Peygamber Terörü Nasıl Bitirdi?
En kötü barış, en haklı savaştan daha iyidir.
Cicero
Kur'ân ilk defa nazil olduğu Hicaz Yarımadasında meydana getirdiği değişim ve dönüşümün kodlarını anlatır.
Tarih boyunca Müslümanların başka toplumlarla karşılaştığında meydana getirecekleri veya yeniden inşa edecekleri kurumlar için destek mesajları verir. Yoksa vahiy, hem ferdin hem de toplumların gelişim kalkınma ve terakkisinde "hazır formüller" vermez. Böyle "hazır formülün" verilmesi vahyin içerik ve yapısına da uygun değildir. Çünkü vahyin karşılaştığı bölgelerin örf adet ve kültürleri farklıdır. Kur'ân bunlarla etkileşime geçerken vahye uygunluk değil aykırılık olmaması özelliği aranır.
Müslümanlar bir bölgeye geldiklerinde eğer o bölgenin insanları giyimde fıkhın belirttiği şekilde örtünüyorsa onların kültürel ögelerine kıyafetlerinin renk, desen ve modellerine karışmaz. Veyahut vahyin "haram kıldığı yiyecekler" yenilmiyorsa toplumun nasıl yedikleri; elle, çubukla, kaşıkla yenilmesine karışmaz.
Kur'ân Hz. Peygamber'in inşa ettiği toplum modeline sadece destek ve yardımcı olur. Toplumda adaletin sağlanmasından iktisadi hayata, eğitimden sağlığa kadar vahyin sunduğu hazır paket proğram sayesinde değil vahyin rehberliğinde içtihat/akılla çözüldü.
Vahyin insana yaptığı en büyük katkı hüdâ/ihtida/yol göstermedir. Yolu da yolcu yürüyecektir. Problem çözme beceri ve kabiliyeti/akılla donatılan insana, vahyin en büyük iyiliğidir. Bu da karanlıklardan çıkması için insanın önünü aydınlatmadır.
İnsana yüklenen misyonu/içtihadı insanın da vahiyden beklemesi problem çözeceklerin kendilerinin problemin parçası haline gelmesine götürür.
Hıristiyan ve Yahudi din adamlarının yaptığı gibi. Toplumsal problemlerin çözümüne ayakbağı olan kilise bunun sonucu olarak kendisini hayatın dışına atılarak ödedi. Bugün de kendine gelemedi. Fakat büyük oranda kültürel ve formel/şekil olarak varlığını devam ettiriyor.
Mustafa Çağrıcı'nın dedği gibi "Aklın alanına bırakılan işleri dine yüklemek de haksızlıktır; çünkü dinin işi bu değildir. Nitekim Ortaçağ boyunca Hıristiyan dünyada, sonraki asırlarda İslam dünyasında dünyevi meselelerin çözümü dinden beklendiğinde meseleler –çözülmek şöyle dursun- daha da ağırlaştıysa, suçlu din değil, aklın ve bilimin yapması gerekenleri dine yükleyen din âlimleri ve onların peşine takılan toplumlardır."
Sonradan gelen nesillerin handikabı, bilimden ekonomiye, eğitimden kalkınmaya kadar önceden "hazır paket proğram" arayışına girmesidir. Böylece asırlardır problemlerimizi ilk dönemde yaşanan dindarlık üzerinden inşa etmeye çalışıyoruz. Bundan da netice alamıyoruz. Çünkü bugünün problemleri geçmişe giderek değil geleceğe bakarak çözülür.
Mesela; Hz. Peygamber (sas) şâir'in "…Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta; Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!..." şeklinde tasvir ettiği toplumun anarşi problemini nasıl çözdü.
Birbirlerinin kanına ekmek doğrayan Kabile toplumunu farklılıklara rağmen beraber yaşar hale nasıl getirdi? Yüz yıldan fazla devam eden savaşlarda birbirlerini öldürmükten "yorulan" yaptıklarından hoşlanmayan Medine'deki kabeliler "Ey Allah'ın elçisi! Gelseniz de birbirimizi öldürmekten usandığımız savaşlara çözüm üretseniz" dediler.
