Kuyudan Çıkamıyoruz (II)
Anadolu irfanında problem çözemeyen, kararsız olan, ne yapacağını bilmeyen, sorunlar karşısında sürekli yalpalayanlar için “kuyudan çıkamama” deyimi kullanılır. İslâm Coğrafyasının durumu tam da bu deyimde geçtiği üzere “kuyudan çıkmak” için kendisine uzanacak bir el bekliyor. Müslümanların durumu şu olaya benziyor; Erzurum’un soğuk kış gecelerinin birinde biraz ısınır ümidiyle yüksek dozda alkol alan dadaş (Erzurum tabiri) kafası yerinde olmadığından yalpalayarak yürüdüğünden kuyuya düşer. Kuyuya düşünce canı acır. Ve çektiği acının farkına varır. Çabalamasına rağmen kuyudan bir türlü çıkamaz. Çıkamayınca yapacağı tek şey ses vermek. O da Erzurum şivesiyle “kimse yoğ mi”? diyerek avazı çıktığı kadar bağırır.
Sabahın karanlığında ortalıkta sadece camiden çıkan cemaat var. Cami cemaatı az ötede “kisme yoğ mi?” diye gelen sese doğru giderler. Kuyunun dibinde alkol aldığı her halinden belli olan birisini görürler. O da kuyunun üst tarafındaki insanları görünce elini uzatır. Fakat namazdan çıkan Hacı Amca camide zaten az olan cemaat sayısının bir tane daha arttırma fırsatı yakalamış hesabıyla yapacağı iyiliği “tebliğ faaliyetine” dönüştürür.
Hacı Amca ; “Tamam! Seni kuyudan çıkaracağım fakat bundan sonra tövbe edip namaz kılacak mısınız? der. Hayatın bin bir türlü zorluğu karşısında alkolü bir çıkış olarak gören sarhoş dadaş, Hacı Amca’nın “namaz pazarlığına” kızıp, ümitsizce sesini sonuna kadar kullanarak “başka kisme yoğ midir?” der. Dadaş aldığı yüksek dozdaki alkoldan dolayı kuyunun dibine düşmüş bir taş misali “akıl melekesini” kullanamıyor. Aklın devre dışı kalmasından dolayı da kuyudan çıkması için başka akıllara ihtiyacı var. Onlar da sıkıntı içinde kalmış birisini Kilisenin Afrika’da yaptığı gibi “ibadet pazarlığı” üzerinden kurtarmayı yeğliyorlar. Nafile…
Aslında din de kimseyi düştüğü karanlık kuyudan çıkarmaz. Kuyudan çıkmak için sadece “yol ve yöntem” gösterir. Ne yazık ki İslam Coğrafyası bilim, sanat, teknoloji, terör, göç, şehir mimarisi, iktisadî eksikliğini gidermek maksadıyla sürekli düştüğü kuyudan bağırıyor. “Kimse yoğ mudur? Elinden tutan da olmuyor. Bazen kuyunun dibine bile itebiliyorlar.
