1. YAZARLAR

  2. Prof. Dr. Zeki TAN

  3. Problemlerin Üstesinden Gelmek
Prof. Dr. Zeki TAN

Prof. Dr. Zeki TAN

ÖĞRETİM ÜYESİ
Yazarın Tüm Yazıları >

Problemlerin Üstesinden Gelmek

A+A-

“Sorunları çöz(e)miyorsanız ya beceremiyor
ya da sorun(lar)dan besleniyorsunuz.”

Eski ifadeyle “hâl-i pür-melâl´imiz” yani hüzünlü, sıkıntılı ve acıklı durumumuz kendisine iyi bakmadığı için hastalık kapmış perişan biri camiye gidip “Allah’ım! Gözlerimdeki ağrıya, belimin büküklüğüne, kalbimin zayıflığına, ellerimin titremesine, iştahımın azlığına, başımın ağrısına, midemin sancılarına şâfi ismin hürmetine şifa ver” diyene benziyor. Buna kulak misafiri olan cemaatten biri biraz da tebessümle karışık ona “kardeşim! Allah senin hastalıklarınla uğraşacağına yeni bir insan yaratır. Senin sağlam yerin kalmamış diyerek hafiften takılır.  Müslüman coğrafyanın manzar-i umumiyesi aynen böyledir. İnsanlığa katkı sunacak hasletlerimizi kaybettik. Yok değil, kaybettik, yitirdik. Övündüğümüz hasletimiz şâir’in dediği “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyâya milliyet nedir öğretmişiz!” modunda veya mehter marşlı tarihi filmlerden ibarettir.

Dünyadaki değişimlere karşı ilgisiz, dertleri kendilerinden büyük Müslüman ülkelerden sadece “yedisi” seçim demokrasisine sahip, kısmen de “seçilmiş krallar” ın yönettiği kurak coğrafyadır. Bu coğrafyada, din istismarı, mezheb çatışması, ırk üstünlüğü, iç çatışmalar, fırsat eşitsizliği, belirsizlik,  sürekli ölüme çağrı, farklı düşünene güvercin tedirginliğinde bir hayatın reva görülmesi, fakirlik, siyasî istikrarsızlık, iktisadî zayıflık, temiz suya ulaşım azlığı vb. sorunlar elvan elvan. Âdeta şâirin: “anlat anlat bu gözyaşlarını” dediği modundalar. Halen okuma yazma oranın %50 olduğu Müslüman Coğrafyanın “toplumsal davranışlarını” ne yazık ki mezhebî ve etnik aidiyetler belirliyor. Bu da büyük oranda toplumsal kırılmaya ve ayrışmaya davetiye çıkarıyor. Ülke içinde kendi vatandaşlarına bile hukuk zaviyesinden nasıl muamele edeceğine karar veremeyen,  koca! İslam Coğrafyası bir türlü iç-dış problemlerinin üstesinden gelecekken gelemiyor. Çünkü ehliyet ve liyakatı olmayanlar “problemlerden” besleniyor. Tıpkı silah tüccarının savaştan, tefecinin faizden beslendiği gibi…

İslam ülkeleri büyük oranda vatandaşlarıyla kavgalı, hukuksuzluk, adaletsizlik vb kendilerinden kaynaklanan ne toplu ne de tek tek dâhili veya harici problemlerini çözecek çapta ve kabiliyette değillerdir. Aklî potansiyelini kullanmayıp problemlerini sürekli belli inanç, ırk ve mezheple ilişkilendiriyorlar. Ürettikleri bilgi ve teknoloji ne kendi toplumlarının yaralarına merhem olabilmekte ne de kendileri dışındaki dünyanın işine yarayabilecek durumdadır.

Orta Doğu coğrafyasında insan hakları ihlal edilerek sözde “dine hizmet” edilmekte, İsmet Özel’in dediği gibi “kul hakkı yemek, sol elle yemek yemek kadar dikkat çekmiyor.” 