Hz. Peygamber "en güvensiz" Hicaz çölünü özellikle "bir kadın tek başına uzak yerlerden yolculuk yapacak" diyerek özellikle "kadınlar" için "en güvenli" hale getireceği va'dinde bulunur.
İnsanların mallarını gasbetmenin gelir kaynağı haline geldiği çölde her türlü şiddet ve zulüm mevcuttu. Çölün çapulcu veya teröristi olarak anılan "su'lûklar" vardı. Bunlar maldan mülkten yoksun, sığınacakları kimseleri bulunmayan aklına eseni yapan giyim kuşamı önemsemeyen baskın yağma ve hırsızlıkla geçinen, istemeyi onursuzluk, soygun ve yağmayı onur sayan anarşist ve haydutlardır. Bunların içinde az da olsa yağmalardan topladıklarını yoksullara dağıtanlar da vardı.
Hz. Peygamber (sas) kabileleri tarafından önemsenmeyen, kişilikleri örselenen sahipsiz benlikleri topluma kazandırmak, çölün bu "kontrolsüz gücünü" denetlemek için onlara aşağıda içeriği üzerinde düşünülmesi gereken anlamlı şu mektubu yollar.
Rahmân Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Bu, Allah'ın elçisi Peygamber Muhammed'in dağa çıkanlara mektubudur. Eğer onlar iman eder, namaz kılar, zekât verirlerse köle olanlarına özgürlük verilecek, onların koruyucusu ve yakını (Mevlâ) Muhammed olacak.
Bir kabileden (kaçmış) olanlar o kabileye iade edilmeyecek. Bir kan veya para meselesinden dolayı borçlu olanlara borçları bağışlanacak; insanlardan alacakları varsa bu da kendilerine ödenecek. Onlara haksızlık ve düşmanlık edilmeyecek. Bu konularda kendilerine hem Allah'ın hem Muhammed'in güvencesi verilmiştir. Selam olsun size." (İbn Sa'd, et-Tabakat, I,213; bkz. Çağrıcı, Kur'ân'ın Geliş Ortamında Ahlak, s. 154) Bu Nebi (sas)'in içtihadı ve aklıyla bulduğu çözümdür.
Şu bir gerçek ki doğru teşhis konulan yaranın tedavisi de tereyağından kıl çeker gibi kolay oluyor. Şu biliniyor; çatışma sürdükçe şiddetin ömrü uzar. Hatta fertlerde istem dışı gerilim, öfke, nefret, gerginlik ve önlenemeyen düşmanlık, meydana gelir. Bundan da nemalenen vasıfsız insanlar çoğalıp çölü ahtapot gibi sarar. Barıştan korkar hale gelirler.
Nebi (sas) itilmiş, kovulmuş ve "adam yerine konulmadığından" dolayı problem haline gelmiş "eşkiyalara" karşı sergilediği bu tavır uzlaşma kültürü ve "barış rüzgârları" estirdi. Bir de insan önemsenince kendini değerli hissetti. Mesela;
Hz. Ömer ve Hz. Ebu Bekir'in de içlerinde içinde bulunduğu ordunun komutanlığına onsekiz yaşındaki Üsâme b. Zeyd'i getirdi. Bazılarının itirazına rağmen Peygamber bu kararından vazgeçmedi. Bunun sebebi yetiştirdiği gençlerin potansiyelini hareket geçirme; yetkilendirme, yönlendirme, destekleme, “statü verme” ve güvenmektir.
Mekke'de önemsenmeyip sistem dışına itilerek insan yerine konulmayanlar Hz. Peygamber tarafından adam yerine konulduğunda kendilerini değerli hissettiler. Şunu unutmamak gerekir; toplumda veya evde önemsemediğiniz, değer vermediğiniz, değerli hissetirmediğiniz fertleri ortadan kaldırmak için bütçe ayırırsınız. 2020 yılında ülkelerin yıllık askeri harcamaları 2 trilyon dolara yakın. Bu paralar insanların açlıktan kurtarılması, yetişmesi ve yetiştirilmesine değil, insanların öldürülmesi için kullanınılıyor. Kaliteli insan yetiştirmekle değil daha fazla insan öldürecek silah üretmekle övünen bir dünya. Allah böyle bir dünyaya merhamet eder mi?