Mehmet Akif’in “Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? Veya Anadolu irfanında geçtiği üzere “keşke bu kadar acı ve hüzün veren zamanlarda yaşamasaydım” denildiği süreçte, Müslümanların becerdikleri tek şey günlük olarak öldürdükleri farklı mezhep ve inançtaki insan çetelesini tutmaktır. Şunu bir türlü algılayamıyorlar. Akılları ve zihinleri uyuşturulan “militanların” en büyük sevdası, kurda- kuşa yem olsa da “doğru” olarak dayatılan davası uğrunda ölmektir. Aslında hoşlanmasak ta; sağ-sol, şii-sünnî, ateizm, deizm, teizm, ırkçılık vb. taraftarlarının ölmesiyle fikirler ölmezler. Fikirler, sahiplerinin hapsedilmesiyle mahkûm olmazlar. Aksine daha çekici olur ve özgürleşirler. Yanlış da olsa farklı fikirlere tahammül edilmelidir. Mesela; fikirleriyle yüzleşmekten korkulduğunda; Ebu Hanife, İmâm-ı Serahsi, Said Nursî, Seyyid Kutub, İbn Teymiyye, M. Muhammed Taha… vb. sahip oldukları popülerliklerinden dolayı cezalandırılmalarının payı yok değildir. Hâlbuki Kur’ân’ın anlatımına göre “affedilmez” tek günah şirktir. (Nisa, 4/48,116) Kur’ân şirk problemini, müşrikleri öldürerek değil yaşatarak çözdü. Bunu da müşriklerin fikirlerinin temelsiz ve anlamsız olduğunu ortaya koyarak yaptı. Böylece müşrikler kendi elleriyle yaptıkları putlarını yine kendileri kırdılar. Bu da vahyin en büyük başarısıdır. Hz. Ömer Kur’ân dinleyerek inanmasaydı bugün elimizde kürsülerde anlatacak malzememiz olmayabilirdi. Müslümanların yapması gereken vahyin “…Allah, aklını kullanmayanları pisliğe mahkûm eder!” (Yunus, 10/100) Sadasına kulak vermektir. Müslümanların kuyudan akıllarını kullanarak, emekleri ve alın terleriyle çıkmaları gerekir. Yoksa yaşadıkları derin krizlerden çıkmak için Arabistan’ın uzattığı ele ABD Eski Başkanı Donald Trump, Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdilaziz'e: "Bak Kral, biz seni koruyoruz. Biz olmazsak iki haftaya burada olmayabilirsin. Bunun bedelini ödemeye mecbursun" der.
Aslında problemlerin dışardan değil bizden kaynaklandığını kabullensek, çözecek beceriye sahibiz. İslâm Coğrafyası potansiyeli, genç nüfusu, tarihi yaşanmışlığı, tecrübesi ve birikimi sayesinde güçlüdür. Kendi göbeğini kendisi kesebilecek kabiliyeti vardır. Müslümanlar öncelikle kendi kapılarının önündeki adaletsizlik, hukuksuzluk, yolsuzluk, yasakçılık, kodum mu oturturum dili, baskı ve dayatma, korkutarak problem çözme ve otoriterliğe son vermeliler. Aksi takdirde kıyamete kadar “kimse yoğ mudur?” sloganını üst seviyeden söylemeye devam eder veya Donald Trump’un vb. uzattığı kopasıca ellere muhtaç oluruz.
Tarihi Kutsal değil, Laboratuvar Görülmeli
Müslümanlar, “şeriatle” yönetildiğini dünyaya ilan ederek bayrak ve flamalarına “Allah” “İslâm Cumhuriyeti” yazdıran ülkelerde yaşamak istemiyor. Bu İslam’ın değil, İslâm’ı hurafelerle doldurup İslam’ı Allah’ın dini olmaktan çıkarmaktan kaynaklanıyor. Allah’ın dininde herkes inansın veya inanmasın özgürce tercihini kullanır.
Bazı Müslüman ülkelerin İslam veya “şeriat” olarak topluma dayattıkları hususlar evrensel ahlakî veya hukuk kuralları değildir. Aliya İzetbegoviç’in belki de vahyin ma’ruf dediğine yaptığı tarifte “Benim için yeryüzünde iyi, doğru ve güzel olan ne varsa o İslam’dır” sözü iyi olanın bizim olmasa, bizde değilse bile İslam’î olduğudur.
Müslümanlar hakikatı tekellerine alarak kendi mezhebinin, tarikatının, cematinin, ırkının, kültürünün yorumunu “şeriat” diye dinin esası gibi topluma dayatıyor. Bu yorumlara itiraz eden veya kabul etmeyeni de hiç beklemeden “din düşmanı” veya mürted ilan ederek öldürmekten de kaçınmıyorlar. Hâlbuki her yönetimin yaptıkları uygulamalar kendi mezhebî yorumlarıdır. Yorumlar da dinin kendisi değil, dinî bilgilerdir. Dinin ana kaynakları; Kur’ân ve sahih sünnettir. Bu iki kaynaktan yapılan içtihat ve çıkarımlar dinî bilgilerdir. Dinin ana kaynakları eskimez ve değişmez. Fakat dinî bilgi eksik, yanlış, kusurlu olabilir. Dinî bilgideki kusur dinin ana kaynaklarına fatura edilmemelidir.