Tarihe bakıldığında imparatorlukların inşasında büyük oranda din, ulus devletlerin ise ırkî/etnik, mezhebi veya milliyetçilik etken olmuştur. Bugün ikisinin de toplumsal kırılmalara sebep olduğundan dolayı “sorgulandığı” bir süreçteyiz. Muhtemelen din ve milliyetçilik sağlıklı  “yorumlanmadığı” için Batı’da olduğu gibi Orta Doğu’da da eski görkemini kazanamayacağını söylemek kehanet değildir. Yerelde insanlar, dinler ve milliyetçilikler üzerinden iktisadî ve siyasî kazanım elde etseler de evrensel boyutta ikisi de anlam kaybına uğramaktadır. Bunu da mabetlere devam edenlerin sayılarının Arap spikerlerin hava tahmin raporunda soğukluğu ifade ederken kullandıkları tahte sıfır/sıfırın altında olmasa da hızla azalması ve insanların doğdukları toprakları terk ederek bir “lokma ekmek” veya “huzurlu bir ortam” temini uğruna başka ülkelere gitmelerinde görmek mümkündür. Keşke göç ettiğimiz ülkelerden bir şeyler almaya değil, değerlerimizi götürebilsek. Tıpkı ilk yıllarda Çin’e gidenler gibi…

Günümüzde herhangi bir vasfı olmayan bireyin; Alman,  İngiliz, Fransız, Türk, Kürt, Arap, Fars, Rus, dinli, dinsiz olması pazarda müşteri bulması için yeterli sebep değildir. Geçerli akçe bireyin sahip olduğu ahlakî değer ve kaliteli bilginin işe yararlılığıdır.

Toplumların “düşmanı” olan cehalet arttıkça kriz ve problemler da aynı oranda artmaktadır. Hatta bazı aymazlar, insanların irfanından değil cehaletinden beslendiği için cehaleti kutsamaktan rahatsız olmuyor. Ragıp Paşa’nın "Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler." Yani “cesaretini anlatırken suçunu itiraf” misali “insanımızın cehaletine güveniyorum” diyerek “cahilliğin erdem olduğunu” söylemekten kaçınmaması cehaletiyle mutlu bir toplum inşasına katkı sağlıyor. Hâlbuki ilahî vahyin farklı problemlerle boğuştuğu Hicaz Coğrafyasına “bilgi/oku/ilet” ikazı ve emri problemlerin çözümündeki “önceliğini” gösteriyor. Bir toplumun en itibarlı ve en “güçlü silahı” sahih bilgidir. Bilgiyle problem çözdüğünüzde silaha büyük oranda ihtiyaç olmayabilir. Ne yazık ki toplumun inşasında bilgi, adalet, hukukun üstünlüğü, şeffaflık, güvenirlik, merhamet, ehliyet, liyakat ve bilgi değil mezheb, cemaat, tarikat, siyasî ve etnik/ırkî aidiyetler belirleyici olmaktadır. Bunlara da despot ve monarşik yönetimlerin olduğu yerlerde hava-ekmek gibi ihtiyaç duyuluyor. Bu sayede sizden ve sizin gibi olmayanları siyah-beyaz, dost-düşman, inanan-inanmayan olarak belirlersiniz. Yoksa da üretirsiniz olur biter.

Din, dil, etnik, kültür, mezhebî farklılıklar arasındaki düşmanlıklar, despotları ve kralları ayakta tutan yegâne unsurdur. Despotlar toplumsal barıştan değil kargaşadan beslenir. Hatta düşman yoksa da II. Ramses gibi gördükleri “rüyadan” bile “sanal düşman” üretirler. Ürettikleri “sanal rüyadan” toplumu farklı kamplara bölerek yönetirler. Samimi câhilin inanmadığı rüya yoktur. Bu konuda Kur’ân şöyle der; “…Firavun kendini büyüklük duygusuna kaptırmış ve ülke halkını kastlara, sınıflara ayırmıştı. (Öyle ki,) onlardan bir kısmını iyice hor ve güçsüz görmek istiyor (ve bunun için de) erkek çocuklarını öldürüyor,  kadınlarını sağ bırakıyordu…” (Kasas, 28/4) Güç sahibi erkekler de ortadan kaldırılıyordu. Firavun'un insanları öldürmesi “korkutarak” güç gösterisinde bulunmasıdır.