Geçmiş ve gelecek arasında bir analoji yapıldığında şu örnek verilebilir. MİT Eski Müsteşarı Emre Taner’in, darbe araştırma komisyonunda vermiş olduğu ifade şöyledir: “Örgütün içinde bazı kadrolar çözüm sürecinden ürktü, ben yüz yüze görüştüm bu adamlarla, çok açık ifade ediyorum. Sebep şuydu: 500’ün üzerinde bir yönetici kadro “Biz ne olacağız? Çözüm sürecinden sonra biz Türkiye’ye dönersek tutuklanacağız. Ne yapacağız?” Gidin Norveç’te oturun, gidin İsveç’te oturun. Hangi parayla, hangi pulla, hangi fonlarla? Büyük tereddütler vardı, o gün dağa çıkanlar bugün 55 yaşında. 60 yaşına gelmiş adamlar var. Dağda emeklilik yok, dağda ölüm var bunu biliyorlar, yanaşmak istediler fakat yapamadılar, olmadı çünkü önlerine doğru düzgün bir yol haritası koyamadık." (https://www.ocakmedya.com.)
Günümüzde İslam coğrafyasında güvensizlikten estiremediğimiz uşlazma kültürü ülkeleri yaşanmaz hale getirdi. Müslümanlar hayatları pahasına "emin belde" gördükleri Batıya gitmeye can atıyor. Bir zamanların "daru's-selâm" barış yurdu olan Bağdat ve Şam nerdeyse hergün bombaların patladığı şehirler olarak anılıyor. Öyleki kültürel ve ilmi faaliyetler yapılamıyor. Çocuklar babasız kadınlar kocasız olarak zalimin zulmüne maruz kalıyorlar.
Daha da acısı batılı bir siyasetçinin göç eden mültecileri alma hususunda söyledikleri şu sözlerdir "Müslümanları ülkelerinize kabul etmekten çekinmeyiniz. Tarih, Muhammed'in tabiileri İsa'nın tabiilerine sığındı diye yazacaktır." Devran değişir mi bilmiyorum. Fakat problem çözmek için Allah'ın bize verdiği vicdan ve akıl nimetini geliştirmezsek daha çok birbirimizi öldürmeyi sürdüreceğiz.
İnsanlık tarihinin bazı dilimlerinde kurucu özne olan Müslümanlar bugün ne yazıkki kobay olmaya devam etmektedir.
Fidan gibi delikanlıları sebebleri meçhul, failleri meşhur kararların başkaları tarafından hazırlanarak, adına terör dedikleri "kumar masasında" kaybediyor. Aşılmaz sarp dağlarda kurda kuşa yem ettiği, sıradan bir mezar taşından bile yoksun gençlerin meze yapılıp taşeronların devam ettirdiği savaş kumarını kimin kazanacağı ve ne kadar devam edeceği halen belli değil. Belki de "miadı dolan oyuncak" misali vakti geldiğinde bıçak keser gibi terörün bittiğini görmek mümkün olacak. Taşeronlarına da "Siyasi ödüller" verilecek. Şaşırmamalıyız.
Kim bilir! Geçmişteki sağ-sol kavgası gibi… Birbirlerinin kanlarını "devrim" için akıtırken keyif alanlar devran değişince aynı masada buluşup "müteahhit" olmanın keyfini çıkarıyorlar. Ne yazık ki gözyaşlarının dinmediği hemen her gün bir tarafımızı kanatarak devam eden "kirli pazarlık" bir türlü bitmek bilmiyor.
AYM Başkanı Zühtü Arslan, "Demokratik ülkelerde terör ve terörizm, insan haklarına yönelik en büyük tehditlerin başında gelmektedir. Terörün insanların yaşama hakkını elinden aldığını, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü, adaleti, hakkaniyeti, eşitliği ve hukuk devletini tehdit etmektedir." der. Bununla herhalükarde mücadele edilmelidir.
Fakat! terör belasından dolayı yüreğimin acımadığı gün yok gibidir. Yıl: 2010 Bugün 2021 Aradaki zaman dilimlerini siz hesaplayın. Ben de kalan sadece acı, hüzün ve keder. "Her gece onunla konuşmadan yatamam" sözünde geçtiği üzere hergün hatırladığım her hatırlamada hüznün, kederin dünyamı yeniden sardığı bazen de duygulandırdığı anlar halen devam ediyor.