Bugün temel problem toplumun ihtiyacı olan sahih dinî bilginin yeteri kadar üretilememesi ve dinî bilginin dinin ana kaynağı olarak anlaşılmasıdır. Erken kalkan bir şey söylüyor. Ayıp olmazsa “cehalet sana hayranım” dedirtecek hale geldik! Ne yazık ki insan kendisini merkeze alarak, kendini aklama ve yanlışın faturasını sürekli başkalarına çıkarma gibi zaaflara sahiptir. Halbuki Allah “…kendinizi temize çıkarıp-durmayın…” (Necm, 53/32) der.
Müslüman toplumlarda vahyin pratik hayattan uzaklaşmasından dolayı Müslümanlar güven, adalet, ehliyet ve merhamet ikliminde yaşamak için canlarını tehlikeye atarak Ege ve Akdeniz’in soğuk sularında can veriyorlar. Bugün sokak röportajında bile “Hangi ülkede yaşamak istersiniz? Sorusuna kimse isim logosunda “İslâm Cumhuriyeti” olarak bilinen ülkelerin adını ağzına bile almaz. Çünkü “İslâm Cumhuriyetleri” olan Müslüman ülkeler halen yerel olmaktan kurtulamadılar. Bu ülke insanlarının kullandığı bilgisayar, telefon vb teknolojilerine baktığınızda bugünü, fikren ve zihnen geçmişte yaşıyorlar. Dünyayla entegre olamamalarına rağmen bu durumdan da rahatsız değiller. Kur’ân’ın ifadesiyle “…her grup yalnız kendi sahip olduğu (ilkelerle) övünüyor” (Rûm, 30/32) Herkes sahip olduğu beşeri yorumunun “biricik liğini” seviyor ve dinin aslı gibi kabul edip savunuyor. Bu durum sadece bugüne ait değildir. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı’da da aynıydı. Tarihte de tek tip dinî yorumdan söz etmek mümkün değildir. Aslında yorum insandaki “parmak izi” gibi farklı, özel ve bireyseldir. Herkes örfüne, coğrafyasına, fikrine göre yorum yapar ve yaşar. O halde kimin yorumu doğrudur? Sorusuna vereceğimiz cevap; hiç kimse kendi yorumunu “mutlak hakikat” olarak görüp, eleştirenleri din dışı ilan etmemelidir. Toplumların dinî yorumu doğru da yanlış ta olabilir. Her türlü farklılığa adalet, merhamet, ahlak, hukuk, ehliyet çerçevesinde muamele edip sonucu ahirette Allah’ın kuracağı teraziye bırakılmalı, bu dünya cehenneme çevrilmemelidir. Müslümanların Batı’ya göç etmesinin sebebi kendi fikirlerinin doğru veya yanlış da olsa özgürce ve güven içinde yaşayabilecek mekan arayışıdır. Bu arayışın güvenli sığınağı olmak bize yakışırdı. Kültürel kodlarımızda bu dinamikler var. Zor da olsa farklılıkları bir arada yaşatmadaki “tarihi yaşanmışlığı” yeniden canlandırabiliriz.
