıntılardan kurtaracak dini metinler, onu yorumlayacak insanın eliyle şekil alır. Mesela Kur’ân “âdil olunuz”, ahlaklı olunuz” der fakat nasıl olacağını uzmanların yorumuna/içtihadına bırakır. Kur’ân sadece yol gösterir. Kur’ân’ın “âdil olunuz” emrine rağmen Müslüman coğrafyada adalet ülke endekslerinde ekside seyrediyorsa Kur’ân’a inananların dünyasına sadece kıraat/nağme olarak var olmuş, anlam olarak henüz inmemiştir. Hâlbuki Kur’ân metin olarak inmiş ve bitmiştir. Fakat anlama ve yorumlama faaliyeti devam etmektedir. Yorumlama ve anlama faaliyeti akan hayatla beraber devam etmezse yaşanan hayattaki insanlar geriye dönüp atalarının ocağındaki külleri bugüne taşırlar. Bireyin kendi çaba, tefekkür ve emeğiyle kazanmayıp, emlakçıların ucuza kaptığı miras malını veya  “babam sağolsun” modunda hazır bulduğu iman bireyde değer üretmez. Kolay kazanılan kolay elden çıkarılır veya harcanır. Kur’ân tevhidin babası Hz. İbrahim’in önce bir yıldızın, sonra ay’ın ve ardından güneşin tanrı olup olamayacağını sorgular. Bunların gelip-geçici olduğunu söyleyerek tanrısal niteliklere sahip olamayacaklarını söyler. (En’âm, 5/ 75-79)

Kur’ân ilk muhataplarının şirk, putperestlik, kölelik, kabilecilik, toplumsal hiyerarşi, ırk üstünlüğü vb. yanlışlarını eleştirirken onlar bunu “…Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” (Mâide, 5/104) diyerek geçmişteki atalarının fikri miraslarının yanlışta olsa statüyü koruyacaklarını söyleyerek işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. Toplumdaki “…Ne zaman utanç verici bir iş işleseler, “biz atalarımızı da bu işi yapar bulduk; hem, Allah emretmiştir bunu bize” derler hemen. De ki: “Bakın, Allah asla utanç ve tiksinti veren işleri emretmez…” (A’raf, 7/28) Allah’ın kendisine verdiği “özgürlükle” işlenen çirkinliklerin faturasının Allah’a çıkarılması “…Sen beni azgınlığa mahkûm ettin…” (A’raf, 7/16) diyen şeytandır. Bu anlayış bugün de meydana gelen sel, deprem ve yangınlarda fatura “takdiri ilahî” diyerek insanlar sorumluluk yüklenmekten kaçınmaktadırlar.

Kur’ân ilk defa nâzil olduğu topluma “eski köye yeni âdet getirdiğinde” ilk muhataplar “kendilerini sorumlu gösteren” mesajları kabulde çok zorlandılar.

Kur’ân, Cezayirli düşünür Mâlik b.Nebi’nin “el-kâbiliyye li’l-isti’mar”/sömürülmeye elverişlilik”  Ali Şeriati’nin “el-kâbiliyye li’l-istihmar”/eşekleşmeye elverişlilik durumunu ortadan kaldırdı. Mekke’lilerin köleleştirdiklerini özgürleştirdi. “Arı kovanına çomak sokan” Kur’ân’ın anlamının ve üslubunun etkileyiciliğinin tesirinde kalıyorlardı. Çünkü Mekke’liler edebi zevklerinden dolayı nâzil olan vahyi dinlemekten keyif alıyorlardı.

Kur’ân-ı Kerim, anlattığı bilginin eyleme dönüştürülmesini ister. Bunu da “Siz kendinizi unutarak diğer insanlara erdemli olmayı mı öğütlüyorsunuz hem de ilahî kelâmı okuyup durduğunuz halde? Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?” (Bakara, 2/44) diyerek eleştirir. Allah kendisinin “dikkate alınmasını, önemsenmesini” buyruklarının karşılıksız bırakılmamasını ister. 