Çocuklarını yitiren anneleri düşündüğümde anlamaya çalışıyorum. Ateş düştüğü yüreği yakar başkası da sadece "empati" yapar. Ne hissediyorsa…
Benim çektiğim acıyı, yaşadığım hüznü birçok anne-baba çekti veya çekiyor. Artık bunun bitme zamanı gelmedi mi? Yoksa sürekli "kahrolsun" nakaratını dilimize pelesenk mi edeceğiz? Hikâyeme geri döneyim.
Bir sahur vakti. Acı çalan bir telefon sesi. Bu saatlerde çalan telefon seslerinden hep ürkerim. Çünkü alışık bir zaman dilimi değil. Olsa olsa bir gariplik vardır bu saatte arayanlarda. Telefon açtığımda Hakkâri devlet hastanesinin önünden gelen yoğun kalabalık sesi de uğultulu duyuluyordu. Arayan Aziz Abimin büyük oğluydu. Amca! Babamı vurdular. Vurulan Aziz Tan Ağabeyim. İki yaş farkıyla beraber büyüdüğümüz aynı ilkokulda beraber okuduğumuz kendisi daha sonra Muş İmam-Hatip lisesinde okumuş mezuniyet sonra Hakkâri'de yirmibeş yıla yakın imamlık yapmış. Hakkari'liler tarafından sevildiğini bildiğim fakat vefatından sonra bir imamın bu derece sevildiğini anladığım güzel insan.
Bazı acılar ve hüzünler var taşımada zorlanıyor, güçlü bile olsanız kendinizi çok zayıf görüyorsunuz. Belki de "taziye kültürü" taşımada zorlandığınız acı ve hüznü hafifletmek içindir.
Ramazan ayı. Sahur yapıp sabah ezanı okumaya giderken yoluna kalleşçe pusu kurulmuş. Kafasına (öldüğüne kesinlikle inanılsın diye) sekiz kurşun sıkılmıştı. Seher vakti abdest alıp camiye giderken oruçlu birini öldürmek nasıl bir duygu hali.
Mandalinalar filminde Abhazyalı'nın "ben onu öldüreceğim. Bu benim için kutsal bir görevdir" der. Estonyalı İvo "uyuyan ve yaralı birini nasıl öldürürsün? Bu mu kutsalın " der. Abhazyalı "iyileşince yine öldürürüm" diyerek savaşın kirliliğini gösterir. İvo "Kimsenin olmayan bu savaşta devamlı öldürmek, size bu hakkı kim verdi? der.
Bir toplumda gelişme ve kalkınmaya engel olmak istiyorsanız o toplumda şiddetin ve terörün artmasına destek vermeniz kâfidir. Çünkü şiddet sarmalına büründürme o topluma yapacağınız en büyük silah yatırımıdır. Geçmişte Moğol terörü İslam coğrafyasını kasıp kavurdu bugün de etkisinden söz edilir. Batı dünyası bunu doğu toplumlarından hiç esirgemedi ve esirgemiyor.
Türkiye bağlamında düşündüğümüzde ortadoğu coğrafyasının en pahalı mülkü üzerinde oturduğumuzdan başımızdan türlü türlü hile ve entrika eksik olmadı olmayacak.
Şunu da belirteyim her problemin son kullanma tarihi olduğu gibi terör kartının da "son kullanma tarihi" geldiğinde tedavüle sokanlar tarafından tıpkı Anadolu topraklarında sağ-sol kavgası gibi birgün rafa kaldıracaklar. Gönül ister ki bu yaranın merhemi elleri öpülesi bu coğrafyanın "uzmanları/âlimleri/aydınları tarafından bulunsun. Heyhat ki ne heyhat!
Asıl problem yıllardır bu yaranın merhemini bulamamadır. Bu öyle bir yaradır ki Anadolu topraklarında tıpkı Çanakkale gibi acının düşmediği hane bulmak mümkün değildir. Bu merhemi bulacak elleri öpen çok olur. Böyle bir el çıkar mı? Elini değil yüreğini taşın altına koyacak bir el. Böyle bir el aranıyor Anadolu topraklarında tıpkı Peygamber (sas) mektubunda geçtiği gibi.