Müslümanların beslendiği değerler dünyası ile yaptıkları arasında zıtlıklar var. Kur’ân’ın yapma dediğini yapan, yapın dediklerini yapmayan bir topluluk haline geldi. Bazı insanlar menfaat temini için inancını feda etmekten kaçınmıyorlar. Mesela; Uluslararası yapılan “İslamî Endeks”lerde ülkelerin ekonomiye dair kategoride, ülkenin yolsuzluktan uzak olması ve ekonomik prensiplerin İslami finansa uygunluğu gibi göstergeler, adalet ve yönetim, insan hakları ve siyasi haklar, uluslararası ilişkiler vb konularda islamî ilkelere sahip olup olmadıkları yapıldı, yapılıyor. Yapılan çalışmada ilk (44) kırk dört ülke arasında Müslüman ülke(!); 1. Yeni Zelanda, 2. İsveç, 3. Hollanda, 9. Kanada, 11. Almanya, 15. İngiltere, 16. Japonya, 51. Katar, 57. Ermenistan, 93. Suudi Arabistan, 100. Sırada Türkiye bulunuyor. Müslüman olmayan ülkelerde “İslamî ilkelerin” sosyal hayatta yaşandığı, halkının Müslüman olduğu hatta “İslâm Cumhuriyeti” “İslâm Emirliği” vb ülkelerde yukarıda sayılan İslâmî ilkelerin toplumsal hayatta olmadığı veya çok az olduğu tespit edilmiştir. Müslüman ülkelerde İslâmî esaslar görünmezken, Müslüman olmayan ülkelerde İslâmî ilkelerin daha çok yaşandığı tespit edilmiştir. Bunu garipsememek gerekir. Adalet ve merhamet kimsenin tekelinde değildir. Ateist, Budist olup ahlaklı, çalışkan, dürüst, Müslüman olup ahlaksız; yalancı, güvenilmez insanlar olabilir. Nurettin Topçu’nun ifadesiyle “Kur’an hârikası olan ilâhî ahlâk, İslâm diyarında çoktan gömülmüş” bizim dışımızdaki dünyada ortaya çıkmıştır.
Ne yazık ki Müslüman Coğrafyanın durumu, yazar Kiras’ın benzetmesiyle “…kovboy filmlerindeki “bar kavgası” sahnelerine benziyor. Mütemadiyen herkes önüne gelene hiç sebep aramadan yumruk sallıyor. Kimin ne derdi var, belli değil. Yumruklayan adam yumrukladığı adamdan ne istiyor, belli değil. Konuşma yok, tartışma yok, sadece kavga var… (…) ne aydınlar ne siyasetçiler hatta ne de sanatçılar ve akademisyenler oturup birbiriyle dertleşiyor, ne de ortak sorunlara çözüm bulmak için ortak bir çaba içine giriyor. Varsa yoksa kavga döğüş. Bir diğerine yumruğunu vurmak için fırsat arıyor hepsi. Herkes herkesin düşmanı gibi. Sanki herkesin herkesle kan davası var. Hiç kimsenin bir diğerinin varlığına tahammülü yok. Benzer konularda benzer görüşte olanlar bile ortak dertlerine ortaklaşa bir çare aramak yerine birbirleriyle kavga etmek için gerekçe arayıp duruyorlar…”
İslam öncesi 110 (yüz on) yıl savaşıp birbirlerini öldürerek bitiremeyince barışan Evs ve Hazrec kabilelerine döndük. Ta ki vahiy imdada yetişti… Çünkü hiçbir kavga ve çatışma sonsuza kadar sürmez. Kur’ân hem onlara hem de bize toplumsal barışın farklılıkları nimet bilmekle mümkün olduğunu anlattı. (Rûm, 30/22) Müslümanlar yaşadıkları coğrafyada çoğunluğun ırkı, dili, dini, mezhebi ve inancını topluma dayatarak “az(ınlık) olanın canı çıksın” körlüğünü tedavüle soktu. Mesela; İran’da Şii, Arabistan’da Vehhabi, Afganistan’da Beluci, Yemen’de Zeydi, Malezya’da Malay… vb. Olmak ayrıcalıktır.
İlk dönemdeki Arabistan coğrafyası farklı kabilelerden oluşmuştu. Bu kabileler Hicaz tarihinde ilk defa Hz. Peygamber’in yürüttüğü stratejik siyaset sayesinde bir araya geldi. Bu birlikteliği korumak önemliydi. Çölde yüzlerce kabilenin ayrı putu, inancı, kültürü ve dini vardı. Kur’ân’ın nüzuluyla bu kabileler “tevhidin” etrafında birleştiler. Bu hepsini tek tipleştirmek anlamına gelmemektedir. Zira tevhit Aliya İzzet Begoviç’in dediği gibi “Tevhit, aynı inancı paylaşan insanların birlikte yaşaması değil; farklı inançta olan insanların birlikte yaşayabilmeleridir.” Günümüzde bütün insanları “tek tipleştirme” anlayışı kültürümüzün ürettiği değil Fransız devriminden sonra dünyaya yayılan “ulusçuluk” fikrinin eseridir. Ulusçuluk fikrine bulaşan İslam Coğrafyası ne yazık ki bir türlü yakasını kurtaramıyor. Batı Dünyası kendi içinde farklılıkları yaşatırken bizim toplumu tek tipleştirmemiz anlaşılır gibi değildir.
