Sünnetin Hüccet Oluşu
Sünnet sözlükte tekrarlanan, tekrar tekrar gidilen mutat yol anlamındadır. Şer-î bir kavram olarak Resûlullah (s.a.v.)’ın sözleri, fiilleri ve takrirlerine sünnet denir. (Zeydan, el-Medhal, s. 160.)
İslâm, Kur'ân ve Sünnetin bütününden oluşmakta olup, sünnet Kur'ân-i Kerîm’in beyanı ve tefsiri konumundadır. Kur'ân’da ahkâm özet olarak verilmiş, tafsilatına girilmemiş, ahkâmın tafsilatı Müslümanlara kolaylık olsun diye öncelikle Hz. Peygamber’e ondan sonra da ümmetin müçtehitlerine ve ulemasına bırakılmıştır. Zira Kur'ân ve İslâm zaman ve mekân bakımından evrensel ve cihanşümuldür. Bu bakımdan ahkâmın Kur'ân’da özet olarak verilerek detayına girilmemiş olması, ümmet için bir kolaylık ve esneklik teşkil etmektedir. Zaten Kur'ân’ın asıl amacı hidayet ve irşat olduğundan tüm ahkâmın Kur'ân’da tafsilatlı olarak verilmesi onu amacından çıkarır. (Zeydan, el-Medhal, s. 158.)
Sünnet dinin ikinci kaynağıdır, hüccet olup Kur'ân’ın beyanı ve dinî ahkâmın tamamlayıcısıdır. Sünnetin hüccet oluşu konusunda hem âyetler hem de hadisler bulunmaktadır. Sünnetin hüccet olduğunu beyan eden âyetleri şu maddeler altında toplamak mümkündür:
Hadislerin vahi olduğuna delalet eden âyetler:
“Sakıt olan yıldıza yemin olsun ki arkadaşınız (Hz. Muhammed) ne yanlışlıkla ne de kasıtlı olarak (hak yoldan) sapmadı. Ve o kendi nefsinin arzu ve isteklerinden konuşmuyor. O, (onun söylediği) ancak kendisine vahi edilen bir vahidir.” (Necm, 53/1-4.)
Buradaki âyetler umumi ifadeyle geldiğinden hem Kur'ân hem de hadise şamildir. Dolayısıyla bu âyetler hadisin vahi olduğuna delalet etmektedir. Konuyla ilgili rivayet edilen bir hadis Resûlullah (s.a.v.)’ın söylediği tüm sözlerinin (hadislerin) hak ve doğru olduğunu açıkça ifade etmektedir. Hz. Abdullah b. Amr anlatıyor: Muhafaza etmek amacıyla Resûlullah (s.a.v.)’tan duyduğum her şeyi yazıyordum. Kureyş beni bundan men etti ve şöyle dediler: İşittiğin her şeyi yazacak mısın? Oysa Resûlullah (s.a.v.) beşerdir, hem öfkeli olduğunda hem de normal zamanlarda konuşur. Bunun için hadisleri yazmaktan imtina ettim ve gidip bu konuyu Resûlullah (s.a.v.)’a arz ettim. O parmağıyla ağzına işaret ederek şöyle dedi: “Yaz, nefsim yedi kudretinde Olana yemin ederim ki bundan (ağzımdan) ancak hak çıkar.” (Ebû Dâvûd, Kitâbü’l-İlm, 3.)
Hz. Peygamber’e itaat etmeyi emreden âyetler:
“Ey iman edenler, Allah’a, Resûl’e ve sizden olan ulu’l emre itaat ediniz, şayet bir mesele konusunda ihtilafa düşerseniz onu Allah’a ve Resûl’e götürünüz…” (Nisâ, 4/59) Bu âyette iki husus söz konusudur. Birincisi Cenâb-ı Allah’a, Hz. Peygamber’e ve Müslüman idarecilere itaat etmek emredilmektedir. İkincisi bir meselenin hükmünde ihtilaf edildiği zaman bu meselenin Allah’a ve Hz. Peygamber’e götürülmesi istenmektedir. Allah’a itaat, Kur'ân’ın emir ve yasaklarına itaattir. Resûl’e itaat ise sünnete ittibadır. Meseleyi Allah’a ve Hz. Peygamber’e götürmekten maksat ise Mücâhid ve birçok müfessire göre meseleyi Kitaba ve sünnete götürmektir ve bu husus dinin usul ve füru tüm konularında geçerlidir. Bir konuda ihtilaf vaki olunca bunu önce Kur'ân’a sonra da sünnete götürmek lazımdır. (İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur'âni’l-Azim, s. 501-502). Daha sonra zikredeceğimiz, Hz. Muaz’dan rivayet edilen hadiste bu husus açıkça anlatılmaktadır.