Peygamber (sas) sadece Peygamber olduğu için büyük değil. Acıları dindiren merhemi bulduğu için büyüktü. Medine'de birbirlerini öldürmekten yorulan Evs ve Hazrec arasında yüz yıl devam eden, evet yanlış okumadınız yüzyıl devam eden savaşı bitirdi. Bu el öpülmez mi?
Gençliğimiz sabah akşam "kahrolsun" sloganlarıyla geçti. Fakat kimse kahrolmadı. “Hayatta en acıklı şey, insanların problemlerin kendisinden kaynaklandığını kabul etmemesidir." sözü anlamlı ve güzeldir.
Sabah akşam korona virüse "kahrolsun" demekle virüs bitmedi. Ne zaman ki "dış güçler" aşısını buldu. Virüste etkisini kaybetti.
Terör problemini, ilk kurşunu taşerona attıran "güç" son kurşunu da son kullanma tarihi geçtiği için aynı taşerona attıracak daha sonra da yaptıkları şantajın açığa çıkmaması için "Nobel Barış Ödülü" yle mükâfatlandırmaktan kaçınmayacaklardır.
Problem bitmiş mi olacak? Hayır. Çünkü İslam coğrafyası farklılıkları zenginliğe dönüştüremediği için farklılıklar üzerinden savaş çıkarmak sadece bir slogana bakıyor. Çünkü bizim resepsiyonda "üçü bir arada" aromalı zaaflarımızı bizden daha iyi biliyorlar.
Milli takımımızın Avrupa kupası (Euro 2020) kapsamında son karşılaştığı ve 3-1 yenildiği maçın sonunda İsviçre milli takımının iki golünü atan yıldız oyuncusu Xherdan Shaqiri, “Türkiye’nin zaaflarını biliyorduk, onların üstüne gittik ve yendik” dediği gibi eğer karşı tarafın noksanlıklarını iyi bilirseniz hakkından gelirsiniz. Yapılması gereken zaafların ortadan kaldırılmasına yönelik yeni strateji geliştirmedir. Bu da bilgiyi önceliklerimiz arasına almakla mümkündür.
Kendi problemlerini çözme yetkinliğine sahip olmayan toplumların ortak paydaları böyledir.
Buğday üretmeyenin başkasının emeğine ve ekmeğine muhtaç olması gibi.
Aynı toplumda beraber yaşayan insanların problemlerinin başkaları tarafından çözülmesi anlaşılır gibi değildir. Tıpkı aynı yastığa başkoyan eşlerin sağlıklı iletişim kuramadıklarından "komşu! Senin eşin benim eşime söylesin" komikliğine benziyor.
Elini Taşın Altına Koymak
Nurullah Genç, şu hikâyeyi anlatır; “Padişah, yolun ortasına bir taş koyar ve pencereden insanların ne yapacağını merakla seyretmeye başlar. Vezir gelir. Taşın etrafında döner. “Sultan ile konuşayım ve yolun ortasındaki taşları kaldıran bir adam bulalım, kadro tahsis edelim” der ve gider. Bir süre sonra asker gelir. Taşın etrafında döner ve “vezirle konuşayım. Yolun ortasına taş bırakanlara hangi cezayı vereceğimizi kararlaştıralım” der ve gider. Farklı birçok kişi gelir. Menfaatperest ve saray dalkavuğu da gelir. Taşın etrafında taklalar atar ve “padişahıma bununla ilgili bir şiir yazayım” der ve gider. En sonunda bir köylü gelir. Yolun ortasında duran ve insanların geçmesini engelleyen bu taşı, insanları rahatlatmak ve insanlara yardımcı olmak büyük “sadakadır” inancıyla da tüm gücünü kullanarak taşı, yoldan sürükleyerek kenara alır ve yolu açar. Taşın altında bir kese görür. Kesenin üzerinde padişah şu notu yazmıştır; “taşın altına eli koymasını becerenler içindir”
Buradaki başarının sırrı, bireysel menfaatı değil, ülke çıkarını ön plana çıkaran bir düşüncenin olmasıdır. Ben kaybetsem de toplum kazansın/himmeti milleti olma.