İnsan neyle karşılaşırsa karşılaşsın her zaman tutunabileceği bir dal, tırmanabileceği bir merdiven sarılabileceği bir el mutlaka yapabileceği bir şeyler vardır. Tıpkı Hz. Yakub’un ümitle söylediği “Evlatlarım, haydi gidiniz, bütün duyularınızı, hislerinizi kullanarak vargücünüzle Yusuf ve kardeşi hakkında bilgi edinmeye çalışınız. Allah'ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyiniz…” (Yusuf, 12/87) Vahiy bu desteği sağlar. Yoksa vahiy bizatihi sorun çözmez sadece sorun çözmenin yolunu ve yöntemini öğretir.
İnsan bir değer ürettiği zaman o değer kendisine ait olur. Bunu da ancak özgür iradesi sayesinde yapabilir. Mesela; “Allah’ın takdiri” kavramı Allah’ın kâinatta ve düzeniyle ilgili koyduğu/uygun gördüğü yasalardır. Deprem, suyun kaynaması ve donması ilahî kanunlardır. Müslüman da Budist te bu kanunlara uyarsa başarılı olur. Allah takdir ettiği kanunlara uymada kimseyi kayırmaz. Çünkü kendisini “Rabbu’l-Müslimin” değil “Rabbu’l-Âlemin” olarak anlatır. “Rabbinin lutfu yalnız (bir kesime) tahsis edilmiş değildir.” (İsra, 17/20) derken bu dünyada kimseye ayrıcalık yapmaz. Tembelle çalışana, dinleri, inançları farklı diye, farklı muamele yapmaz.
İnsan bu dünyaya beşer olarak gelir. Cinsiyetini belirleme yetkisine de sahip değildir. Dünyaya geldikten sonra insan olunur. İnsan olmak çaba ve emek gerektirir. Bunlar olmadan insan olunmaz. Bunu da ilahi irade/yasa/kanun insana bırakmıştır. Yolunu ve yöntemini göstererek yol almayı insana bırakmıştır. İnsanlık yolunu katederken dikenli yollarla karşılaşır.
Geçmişten günümüze baktığımızda karşılaştığımız problemlere çözüm üretmek yerine hazır paket proğramlar arıyoruz. Hâlbuki günümüzde çok hızlı akan ve hızlı aktığı kadar çabuk değişen bir hayat vardır. Bu hayata karşı statik değil dinamik bir din anlayışı ile baş edebiliriz. Tarihte olmayan trafik, çevre, iklim problemleri bugünün üretilen bilgileri ışığında çözülebilir.
Aksi takdirde çözemediğimiz problemlere geçmişte üretilen bilgileri bugüne taşıyarak hayatı yaşanmaz hale getiririz.
Benzer örneği ticarette de görmek mümkündür. Din ahlaklı ticaret yapmanın yollarını öğreterek zengin olmayı ve sonunda zekât verecek seviyeye ulaşmayı önerir. Helal kazancın yolunu öğrenen kimse krizle karşılaştığında yolunu ve yöntemini bildiği için tekrar kazanır. Sorun çözme becerisine sahip kimse farklı sorunlarla karşılaştığında kolayca çözebilir.