“Bir elçiyi ancak kendisine itaat edilsin diye gönderdik…” (Nisâ, 4/64.) Bu âyet, Hz. Peygamber’e emrettiği veya yasakladığı konuda itaat etmek farzdır, diye tefsir edilmektedir. (İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur'âni’l-Azim, s. 502); (Şevkânî, Fethu’l-Kadir, s. 309)
“Allah ve Resûlü bir konuda hüküm verince ne bir mümine ne de bir mümineye (mümin kadın) kendiişlerinde seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve O’nun Resûlü’ne asi olursa apaçık bir şekilde sapmıştır. ” (Ehzab, 33/36)
Bu âyetin nüzul sebebi konusunda şunlar anlatılmaktadır: Resûlullah (s.a.v.) Hz. Zeyneb bint Cehş el-Esediye’yi mevlası Hz. Zeyd b. Harise için isteyip onunla evlenmesini istedi. Hz. Zeynep bunu kabul etmedi, Resûlullah (s.a.v.) kabul etmesini söyledi. Hz. Zeynep ben nefsime danışayım, diye cevap verdi. Onlar bu şekilde konuşurken bu âyet nazil oldu. Âyet nazil olunca Hz. Zeynep ben kabul ederim, dedi. Burada normalde özel bir mesele söz konusudur. Bu da bir kadının bir erkekle evlenmesi meselesidir. Buna rağmen Hz. Peygamber istediğinden dolayı Cenâb-ı Allah Hz. Zeyneb’in Resûlullah (s.a.v.)’ın isteğini kabul etmesi gerektiği yönünde âyet indirdi. İbn Kesir âyetle ilgili şunları söylemektedir: Bu âyet umumi olup tüm işlerde geçerlidir. Allah ve Hz. Peygamber bir konuda hüküm verince kimseye buna muhalefet etmek, farklı bir seçim yapmak, söz söylemek veya farklı görüş beyan etme hakkı yoktur. Bunun için âyetin sonunda “Kim Allah’a ve O’nun Resûlü’ne asi olursa…” denilmiştir. (İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur'âni’l-Azim, s. 1501-1502.)
Hz. Peygamber’e İtaatin Allah’a itaat olduğunu ifade eden âyetler:
“Kim Resûl’e (Hz. Peygamber’e) itaat ederse sanki Allah’a itaat etmiştir…” (Nisâ, 4/80) Bu âyette Hz. Peygamber’e itaat etmek Cenâb-ı Allah’a itaat etmekle eş değer kabul edilmiştir. Bu da Resûlullah (s.a.v.)’ın emir ve yasaklarının bağlayıcı olduğunu göstermektedir. Hz. Ebû Hureyre’nin rivayetine göre Resûlullah (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur: “Kim bana itaat ederse sanki Allah’a itaat etmiştir, kim bana asi olursa sanki Allah’a asi olmuştur, kim benim emirime itaat ederse sanki bana itaat etmiştir, kim benim emirime asi olursa sanki bana asi olmuştur.” (Buhârî, “Kitâbü’l-Ahkâm”, 1. ) Bu âyet ve hadis Hz. Peygamber’in emir ve yasaklarına uymanın gerekli olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamber’in Şâri olduğuna delalet eden âyetler:
Mutlak manada Şâri Cenâb-ı Allah’tır. Ancak Cenâb-ı Allah, hayatın bir zorunluluğu olarak bu yetkiyi hem bir Peygamber olarak hem de bir devlet başkanı olarak Hz. Peygamber’e de vermiştir. Keza bu yetki devlet başkanları için de geçerli ve zaruridir. Zira toplumun sosyal, siyasi ve iktisadi hayatı dinamik ve canlıdır. Sürekli gelişir ve değişir. Buna bağlı olarak yeni meseleler ortaya çıkar. Bu meselelere çözüm gerekir. Meydana gelen yeni meselelere çözüm ve çare bulmak ancak yeni inen âyetler veya yeni fetvalar veya kanun ve mevzuatlarla mümkün olur. Resûlullah (s.a.v.) döneminde bir mesele vuku bulunca bazen ardından vahi gelir ve bu mesele Kur'ân ile çözüme kavuşurdu. Vahi gelmeyince meselenin çözümü daha önce inen âyetlerde aranırdı. Burada da çözümü bulunmayınca Hz. Peygamber mesele hakkında hüküm verirdi.