Bazı toplumsal problemler vardır elimizi değil yüreğimizi yetmedi gövdemizi taşın altına koysak değer.
Hele bu problemin merkezinde insanın hayatı söz konusuysa.
Bu problemin temelinde annelerin, yeni evlilerin gözyaşı varsa;
Bu problemin yapısında minik çocukların çığlıkları ve gözyaşı akıyorsa, duyarsız kalmak akıl karı değildir. Hatta bu problemin köküne kezzab dökmek için kıyameti koparmak gerekir.
Fakat gel gör ki bu topraklarda bir problem var yaklaşık "yüz yıldır" devam ediyor. Bu problem ile ilgili belki de sayısız makale ve tez çalışması yapılmıştır. Bunların birçoğunda dostlar pazarda görsün veya "mış gibi" olsun diye yazılmıştır. Hatta bazen problem çözülsün niyetiyle üretilen fikirler problem üretmeye başlıyor.
Yaşadığımız coğrafyanın kaderini etkileyen bu problemin çözümü hususunda retorikten öte bir şey yaptığımız ne yazık ki yoktur.
Yaptıklarımız ve söylediklerimiz âdeta hakemin bitiş düdüğü çalarak bitirdiği maçı keyifle anlatan yorumcular gibi maçın sonucuna tesir etmeyen kritikler yaparak "sözde katkıda" bulunmaya çalışmaktan farksızdır.
Bu toplum kırk yıldır, terör hadisesini ne idüğü belirsiz dış güçlerle açıklıyor! Dış güçler, karanlık odaklar hikâyesi artık noktalanmalı. Düz yoldan yürümesini beceremeyip tökezlediğimizde bile sebebini "dış güçlere" fatura etmekten tereddüt etmeyiz. Bu nasıl bir muhakeme!
Ortadoğu da, Anadolu da "silahlara veda" zamanı hala gelmedi mi? Annelerin gözyaşını dindiren çocukların yetim bırakılmayacağı bir dünyayı inşaya gücümüz yetmez mi?
"Terör uzmanları!" problemlerin çözümü için veriler hazırlamalı. Durum tespiti yapıp ilgili kurumlar (siyaset) kendilerine verilen bilgiler ışığında toplumu krizlerden çıkarmalıdır. Ortada bilgi sahibi/uzmanların ürettiği veri veya bilgi olmadan problem çözmek imkânsızdır. Siyaset kurumu önüne gelen/getirilen veri üzerinden hareket eder. "Bilgi ve veri yoksa problem de yoktur" denilerek halının altına süpürülerek yok sayıldı. Yok saymak, hastalığı daha da grift hale getirerek kronikleştirir.
Halimiz, Titanic batarken keman çalmaya devam eden müzisyenlere benziyor. Hz. İsa’nın bir günahkârı taşlamaya çalışan insanların önüne dikilip: “içinizden hiç günah işlememiş olan ilk taşı atsın” dediğinde kimse taş atamaz. Çünkü herkesin bu günahta payı vardı.
İslam coğrafyasında asırlardır "ilim ehli" "doktorun hastasına siz hastasınız. Hastalık vücudunuzu sarmış ve mikroba yenik düşmüşsünüz" diyemiyerek sürekli slogan attırarak coğrafyanın süt-liman olduğunu rapor ediyorlar. Ne yazık ki görüyorlar fakat ses çıkaramıyorlar. Herkes içinden yüzlerine karşı konuşuyor. Önümüze duran fırsatları kaçırıyoruz. Fırsatlar bir daha gelmez. Veyahut kazası olmaz.
Hayatta en acınacak manzara; bilgi üretmesi ve durum tespiti yapması gereken uzman ve bilim adamlarının bunu siyaset kurumundan beklemeleridir. Hâlbuki siyaset kurumu bu işin çözümünü uzmanlardan bekliyor. Anlaşılan herkes kıyıda köprünün yapılmasını bekliyor. Daha ne kadar bekleriz bilmiyorum!