Kur'ân bize Fatiha Sûresinde şu duayı öğretir "İhdinâ-s-sirâta'l-mustakîm" "Bize doğru yolu göster." Bu âyette yolun gösterilmesi istenir. Tıpkı gitmek isteyip bilmediğiniz yolu bilen birisinden size göstermesini istemeniz gibi. O da size gösterir. Sonra da size gösterilen yolu yürürsünüz. Yoksa Allah’ın özgür irademiz olmadan bizi herhangi bir yola iletmesi mümkün değildir. Böyle bir zorlama Allah'ın koyduğu fikri çoğulculuğa aykırıdır. "Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu irade etmedi. Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?" (Yunus, 10/99)
Yeniden Kâinat Okuryazarlığına İhtiyaç Var
Toplumun temel ihtiyaçlarını karşılamak için bilimden sanata, mimariden eğitime, ekonomiden yönetime kadar birçok hususta gelişmeler baş döndürücü hızla ilerlemektedir. İnsanlar bu alanlarda meydana gelen gelişmeleri dini kavramla ifade edersek “içtihat”la çalışarak buluyorlar. Yoksa bir zamanlar Kilise herşeyin kaynağının “kendileri” olduğundan hareket ederek dünyanın döndüğünü söyleyenleri yaktılar. Hâlbuki dünyanın dönüp dönmediği, yuvarlak olup olmadığı konusunu bilimsel araştırmayla bulmak mümkündür. Dinin yaptığı en büyük iyilik “Peki, yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, orada olup biteni kalpleri kavrasın ve kulakları işitsin?...” (Hac, 22/46) diyerek teşvik etmektir. Gerisini insanın çalışma ve gayretine bırakmıştır. Yukarıda geçtiği üzere herşeyin çözümünü ve kaynağını dinî metinlerde aramak dine yapılacak kötülüktür. Çünkü insan dinde bulurum diye dine yönelir sonra da aradığını bulamayınca dinden ümidini keser. Dinle olan bağı sadece “kültürel değer” olarak kalır. Dinin insana yüklediği "yeryüzünde gezin” emrine rağmen insan formülleri dinden bekledi. Halbuki burada din insanı motive ediyor, âdeta sırtını sıvazlıyarak teşvik ediyor. Bu teşvik kutsalla ilişkilendirilince etkisi fazla olabiliyor.
Kur’ân âyetlerini okuyor ve saygı duyuyoruz. Aynı okumayı kâinattaki her türlü börtü-böcekten güneşe, topraktan yıldızlara kadar görsel âyetleri okumaya ihtiyaç vardır. Bunlara da vakit ayırmak gerekiyor. Çünkü bunlar da âyettir. İnsanın kainat kitabında yapacağı araştırma dinin nazarında ibadettir. Yaratılan bilinmeden yaratan/Allah nasıl bilinip tanınacak. Tanınmayana nasıl ibadet yapılacak. Muhammed İkbal’in ifadesiyle “…tabiatı bilmek Allah’ın davranışını bilmektir. Tabiatı inceler ve araştırırken, Mutlak zat’a biraz biraz daha yaklaşmak çabasında oluruz. Bu ise ibadetin başka bir şeklidir…” Tabiatın bize ihtiyacı yoktur. Bizim kainata ihtiyacımız var. Toprak bizimle konuşacak olsaydı “beni koruyun” derdi. Mesela; Arılar yok olursa hem polenler taşınmaz. Hem de kısa sürede dünyanın sonuna yaklaşmış oluruz.
Hikmet sahibi coğrafya öğretmeniyle sohbet ederken “Hocam! Ben dağa bakarken âyet görüyorum. Yıldızlara, güneşe, aya, denizlere, ağaçlara her baktığımda tıpkı Kur’ân’a bakar gibi hissediyorum” demişti. Aslında bütün mahlukat tıpkı birer uyarıcı vâiz gibi hisseden/akleden kalbimize sesleniyor. Biyologların ağaç yapraklarına taktıkları sensör/otomatik algılayıcılar yardımıyla bilgisayara aktardıkları sesleri işittiğimde hayretim artmıştı. Amerika’da uzmanlar, ormandaki eski ağaçların yeni ekilen ağaçlarla miselyum ağıyla iletişim kurduklarını tespit etmişlerdir. Bundan dolayı eski ağaçların kesilmesine ara vermişlerdir. Âdeta eski ağaçlar yeni ekilen ağaçlara tecrübe aktarımında bulunuyorlar. (www.youtube.com)
Kainatta yaratılan her varlık uzmanı tarafından keşfedilmeyi bekleyen bilgi hazinesidir. Güneşin bir günlük ürettiği enerjiyi muhafaza etme imkanı olsa yüksek seviyede enerji kaynağı elde etmiş olurduk. Güneşi anlamaya daha fazla vakit ayırmak ve nasıl okumamız gerektiğini bilmek gerekiyor.