Hz. Peygamber’den sonra fıkhi meselelerde içtihat etme ve fetva verme yetkisi müçtehitlere aittir. Doğrudan dinle alakası olmayan meseleler konusunda kanun çıkarma yetkisi ise devlet başkanlarının veya meclisin hakkıdır.
Hz. Peygamber’e ve önceki peygamberlere teşri hakkı verildiğini açıkça beyan eden âyetler de vardır. Bu âyetlerden birkaç örnek zikredeceğiz:
“Hayır hayır! Rabbine yemin ederim ki onlar, aralarında çıkan münazaa ve husumetlerde seni hakem yapıp, sonra aralarında verdiğin hükme kalplerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar.” ( Nisa, 4/65)
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında şunlar anlatılmaktadır: “Ensâr’dan bir adam Hz. Zübeyr ile beraber Harre suyu hakkında Resûlullah (s.a.v.)’ın yanına mahkemeye geldiler. Ensârî Hz. Zübeyr’e, “Suyu bırak, bana gelsin” diyordu. Hz. Zübeyr ise bunu kabul etmiyordu. Konuyu Resûlullah (s.a.v.)'a anlattılar. Resûlullah (s.a.v.), Hz. Zübeyr’e “Bahçeni sula, sonra suyu komşuna gönder” dedi. Ensârî, Resûlullah (s.a.v.)’ın hükmüne rıza göstermedi ve şöyle dedi: “Zübeyr senin halan oğlu olduğu için mi onun lehine hüküm verdin?” Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.)’ın rengi değişti ve Hz. Zübeyr’e şöyle dedi: “Bahçeni sula, duvarların temellerine kadar birikinceye dek suyu tut, sonra sal, komşuna gitsin.” Hz. Zübeyr şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim ki bu âyetin bu hâdise üzerine nazil olduğunu zannederim.” (Buhârî, “Musâkât”, 6; Tirmizî, “Tefsir”, 5.)
Bu âyet ve hadisten iki husus anlaşılmaktadır. Birincisi Hz. Peygamber’in hükmüne rıza göstermeyen Müslüman değildir. İkincisi bu âyet Hz. Peygamber’in teşri hakkına haiz olduğunu göstermektedir. Çünkü söz konusu mesele âyette zikredilmiyor, doğrudan Hz. Peygamber’in verdiği bir hükümdür. Buna rağmen âyette “…seni hakem kabul etmedikleri sürece mümin değillerdir”, denilmektedir.
“…ve size haram kılınan bazı şeyleri size helal kılmak için (gönderildim)…” (Al-i İmran, 3/50)
Bu âyet Hz. İsa hakkındadır. Âyette helal kılma fiili Hz. İsa’a isnat edilmiştir. Yani helal kılan kişi Hz. İsa’nın kendisidir. Dolayısıyla bu âyet Hz. İsa’nın teşri yetkisine haiz olduğuna delalet etmektedir. Âyet dolaylı olarak Hz. Peygamber’e de şamildir. Çünkü âyet Hz. Peygamber’e inmiştir ve Hz. Peygamber de Hz. İsa gibi bir peygamberdir.
“…Onlar ki Nebi ve Ümmi olan Resule tabi olurlar…. O Resûl ki onlara marufu emreder ve onları münkerden alı koyar, onlara helal şeyleri helal kılar, pis şeyleri de haram kılar ve onlardan onlara ağırlık yapan teklifleri indirir…” (Â’râf, 7/157)
Burada zikredilen Resûl’den maksat Hz. Peygamber’dir. (Şevkânî, Fethü’l-Kadîr, s. 505). Âyette geçen “helal kılar” ve “haram kılar” fiilleri Hz. Peygamber’e nispet edilmiştir. Yani helal kılan ve haram kılan bizzat Hz. Peygamber’dir. Dolayısıyla bu âyet Kur'ân ile helal veya haram kılınan şeylere şamil geldiği gibi Hz. Peygamber tarafından helal veya haram kılınan şeylere de şamil gelir. Bu da Hz. Peygamber’in “Şâri” olduğuna delalet etmektedir. (Sibâî, es-Sünne, s. 51.)