Hayatının 27 yılını "vatan hainliği" suçlamasıyla ırkçı rejimin zindanlarında tek kişilik hücrede geçiren Nelson Mandela: “Beyaz hâkimiyetine karşı mücadele ettiğim gibi siyah hâkimiyetine karşı mücadele ettim. Siyah beyaz bütün insanların uyum içinde, fırsat eşitliği içinde yaşayacakları özgür ve demokratik bir toplum düzeni idealini yaşattım kafamda. İşte bu benim yaşamak ve gerçekleştirmek istediğim ve de gerekirse uğruna ölebileceğim bir idealdir” diyerek problem çözümünün zorluğuna fakat mümkün olduğuna dikkat çeker.
Mandela sahip olduğu "yumuşak güç" sayesinde toplumunu barışa kavuşturmuştu. Şöyle anlatır: "Başkan olduktan sonra askerlerimle bir yürüyüşe çıktık. Yürüyüşten sonra bir restoranda öğlen yemeği yemeye gittik. Restoranın ortasında bir masaya oturup yemek siparişlerimizi verdik. Yemeklerimizi beklerken yan masamızda tek başına oturan bir adam gördüm. Adamın yemeği masasına ulaşınca, askerlerimden birinden gidip adamı bizim masamıza davet etmesini istedim. Adam yemek tabağını alıp yanımıza geldi ve benim yanıma oturdu. Sessizce yemeğini yerken ne yüzüme bakıyor, ne sohbetimize katılıyor ne de göz kontağı kuruyordu. Sürekli ama adamın elleri titriyordu. Yemeğini bitirince adam sessizce kalktı, bana bakmadan hoşçakalın der gibi elini salladı. Ben adamın elini sıktım ve adam masadan uzaklaştı. Adam gidince güvenlik görevlilerimden bir tanesi şöyle dedi: "Efendim o adam çok hasta olmalı. Yemeğini yerken eli sürekli titriyordu. “Hayır hiçte öyle değil! Adamın elleri o sebepten dolayı titremiyordu,” dedim ve sonra da ekledim: “Adam ben hapisteyken benim gardiyanlarımdan bir tanesiydi. Bana saatlerce işkence yapıldığında bağırıp bana su vermesi için yalvarırdım. Ama bu gardiyan bana su vermektense, alay eder, kafama işerdi. O adam hasta değildi, sadece artık Güney Afrika’nın Başkanı olduğum için benden korkuyordu.
Onu hapse göndereceğimden korkuyordu, bana yaptıklarını ona yapacağımdan, beni aşağıladığı gibi onu aşağılayacağımdan. Ama ben öyle bir insan değilim.
O tür davranışlar benim karakterimin ve etik değerlerimin parçaları değiller.
İntikam almak isteyen zihinler ülkeleri darmadağın ederler, barış isteyen insanlar ise ülkeler yaratırlar. Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter.
Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ, “…Terörün kökünü kazırım filan, bunlar hamaset. Sıfırlamak, terörle mücadelenin kitabında yok, marjinalize edeceksiniz. Ben birilerini etkisiz hale getiriyorken, o gün örgüte 100 kişi katılıyorsa, bu fasit dairedir. Örgütün silahlı gücü beş-altı bin kişidir. Biz 30 bin kişiyi etkisiz hale getirmişiz. Yani beş kere örgütü bitirmişim. Ama gene var. Ee kardeşim, katılımı önlemiyorsun!...” diyerek gözlemini aktarır.
Burada problem "güvenlik formasyonu sahibi" olanların problem çözmeye kalkışmalarıdır. Hâlbuki terör uzmanlarının sahip oldukları donanımla bilgi üretemediği zaman güvenlikçiler sürekli bataklıktan çıkan sinek öldürür. Asıl yapılması gereken bataklığı oluşturan unsurları bulmaktır.
Fikri problem fikirle çözülür. Fikrin altyapısını boşaltmak gerekir. Tıpkı vahyin şirki anlamsız hale getirdiği gibi. Düşünün daha sonra müşrikler Müslüman olup taptıkları putları kendi elleriyle kırdılar. Vahyin en büyük başarısı budur.
Fikri probleme fiille mukabelede bulunmak o problemi hem daha cazip hale getirir hem de büyütür. Mahatma Gandhi "düşünceye ve fikirlere gem vurmak, zihne gem vurmak demektir, bu ise rüzgârı zapt etmekten daha zordur.” der.