Astronot André Kuipers uzay yolculuğunu anlatırken şu tespitte bulunur; “Güneş samanyolunda bulunan 200-300 milyar yıldızdan sadece bir tanesidir. Yüz milyar başka samanyolu gerçeği var. Evrende dünya sahillerindeki kumlardan daha fazla yıldız var…” ifadeleri uzayın derinliklerini anlatıyor. Bunları da uzmanı bilir. Toplum eleştirmeni Bertrand Russell, “bir gram beyin bütün dünyadaki telekominikasyon bağlantılarından daha çok bağlantı ihtiva ediyor” derken insanın halen keşfedilmediğini anlatır.
Kaç vakit namaz kılacağımızı, nereye hacca gideceğimizi, kaç gün oruç tutacağımızı din belirler. Amenna! Fakat kanserin ilacını din tayin etmez. Din, bunu yirmi milyon GB kapasiteli insan beynine havale eder. “Namaz kılın” emri gibi Kur’ân’da “yeryüzünde dolaşın araştırın” emirleri vardır. İkisi de emirdir. (Ankebut, 29/20; Sebe, 34/18; Fâtır, 35/44)
Prof. Dr. Fuat Sezgin “Msülümanlar tarihte fizik, kimya, biyoloji, astronomide yaptığı keşifleri Kur’ân’dan değil “Allah’ın görsel âyetleri olan “kâinat kitabından” çıkardılar” der. Kur’ân insan kainat ilişkisini kurdu. Kâinat asıl kitap, Kur’ân büyük kitap olan kâinata işaret eden yardımcı kitaptır. Asıl kitaba sırt çevirip yardımcı kitabı da anlamadan okursak netice; İslam coğrafyasının perişan haline çözüm üretemeyiz. Bu da özellikle gençlerin yaşamak için bir zamanlar “düşman” bellediği ülkelere sığınmak zorunda kalırlar.
Korkuyu Kerbela’da Bırakan Sivil Âlim
Mehmet Âkif Ersoy, dönemin devlet görevlilerinin yanlış tutumlarını zaman zaman eleştirir ve yanlışlarından dolayı sert ikazlar yapar. Mehmet Âkif’in yazdığı hiçbir şiiri II. Abdulhamid döneminde yayınlanmaya müsaade edilmez. Şiirleri meşrutiyetten sonra yayınlanabilmiştir.
Birgün Mehmet Akif yazı yazdığı gazetenin yazıhanesinde kurufasulye yerken Talat Paşa'nın kendisine gönderdiği haberci "Talat Paşa'nın selamları olduğunu yazılarınızda çok ileri gittiğinizi fazla ileri gitmezseniz iyi olur" anlamında sözler söyler.
Mehmet Akif, Talat Paşanın gönderidği görevliye “nâzırına söyle, kendilerini düzeltsinler! Bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben fasulye aşı yemeye razı olduktan sonra da kimseden korkmam!” der. Mehmet Akif bu şekilde rahat konuşuyorsa bu tamamen sivil oluşundandır.
Dinin birçok toplumsal problemlerin çözümündeki insiyatifi uzmanlara (iktisat, sağlık, mimari, çevre, bilgi, eğitim, yönetim, hukuk vb.) bıraktığını anladığımda yine hayal kırıklığına uğramıştım. Hâlbuki bize “din bütün problemleri çözer” demişlerdi. Aslında din problem çözmenin yollarını gösterir. Problem çözmez. Yani dinin insana yüklediği görevi/misyonu insanlar dinden beklediler. Sonuçta ikisi de birbirine bakarak “kurtarıcı/mehdi” beklemeye devam ediyorlar.
Halbuki hayatın tabii süreci karşısında din değil, dinin temel kaynakları; Kur’ân ve sünnetten üretilen “dinî bilgiler” yenilenmelidir. Eğer ihtiyaç duyulan bilgi yenilenmezse toplum fikren “mazinin derelerine” mahkum olur. Repertuarda bolca eski hikayeler mehter marşı veya Kerbela ilahisi eşliğinde sadece karnımızın şişini indirir.