Hz. Peygamber’in Şâri olduğunu açıkça ifade eden hadisler de bulunmaktadır:
Mikdâm b. Ma’dikerib’in rivayetine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Haberiniz olsun! Bana hem kitap, hem de onun kadar bilgi verildi. Bilmiş olasınız ki yakında karnı tok bir adam koltuğuna yaslandığı halde şöyle der: “Kur’ân’a uymanız gerekir. Kur’ân’da helal bulduğunuz şeyi helal, haram bulduğunuz şeyi de haram kabul edin.” Biliniz ki size evcil eşek ve azı dişi olan yırtıcı hayvanlar helal değildir.” (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 5.)
Bu hadiste Resûlullah (s.a.v.), kendisine Kur’ân’a ilaveten Kur’ân kadar bilgi verildiğini açıkça beyan ettiği gibi, Kur’ân’da hükmü beyan edilmeyen evcil eşek ve yırtıcı hayvanların haram olduğunu da beyan ediyor. Bu da onun Şâri olduğuna delalet etmektedir.
Resûlullah (s.a.v.), Hz. Muâz’ı Yemen’e gönderirken ona, “Şayet bir dava sana gelirse nasıl hüküm verirsin?” diye sordu. Hz. Muâz, “Allah’ın kitabı ile hükmederim.” diye cevap verdi. Resûlullah (s.a.v.), “Şayet bu davanın hükmünü Allah’ın kitabında bulamazsan ne yaparsın?” dedi. Hz. Muâz, “Resûlullah (s.a.v.)’ın sünneti ile hükmederim” dedi. Resûlullah (s.a.v.), “Şayet Resûlullah (s.a.v.)’ın sünnetinde de bulamazsan ne yaparsın?” diye sordu. Hz. Muâz, “İçtihat ederim.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) elini onun göğsüne koyarak şöyle dedi: “Allah’a hamdolsun ki Allah’ın elçisinin elçisini muvafık kılmıştır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230; Tirmizî, “Ahkâm”, 3.)
Bu hadis, sünnetin dinde ikinci kaynak olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu da Resûlullah (s.a.v.)’ın Şâri olduğuna apaçık bir delildir.
Hz. Peygamber’e tebyin yetkisi verildiğini ifade eden âyetler:
Tebyin sözlük bir konuyu, dinî bir emri veya başka herhangi bir meseleyi açıklamak ve izah etmektir. İstilahî bir kavram olarak teybin, “Resûlullah (s.a.v.)’ın, Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmından mutlak olanı takyit etmesi, mücmel olanı tafsil etmesi, umumi olanı tahsis etmesidir.” şeklinde tanımlanmıştır. (Sibâî, es-Sünnetü ve Mekânetüha fi’t-Teşrii’l- İslâmî, s. 379 vd.)
Konunun detayına geçmeden Resûlullah (s.a.v.)’ın tebyin yetkisine haiz olduğunu ifade eden âyetleri zikretmekte fayda vardır:
“Onlara indirileni insanlara beyan edesin diye sana zikri (Kur'ân’ı) indirdik…” (Nahl, 16/44).
İbn Kesir bu âyeti, “Onlara mücmel olanı tafsil edesin, müşkül olanı beyan edesin” şeklinde tefsir etmektedir. (İbn Kesir Tefsirü’l-Kur'âni’l-Azim, s. 1064. )
“Biz, kitabı sana sadece onların içinde ihtilafa düştüklerini kendilerine beyan edesin ve inanan bir topluluğa hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.” (Nahl, 16/64.)
Görüldüğü gibi bu âyetlerde beyan vazifesi Hz. Peygamber’e nispet edilerek “beyan edesin” diye buyrulmuştur. Bu ifade Hz. Peygamber’e beyan yetkisinin verildiğini açıkça göstermektedir.
Kur'ân’da kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar, talak, iddet ve miras hukukuyla ilgili âyetler önemli ölçüde tafsilatlıdır. Bunların dışında kalan konular ilgili âyetlerde ise kısa, az ve öz bilgi verilmiş, teferruata girilmemiş, birçok ahkâma da hiç temas edilmemiştir. Bu da tabii olarak, Kur’ân’ın ikinci bir kaynağa ve tefsire ihtiyaç duymasına sebep olmaktadır. Kur’ân’ın en önemli, en büyük ve en sağlam tefsiri ise hadistir. Zira hadisin bir kısmı Kur’ân’dan bağımsız olsa da, büyük bir kısmı onunla bağlantılı olup tefsiri ve izahı konumundadır. Ayrıca Kur’ân’ı en iyi anlayan şüphesiz ki Resûlullah (s.a.v.)’tır. Zira Cenâb-ı Allah, Kur’ân’ı ona indirmiş, manasını da kendisine bildirmiştir. Nitekim âyeti kerimede “Muhakkak ki biz sana Kitabı hak ile indirdik ki insanların arasında Allah’ın sana gösterdiği (bildirdiği) ile hükmedesin…” (Nisa, 4/105.) buyrularak bu hususa dikkat çekilmiştir.