Kur’ân bilginin eylem ve aksiyona dönüşmesini temin etmek için alt yapısını hazırlar. Bunu da Mekke’de ilk nazil olan âyetlerde görmek mümkündür. Fikir, inanç, tedebbür, taakkül alt yapısı hazırlanmayan ne bir ibadetin ne de bir ahlakın eyleme ve aksiyona dönüşmesi mümkün değildir. Alt yapısı hazırlanmayan bütün sözler ne kadar çok sayıda söylenirse söylensin havada kalır. Bugün minber, mihrab ve kürsülerde üst seviyede söylenen sözlerin ne yazık ki karşılığı yoktur. En basitinden Allah’ın insanlardan ilk talebi “oku” sözünü sakız gibi tekrar etmemize rağmen okuma oranı dünya ülkelerinin çok gerisinde kalmaya devam ediyor. Çünkü birisi “oku” emrinin alt yapısını hazırlayıp söylerken, diğeri söyleyeceği sözün tıpkı bir tohum gibi tarlayı, mevsimi, tohumu, suyu, ısıyı ve ışığı dikkate almadan ekiyor. Sonuç hüsran…

Kur’ân-ı Kerim’in ilk nazil olduğu toplum “dinsiz”ateist değil “müşrik”/çok ilahlı dindar toplumdu. Bunu sağlıklı tespit etmediğimiz zaman günümüzde karşılaştığımız toplumlarda “şaşkın ördek” gibi dolanıyoruz. Çünkü Kur’ân ilk defa karşılaştığı toplumun “maruf”/aklın ve sağduyunun onayladığı veya “münker”/aklın onaylamadıklarını dikkate aldı. Hiçbir bir problem yasaklayarak çözülmüyor. Yok sayarak yok olmuyor. Hz. Peygamberin “ayağımın altına alıp bir daha diriltilmemesini” istediği; ırkçılık, kabilecilik, ehliyet ve liyakatsızlık kısa bir süre sonra Emevilerin eliyle dinin bir parçası haline getirildi.

Arabistan coğrafyasında yerleşmiş güçlü kabile geleneklerini bir anda devrimle ortadan kaldırmak kolay değildi. Aslında Kur’ân’ı Kerîm’in yaptığı değişimin adı “beyaz devrim” di. Yani toplumsal değişimde insanı merkeze alarak hareket etmekti. İnsanı imha eden yok eden değil hayat veren yaşatan bir anlayıştı. Bu da Kur’ân’ın rehberlik ettiği “bir insanın ölümü bütün insanlığın ölümü” ilkesinin talebiydi. (Mâide, 5/32) Hz. Peygamber savaş temenni etmeyiniz dedi. (Müslim, “Cihâd”, 20) Peygamberin yaptığı savaşlar insanların baskı, dayatma ve zulümden kurtarılması içindi. Yoksa savaşlar ekonomik gelir ve toprak elde etmek için değil tamamen savunma savaşlarıydı. Bu savaşlarda hayatını kaybeden insan sayısı 300-400 arasıdır. Bu da istatiksel olarak iki bayramdaki “görgüsüzlüğümüzün” ve hoyratlığımızın eseri olan trafik kazalarında kaybettiklerimizden azdır.

Kur’ân ilk defa nâzil olduğu toplumdaki maruf saydığı değer ve normlara savaş açsaydı başarılı olması imkânsızdı. Vahyin inananları çağırdığı zemin iyi insan olmaktı. Çünkü insanlaştırmadığı bireyleri Müslümanlaştırmak kolay değildi. Mesela; ilk dönemde nâzil olan sûrelerden birisi olan Beled Sûresinde insanların karşılaşacağı sarp engel ve yokuşları sıralarken köle yapılan insanları özgürleştirmek, toplumun itilmiş ve sahipsizlerini;  yetim ve yoksullarını doyurmaktır. (Beled, 90/11-17)  Beled Sûresi beyinleri besleyen asıl gıda özgürlük ile insanlık tarihi boyunca devrimlerin temel sebebi olan ekmeğe ve özgürlüğe sahip çıkmayı tavsiye eder. Daha sonra da “iman etmeyi” tavsiye eder. Müslüman olmadan önce insan olmanın gerekliliğini anlatır. Aliya İzzet Begoviç’in dediği gibi “iyi insan olmadan iyi Müslüman olunamaz.” Din, insana insan olmanın yollarını gösterir. Müslüman olmak ise insanların “tercihine” bırakılır.  “Ve de ki: “(Bu) hak, Rabbinizden (gelmiş)tir: Artık ona dileyen inansın, dileyen reddetsin…” (Kehf, 18/29) diyerek insanın istek ve ihtiyarına ipotek konulmaz. İnanan araştırsın, soruştursun, gezsin, dolaşsın ve iman etsin. Dileyen kabul etmeyerek beşerin müdahale edemeyeceği âhirette cezasını çeker. Yüce Allah, özel olarak yarattığı kuluna tercih ve özgürlük alanı tanıyarak insanın kabul ettiğini belgeye, bilgiye dayanmasını, ret ettiğinin de belge ve bilgiye dayanmasını ister. (Enfal, 8/42)

Bu yazı toplam 1518 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Yazılan yorumlar hiçbir şekilde www.adilcevaz13.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.
6 Yorum