Bir düşünceye katılır veya katılmazsınız. Beğenir veya beğenmezsiniz. Her türlü fikir, anlamsız veya yanlış bile olsa; şiddeti teşvik etmiyor, hakaret içermiyorsa özügürce seslendirilmelidir. Böyece müşterisiz fikirler mal misali pazardan çekilir. Yoksa baskı ve dayatma uyguladığınız her fikir çürükte olsa değerli hale gelir, müşterisi çok olur. Yasaklanan eserler (yazılı veya görsel) daha çok müşteri ve taraftar topluyor, topladığı gibi.
Şeytan ve nefis var ve olacaktır. Tıpkı mikrobsuz bir hayatı tasarlayamadığımız gibi. Vahiy ve akıl yanlışlardan korunma yollarını gösterir. Bunları ortadan kaldırılmasını istemez. Her fikir karşıtıyla anlamlıdır. Karşıt fikri beğenelim veya beğenmeyelim ortadan kaldırmak güreşçinin rakibini önceden ortadan kaldırarak kendisini "şampiyon" ilan etmesi gibi komiktir. Bir de bir fikirle başedemeyenin şiddete başvurma acizliği tam seyirliktir.
Kelimelerin tükenmesi insanı saldırgan yapar. Tıpkı vahşi bir hayvan gibi sözün olmadığı yerde güç baskı ve muhatabını ortadan kaldırma planı yapma. Habil-Kabil gibi.
Müslüman coğrafya muhaliflerine söz hakkı vermediği, eleştiriyi ortadan kaldırdıkları için problemlerini çözemiyorlar. Şunu da söylemekten bir türlü vazgeçmiyorlar; "Kimse ayıplarımızı, kusurlarımızı, üretemediğimiz için beceriksizliğimizi söylemesin" nakaratını zikir gibi çekiyorlar. Tıpkı hastanın doktora gidip doktor bey! Çok hastayım ayakta duracak mecalim yok, fakat ne olur bana "senin hiç hastalığın yok" teşhisini koyar mısın? O da teşhisi koyar! Sonuç: yoğun bakım ünitesi.
İslam Coğrafyasının hal-i pür melali/ hüzünlü, acıklı, can sıkıcı, dertli ve biraz da utanılması gereken durumu böyledir.
Müslümanlar tek harfi bile değişmeyen bir kitaba sahip olmayı en büyük imtiyaz olarak görürler. Kur'ân gibi bir kitaba sahip olmak lütuftur. Fakat o kitabın ilkelerini aksiyona dönüştürmediğiniz zaman "kitap anlamsız bir metin" olur.
İnsanlık 2400 yıldan beri fikir suçlusu Sokrates’i mi konuşuyor, yoksa onu yargılayan hâkimleri mi?
Her toplumun gelişmesi ve kalkınması için fikirlerini yüksek sesle ifade edecek "Sokratesçe nefeslere" ihtiyacı vardır. Fakat ne yazık ki kültür tarihimizde geçtiği üzere “kemalat kem âlât ile olmaz” yani “kötü malzemeyle mükemmel iş çıkmaz.”
Bunları söylerken malzemenin işe yaramadığını ifşa etmek niyetinde değilim. Şu fıkra ile bitirelim: İngiltere eski başbakanlarından Winston Churchill, evınden yürüyerek parlemento’ya gıtmektedır. Yoluna çıkan biri, Churchill’e, “sen aptal mısın, yoksa deli misin?” diye bağırır. Başbakanın arkasından gelen korumaları adamı yaka paça nezarethaneye atarlar.
Ertesı gün bir muhalefet partisi milletvekili konuyu parlamento’ya taşır. Başbakana, “sırf sana saygısızlık etti diye polisin bır vatandaşı gözaltına alıp hapse atmaya hakkı var mıdır?” sorusunu yöneltır. Churchill hemen söz alır ve şu cevabı yapıştırır: “polis o kişiyi bana saygısızlık ettiğı için tutuklamadı ki… O kişi bir devlet sırrını açıkladığı için tutuklandı…”
YAZIYA YORUM KAT