Özetle ifade etmek gerekirse, Kur’ân-ı Kerîm, itikat dışındaki konularda ele aldığı meselenin çerçeve ve sınırlarını çizmemiş, bunu Resûlullah (s.a.v.)'a bırakmıştır. O da meselenin çerçevesini tafsilatıyla birlikte net olarak çizmiş ve beyan etmiştir.
Konunun daha net bir şekilde anlaşılması ve ortaya çıkması için birkaç âyeti örnek olarak zikredip kısaca izahını yapacağız:
“Sana kadınların adet kanamaları konusunda sorarlar. (Bu soruya karşılık) de ki: “Adet kanaması bir eziyettir. Adet kanaması süresince kadınlardan ayrı durun ve temizleninceye dek onlara yaklaşmayın. (Bakara, 2/222.)
Burada âyetin manasında anlaşılmayan herhangi bir durum yoktur. Ancak âyette ifade edilen “Onlara yaklaşmayın” sözünün sınırı âyette belirlenmemiştir. Bu bakımdan bu ifade birkaç şekilde anlaşılabilir. Örneğin “onlarla aynı odada kalmayın” veya “aynı sofrada yemek yemeyin” yahut “onlarla cinsel ilişkiye girmeyin” veya “onlarla aynı yatakta yatmayın” gibi manalar âyetten anlaşılabilir. Ashâb-ı kirâmdan âyeti bu son şekilde anlayan da olmuştur. Örneğin Hz. İbn Abbâs adet gören eşinin yatağını ayırıyordu. (Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur'an, III, 87.)
Resûlullah (s.a.v.), âyetin izahı sadedinde, “Adetli kadınlarla cinsel ilişki hariç her şey yapın” (İbn Mâce, “Tahâret”, 125.) buyurarak âyette ifade edilen “onlara yaklaşmayın” ifadesinden maksadın sadece cinsel ilişki olduğunu beyan etmiş, böylece âyetin manası net olarak anlaşılmış, çerçevesi de çizilmiştir.
“Kadınlarınız tarlanızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın.” (Bakara, 2/223.)
Âyetin manası görüldüğü gibi açıktır. Ancak âyette geçen ennâ kelimesi Arapçada hem zaman hem de mekân ismi olarak kullanıldığından, âyet iki şekilde tefsir edilmeye müsaittir. Ennâ kelimesi ism-i zaman olarak alınırsa âyetin manası, “İstediğiniz zaman eşlerinizle ilişkiye girin” şeklinde olur ki bu duruma göre herhangi bir problem söz konusu değildir. Ancak ennâ kelimesi mekân ismi olarak alınırsa âyetin manası “İstediğiniz yerden eşlerinizle ilişkiye girin” şeklinde olur ki bu manaya göre kadınlara arkadan cinsel ilişkiye girmenin caiz olacağı gibi bir mana anlaşılır. Ancak kadınlarla arkadan ilişkiye girmek caiz olmadığından Resûlullah (s.a.v.) âyetin manasını şu ifadesiyle, “İster ön taraftan ister arka taraftan kadına gelerek cinsel ilişkide bulun, ancak kadına arkasından (anal) yoldan ve adetli iken yaklaşmaktan sakın.” (Tirmizî, “Tefsir”, 3) sınırlandırmış, adetli iken veya anal yoldan kadın ile cinsel ilişkiye girmenin haram olduğunu beyan etmiştir.
“Namazı kılın, zekâtı verin ve rükû yapanlarla birlikte rükû edin.” (Bakara, 2/43.)
Görüldüğü gibi âyette namaz kılmak ve zekât vermek emredilirken konuyla ilgili hiçbir tafsilat verilmemiştir. Örneğin sabah namazı, öğle namazı ve diğer farz namazlar kaç rekâttır. Her rekâtta kaç secde vardır, ne kadar âyet okunması gerekir vs… Keza zekâtın teferruatıyla ilgili hiçbir tafsilat verilmemiştir.