İnsanları baskı, ölüm ve “korkuyla” yönetmek kolay, sonuç ise genellikle fiyaskodur. Mesela; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin (SSCB) dağılması, korku ve baskıyla yönetmenin sonucudur.

Vahyin inşa ettiği yönetimde “merhamet ve şefkat” temel ilkedir. (En’âm, 6/12) Allah hem sever hem de sevilmeyi ister. (Meryem, 19/96) Tıpkı Şâir’in “Çocuk ve Allah” kitabında çocuk dilinde söylediği “Rabbim bırakma beni korkuyorum” yakınlığı gibi korkulan değil sevilen bir Allah tasavvurunu inşa etmek gerekir.

Aslında herhangi problemin olması kötü değil. Hatta problemin olmaması imkânsızdır. Yani sorun yoksa sorun vardır. Sorunlar hastalık gibidir. Hastalıkları yok etmek mümkün değildir. Hastalık insan hayatta olduğu müddetçe var olacak. Yeter ki hastalığa çözüm üretecek “tıp uzmanlarınız” olsun. Tıpkı korona virüsü gibi; Virüs ilk çıktığında insanlar telaşlandı. Fakat uzmanlar gecesini gündüzüne katarak virüse aşı ürettiler. Bundan para da kazandılar. Dua da aldılar.

Toplumsal ve bireysel problemler de böyledir. Hangi sorun olursa olsun, sorunla karşılaştığınızda çözüm üretebiliyor, yönetebiliyorsanız üstesinden gelirsiniz. Aksi halde oturduğumuz yerde gençliğimizde bize yaptırıldığı gibi “Kahrolsun Amerika” “Kahrolsun İsrail” diyerek topluma gaz verirsiniz. Hâlbuki hiçbir problem “sloganla çözülmez.” Aksine emek vererek, bilgi üreterek ve ter dökerek çözülür. Ayaklar yerine kafaların çalışması gerekir. Ayakların baş, başların ayak olduğu bir toplumda problem çözmek zor değil imkânsızdır.

Ailedeki Problemleri Çözmeyi Beceremiyoruz

Eşinin eğitim hayatına liseden üniversiteye, iş hayatına kadar katkı sunan fakat “evliliği iyi yönetemeyen” bir arkadaş, eşiyle bir problem yaşamış. Birçok kimsenin bagajdaki başı dara düştüğünde “iyilikleri” pazara çıkarması misali haklı olduğunu göstermek için eşine “senin eğitiminin ve iş hayatının her kademesinde benim katkım ve emeğim var” dediğinde, eşi ona otuz yıldır unutamadığı şu cevabı verir; “Keşke beni okutup iş sahibi yapacağına iki gram mutlu etseydin.” 

Her ailede problem vardır ve olacaktır. Problemsiz aile sağlıklı aile değildir. Yeter ki problemlerle karşılaştığımızda sorunların üstesinden gelip yönetmesini bilelim. Geçen gün eşinden yeni ayrılan bir bayan akademisyen şunları anlattı. “Hocam! Çevreden bize dediler ki ekmeğini kazanıp kocana bağımlı değil bağımsız olacaksın. Gerektiğinde yumruğunu masaya vurmasını da bileceksin.” Ben de öyle yaptım. Hatta öyle vurdum ki kolumu incittim. Fakat keşke yapmasaydım. Eşlerin birbirine “bağımlı”/muhtaç olması Allah’ın herkese verdiği farklı “meziyetlerinden” kaynaklanmaktadır. Bu meziyetlerin varlığından yararlanılmalı. Çünkü kadındaki meziyyetler erkekte, erkekteki meziyetler kadın da yoktur.