Hayatın canlılık ve sürekliliğini koruması sürekli yenilenen bilgiyle mümkündür. Sağlıkla ilgili problem olduğunda İbn Sina’ya sığınmıyoruz. Toplumun yetiştirdiği yeni tıpçılar sağlıkla ilgili problemleri çözüyorlar. Geçmişte çevre ve enerji sorunları yoktu. Fakat bugün bakanlık kurulacak seviyelerde ihtiyaç vardır. Fakat usta sanatçı Muharrem Ertaş “Derdimi ben söylesem, gökteki bulut ağlar” dediği yerdeyiz.
Otuz senedir kitabını “gözümün nuru” bildiğim Rabbimin affına sığınarak şunu söyleyeyim; “Kur’ân kendi tanımıyla “…en kalıcı, en doğru olana kılavuzluk/rehberlik yapar…” (İsra, 17/9) İnanç, ibadet ve ahlakımızı Kur’ân’dan öğreneceğiz. Fakat Kur’ân’ı bir tıp, fizik, kimya, biyoloji, astronomi, yönetim, iktisat kitabı haline getirirseniz, en büyük kötülüğü bu kitaba yaparsınız. Yapıyoruz da! Yapmamız gereken faaliyetler için sürekli bir mercii aramak tedavisi imkansız psikolojik haldir. Vahyin yol göstereciliğine, kuyudan çıkmak için uzattığı merdivene ihtiyacımız vardır. Bir başka ifadeyle din, kimseyi zorla tutup cennetin kapısına götürmez. Cennet girmenin yolunu gösterir. Sorumluluk Kur’ân’a değil insana aittir.
Bir zamanlar Çin’in komünist lideri Mao Zedung’un seçme sözlerinden meydana gelen kapağı kırmızı olduğundan “Kızıl Kitabı” yemek, seyahat, evlilik, spor, bilim, yönetim, çiftçilik vb. bütün dertlerin dermanı olarak görülür. Hatta tıp alanında yapılan bir araştırmada çıkan sonucu Kızıl Kitab’la ilişkilendirmek gerekiyor. Aslında sonucun “Kızıl Kitab’la ilgisi yoktur. Fakat Kızıl Kitab “hayatın kaynağı” olunca kaçış yoktu. Yaptığınız veya yapacağınız faaliyetin ilhamını oraya bağlamak zorundasınız.
İskender Öksüz’ün anlatımıyla olay şöyledir: “…Çin’de bir grup bilim adamı, yanıkların tedavisi hakkında bir makale yayımlamıştı. Uzmanların değerlendirmesine göre araştırmanın bilim kalitesi yüksekti. Garip olan, birkaç defa tekrarlanan şu senaryoydu: “Araştırmamızın bu noktasında şu zorluğu yenemedik. Uzun zaman uğraştık olmadı. Dönüp Kızıl Kitap’ı okuduk. Oradan aldığımız ilhamla problem çözüldü ve devam ettik” dediler. Daha sonra Mao’nun devri sona erince Kızıl Kitap sallamanın çıkmaz yol olduğunu anladıklarında Çin’i dünya ticaret merkezi haline getirdiler.
Yanlış anlamak yanlış sonuca götürür. Mesela; dini metinler doğru anlaşıldığında İmâm-ı A’zam, Hasan-ı Basrî vb insanlar çıkarken; yanlış anlaşıldığında da yaptığı zülmun yanında “beş vakit namaz kılan” Yezid b. Ebi Süfyan ve Haccac-ı Zâlim gibiler zuhur eder. Bu batı dünyasında da farklı değildir. İtalyan filozof, Giordano Bruno farklı görüşlerinden dolayı Katolik Kilisesi tarafından sapkın ilan edilerek Roma’da diri diri yakıldı. Aynı Batı, köleliğin kaldırılması, özgürlük ve demokrasi düşüncesine öncülük etti. O halde yapılması gereken doğru metotla doğru anlamak…
YAZIYA YORUM KAT