Bayan akademisyen daha sonra şöyle devam etti; “Geçen gün arabam bozulduğunda yolum oto sanayi sitesine düştü. Sanayinin ortamına baktım kendime baktım. Sonra kendi kendime “burada benim ne işim var” dedim. Keşke masaya yumruğumu vurmasaydım dedim fakat bir defa aklımı kullanmamış duygularıma yenilerek “gaza” gelmiştim. Süreci yönetmeyi başaramadığım için geriye dönmeyi de beceremedim. Esas olan olayın bu noktaya gelmemesiydi.” Yoksa fıkrada geçtiği üzere, Temel Fadime’yi öldürdüğü için idamla yargılanır. Temel’e sormuşlar son isteğin nedir? O da “bu bana ders olsun!” demiş.  Ne yazık ki, ders alındığı yok. TÜİK verilerine göre Türkiye'de geçen yıl evlenen çiftlerin sayısı 561 bin 710, değişik sebeplerle “elini masaya vurarak” boşanan çiftlerin sayısı ise 174 bin 85'tir. Şarkı sözünde geçtiği üzere “Ah! Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç…” Bu son kaledir.  ‘’Temiz aile çocuklarıyla illegal örgüt kurulmaz’’ sözü hayatın gerçekliğinden kopuk, devrim hayaliyle “başka hayatların yokluğuna” adayan geçmiş zamanların fanatik ve milliyetçi sol görüşlü yazarındır. Ayrılıklarda sonra meydana çıkacak travmalar dikkate alınmıyor. Mesela; dünya sağlık örgütü, “yalnızlığın sağlık risklerinin günde 15 sigara içmeye denk sayılabileceğini, hatta obeziteden daha riskli olabileceğini ifade etti.”

Sonuca Değil Sebeplere Odaklanma

Müslüman Coğrafyasının hastalığı karşılaştığı yeni sorunlara yeni cevaplar üretmek yerine geçmişte dede ve ninelerinin ürettiği malzemeyle çözüm üretme hastalığıdır.  “Eski hal muhal ya yeni hal ya da izmihlal” aforizmasında geçen gerçeği bir türlü kabullenemiyoruz. Bu kabullenmeme de büyük oranda özgürlük eksikliği ve cehalet sorunundan kaynaklanıyor. .

Toplumsal sorunlarla karşılaştığımızda uzmanlar doğru veya yanlış yeni soru ve sorunlara yeni çözümler/içtihatlar yaparlar. Yeni sorunlara cevap üretemediğiniz zaman başkalarının kendi birey ve toplumları için ürettiklerini “ithal reçeteleri” almak zorunda kalırsınız.

Dünyanın başka ülkelerindeki şiddet ve çatışmaları gidermek için uygulanan reçeteler her zaman bize uymayabilir.  Ortadoğu coğrafyasındaki şiddete çözüm üretemediğimiz konularda bahane üretiriz. Bunda da oldukça başarılıyız. Hatta Nobel Ödülüne bile aday olunabilir. Dahası bahane üretmedeki tembelleğimize “üstün başarı ödülleri” verilebilir.

Mülteciler, Toplum ve Katma Değer/Verimlilik

İnsanlar, hayatlarına yönelik bir tehdidin olmadığı güvenilir topraklarda yaşamak isterler. Doğduğu yer kişinin “bedeni” gibi de olsa “doyduğu yeri” tercih ediyor. Bundan dolayı göçün önüne geçmek imkânsızdır. Kapıyı kapatırsınız bacadan girerler. Bu sebepten mültecileri yönetmek yaklaşan tsunamide dalgalar ile boğuşmak yerine sörf yapmaya benzer. Mülteci akınını yönettiğinizde fırsata çevirir, yönetemediğiniz zaman ise boğulursunuz. Mülteciler konusunda şimdiye kadar toplu bir anormallik yaşanmadı. Ancak problem yok değil. Sokaklarımızda “onbeş bin” kadar okula devam etmeyen eğitimsiz mülteci potansiyeli var. İyi yönetilemediği zaman toplumu rahatsız edecek  seviyedeler. Yoksa bazen küçük bir kıvılcım yangına dönüşebilir. Çünkü biriken ve çözülemeyen toplumsal hadiseler “birikimlerle” patlama noktasına gelebilir. Şunu unutmamak gerekir; İster mülteci olarak, ister başka şekilde olsun, insan nereye giderse gitsin; kültürünü, inancını hatta kendini de beraberinde götürür. 

Günümüzde göç olayını ensâr-muhâcir edebiyatı yaparak yönetemediğinizden dolayı yönetmesi mümkün olmayan bir göç dalgasını “yönetiyormuş gibi” yapmak hem ülkenin iktisadi kaybına hem de binlerce canın yok olmasına sebep oluyor.

Tarihteki bol retorikli ensâr-muhâcir denklemine oturmayan problemi ne yazık ki istemezseniz bile kabullenmek zorundasınız. Göç ile ilgili ensâr-muhâcir ilişkisi dışında yeni vizyon, formül, somut rasyonel sürdürülebilir potilika ve paradigmalar geliştirilmelidir. Çünkü insanlar kendi ülkelerindeki hukuksuzluk, gelecek belirsizliği, ekonomik tükenmişlik ve en önemlisi “güvensiz ortamda” tutunamadığından göç ederler. Göç olayı sadece insanlara has değildir. Güven ikliminin çekiciliği bütün canlılar için müsellemdir. Fakat göçmenlerin gittikleri ülkelere ikinci veya üçüncü kuşakta yüksek oranda “katma değer” kattıkları görülmektedir. Hatta Orta Asya’dan gelen göç dalgasıyla Türkiye, dünyanınn değişik bölgelerinden oluşan göçün neticesinde de Amerika Birleşik Devletleri doğdu. Ünlü Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy’un dediği gibi  “Tüm muhteşem hikâyeler ya bir yolculukla ya da şehre bir yabancı gelmesiyle başlar.” Mesela; Harvard Üniversitesi nin 30. Başkanı Claudine Gay Harvard’a liderlik eden ilk siyahi ve ikinci kadın “Haitili göçmen bir ailenin çocuğu olup” ABD’de azınlıkların siyasi katılımı konusundaki çalışmalarıyla öne çıkan bir akademisyendir. Değişen dünya şartlarında Harvard’ın fildişi kulesinden inip topluma açılması gerektiğini söyledi.  Kendisinden görevi devralan eski meslektaşı onu “keskin bir zekâya, harika liderlik ve iletişim becerilerine, mükemmel muhakemeye ve Harvard’a iyi hizmet edecek özveriye sahip müthiş bir akademik lider. Belki de en önemlisi, onu tanıyan ve onunla çalışmış herkesin saygısını hak ediyor” diyerek anlattı.

Günümüzde değişen şartların ürettiği problemlere cevap vermek bir mecburiyettir.  Bunun için de zihinlerin dinamik olması gerekir. Gençliğimizde “Komünistler Rusya’ya” diye bağırtıldık. Daha sonra “başörtülüler Suudi Arabistan’a” versiyonu çıktı. Radikal milliyetçi slogancılar hızını alamadı “Kürtler Kuzey Irak’a” saçmalığı tedavüle sokuldu. Serbest piyasanın verdiği imkânla “Türkler Orta Asya’ya” hezeyanları ortalığı kapladı. Bir de baktık ki Anadolu’da kimse kalmamış. Hâlbuki Anadolu toprakları Osmanlı’nın bakiyesi olması hasebiyle 70’e yakın topluluğa ev sahipliği yapmış inanan inanmayan herkese annelik yapmış topraklardır. Arapça anne “ümm” demektir. Çünkü anne ailedeki bütün çocuklarını namaz kılanı kılmayanı, örtüneni örtünmeyeni, oruç tutanı tutmayanı hepsini evladım diye bağrına basar.

Çocuklar koca adam da olsalar annelerinin elleriyle saçlarını okşamalarını sürekli isterler. Hekimoğlu İsmail, vefatından önce “artık çok yaşlandım fakat tekrar çocukluğumda olduğu gibi annemin saçlarımı okşamasını çok özledim” demişti. Çocukların saçlarını okşama sıradan bir hadise gibi gelse de aslında hem anne hem de çocuklar için bir nevi terapidir.

Çocuk bir problemle karşılaştığında anne de acı çeker. Rahmetli anneme “anne! Okula gidiyorum. Bana dua eder misin?” dediğimde ağlayarak “Oğlum! Bir annenin evladını ne kadar çok sevdiğini evlat sahibi olduktan sonra anlarsınız” demişti. Ben de daha sonra ilk çocuğum Mehmet Âkif’in “iki günlük” iken kalın bağırsak, altı aylık iken de kalp ameliyatı olduğunda anlamıştım. Fakat anneme olan vefa borcumu ödemek için Yahya Kemal’in dediği gibi “dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç”ti çünkü çoktan vefat etmişti.   

Ümmet kavramı da aynı kökten gelir. Topluluk anlamına gelir. Bu kavramı sadece belli bir topluluğu kast ederek yanlış kullanıyoruz. Hâlbuki Hz. Peygamber Medine’de Yahudi, Müşrik ve Müslümanların bir araya gelip oluşturdukları “ortak mutabakat” metninde hepsine birden “ümmet” demişti. Ümmet sadece aynı ırka, dile, dine, mezhebe mensup insanların oluşturduğu topluluk değil, dinleri, dilleri, ırkları, mezhepleri, cinsleri farklı olan toplulukların bir araya gelmeleriyle oluşan birlikteliktir.

Anadolu coğrafyası, yetmiş çeşit topluluğun bir arada yaşadığı kimsenin kimseyi yok saymadığı, herkesin diğerine tahammül gösterdiği, hatta incitmediği bir coğrafyaydı. Bu coğrafyada sorunları yönetemediğimiz için sorunlarla boğuşmaya devam ediyoruz. Ne yazık ki bölgesel, dinî, etnik, mezhebî milliyetçilikler problemlerin çözümünü imkânsızlaştırıyor. Hiçbir mesleği ve kariyeri olmayanlar, taşıdığı sembol veya “milliyetçiliklerden” geçiniyor. Modern dünya, insanları dinî, mezhebî veya etnik milliyetçilik üzerinden değil “ürettiği bilgi veya değer” üzerinden değerlendiriyor.  Ortadoğuda emek verip çalışmanıza neredeyse gerek yoktur. Bir dine, mezhebe, tarikata, cemaate,  ırka, partiye, bölgeye ait olmak bazen “kapalı kapıları” ardına kadar açıyor. Anadolu irfanında geçtiği üzere kurnazlar “tarlasını yağmurun yağdığı yere taşımaktan”  çekinmiyorlar.

Tarih boyunca farklı insanların mesken edindiği Anadolu toprakları farklı kimlik, inanç, ırk ve renklere ev sahipliği yaptı, yapmaya devam ediyor ve devam edecek. Bu farklılık sadece Anadolu’da mı? Hayır. Müslümanlar gittiği coğrafyalarda farklılıkları yok sayma, asimile/yok etme politikası gütmediler. Tam aksine farklılıkları Allah’ın birliğinin birer göstergesi, işareti olarak gördüler; “Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olması yine O'nun varlığının delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için dersler vardır.” (Rûm, 30/22) âyeti diyor ki bir rengi, ırkı ve dili yok saymanız Allah’a tavır almanız anlamına gelmektedir. İnsanların bir araya gelerek falan ırkın, dilin, mezhebin, cinsin yokluğuna karar verdik diyerek hüküm vermeleri ilahî iradeye aykırıdır. Biyologların bir araya gelerek kargaların rengi, ötüşü hoşumuza gitmiyor; yılanlar akrepler zehirlidir diyerek bu canlı türünü ortadan kaldırma çabaları kâinattaki ekolojik dengeyi bozacağından sonuçları itibariyle yanlış bir uygulamadır. Bu anlayış Kâinatın dengesini bozar. Tıpkı bunun gibi toplumun sağlığını, ahlakını, yararını bozmadığı, hakaret ve şiddet dilini kullanmadığı sürece her insanın yaşamasına, fikirlerini özgürce söylemesine imkân tanınmalıdır. Allah kendisine iman etmeyene "…Artık isteyen iman etsin, isteyen inkâr etsin!” (Kehf, 18/29) diyerek tercih imkânı tanıdığı gibi, kendi varlığına inanmayanların değerleri saçma veya batıl da olsa “Allah'tan başka yalvarıp-yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin…” (En’âm, 6/108) diyerek hakarete onay vermez.

Aynı gemide yaşayan “farklı insanlar” geminin dümenine geçip gemi “benimdir” diye sahiplenirlerse kimse karaya çıkamaz. Kur’ân bu dünya gemisine pusula ve  “rehberlik” etmek için gönderildi. Ne yazık ki Müslümanlar, kurumlarını piknik yeri gibi yönetiyorlar. Ne demek piknik yeri? İnsanlar pikniğe gittiklerinde önce gidip kaptığınız yer akşama kadar sizin oluyor. Bazen piknik yerini kendi babadan kalma tapulu yerimiz gibi zannediyoruz. Hâlbuki bu dünya piknik yeri gibi önce gelenin yer kaparak sonradan gelenleri güneşin sıcağında bırakma yeri değildir. Her gelenin istemese de gittiği, gideceği geçici bir diyardır.

Herhangi bir topluluk başka bir coğrafyaya gittiğinde kendisi dışında olan ırklar, diller, dinler, mezheplere de kendisi gibi hayat hakkı tanımalıdır. Altın kuralda geçtiği üzere “kendisi için istediğini başka insanlar için de isteme” kaidesi esas olmalıdır. Anadolu topraklarında Hititler, Urartular yaşamış sonra çekip gitmişlerdir. Mahkeme kadıya mülk olmadığı gibi bu dünya da kimsenin ebedi kalacağı mekân değildir.

Bunun için insanlara sürekli kardeşlik türküleri söyleyerek, üst perdeden edebiyat yaparak değil; adalet, hukuk, eşitlik, şeffaflık ve “insanlık” ortak paydasında muamele göstermeliyiz. Bir insanın dini, dili, ırkı, mezhebi, cinsiyeti ne olursa olsun. Bizden veya sizden olması değil “insan” olması hasebiyle onore edilmelidir. Kur’ân’ın “gerçek şu ki, Biz Âdemoğullarını üstün ve onurlu kıldık…” (İsra, 17/70) âyeti diyor ki; kaynak itibariyle bütün insanlar Hz. Âdem’in çocukları Âdem de topraktandır. (Tirmizi, Menâkıb, 74)

İmam-ı A’zam Ebu Hanife’ye göre insanın ırkı, cinsi, ne olursa olsun insan onurludur. İnsan onur ve üstünlüğünü insanlığından alır. Hz. Peygamber’in bir gayr-i müslim cenazesi geçtiğinde ayağa kalkması “insan” yani can olmasından dolayıdır. (Buhari, Cenâiz, 49)

Bu yazı toplam 1937 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Yazılan yorumlar hiçbir şekilde www.adilcevaz13.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.
2 Yorum