“…Muhakkak ki namaz vakitli olarak farz kılınmıştır.” (Nisa, 4/103.)
Bu âyet günde beş vakit olarak kılınan namazın belli vakitlerde kılınması gerektiğini ifade etmektedir. Ancak namazın vakitleriyle ilgili hiçbir tafsilat ve detay verilmemiştir. Her ne kadar namazın vakitleriyle ilgili birkaç âyet var ise de bu âyetlerde de vakitlerin başı ve sonu konusunda açıkça bir beyan verilmemiştir. Namazla ilgili tafsilat farklı hadislerde beyan edilmiştir.
Kur'ân’da zikredilen hikmet kavramı
Sünnetin Kur'ân’dan sonra ikinci kaynak olduğuna delalet eden bir delil de bazı âyetlerde zikredilen “hikmet” kavramıdır. Çünkü “hikmet” kavramı sünnet anlamında kullanılmıştır. Bu âyetlerden birkaç örnek şöyledir:
“And olsun ki Allah, müminler arasında onlardan, onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, onları temizleyen ve onlara kitap ve hikmet öğreten bir Peygamber göndermekle onlara bol lütuf ihsan etmiştir.” (Al-i İmrân, 3/164.)
Âyette geçen kitaptan maksat Kur’ân-ı Kerîm, “hikmetten” maksat Resûlullah (s.a.v.)’ın sünnetidir. Müfessirlerden Zemahşerî ve Katade, Fukahadan da İmam Şâfiî’ye göre âyette geçen “hikmet” kelimesinden maksadın Resûlullah (s.a.v.)’ın sünneti olduğunu söylemektedirler. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 463; Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur'an, IV, 263.) Her ne kadar hikmet, dini bilgi, fıkhın tevili, şeriatın güzellikleri, sırları, illet ve menfaatlerini anlama gibi manalara gelse ve böyle tefsir edilmiş olsa da birinci mana daha kuvvetlidir. Zira “hikmet” kelimesinin “kitap” kelimesine matuf oluşu hikmetin kitaptan ayrı bir şey olduğuna delalet eder. Çünkü Arapçada matuf ile matuf aleyhi farklı nesnelerdir. Bu, Arapçada külli bir kaidedir.
“… Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi ve bilmediğini sana öğretti…” (Nisa, 4/113)
“Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın…” (Ehzâb, 33/34)
Netice itibariyle hayatî önemi haiz birçok dinî emir ve ahkâm, sünnet tarafından beyan edilmiştir. Dinin en önemli emri olan namazın rekâtları, vakitlerinin başı ve sonu, şartları, vacipleri, sünnetleri, namazı bozan etkenler, hacın rükünleri, vacipleri, sünnetleri, menâsiklerinin yapılış şekilleri, haccı ifsat eden faktörler, zekâtın nisabı, zekâta tabi olan ve olmayan mallar, mallardan alınan zekât oranı ve benzeri hususların hepsi sünnet tarafından beyan edilmiştir. Keza orucun teferruatı, abdest ve guslün sünnetleri ve benzeri birçok husus sünnet tarafından beyan edilmiştir. Bazı ahkâmlar da bizzat sünnet tarafından vaz edilmiştir.
Evet, İslâm Kur'ân ve sünnetin toplamından oluşmaktadır. Sünnet dinde hüccet olup Kur'ân’ın beyanı, tefsiri, tafsili ve dinin tamamlayıcısı konumundadır. Bu konu şüphe kaldırmayacak kadar açık ve nettir. Bize Kur'ân yeterlidir, sünnete gerek yoktur, anlamındaki iddia ve söylemler, ilmî dayanaktan yoksun, tamamıyla bir safsata ve hezeyandan ibarettir. Bu gibi iddialarda bulunanlar ya dini bilmiyorlar ya da dini tahrif edip kendi arzu ve isteklerine uydurmaya çalışırlar.
Malum olduğu üzere hadis de vahidir, beşerî bilgi değildir. Çünkü Hz. Peygamber ümmi idi. Eğitim görmemişti. Buna rağmen yüzlerce konuda binlerce hadis söylemiştir. Bu hadisleri kafadan bilme imkânı yoktur. Bu hadisleri ona Cenâb-ı Allah, ya ilham ile ya da vahi ile bildirmiştir.
Selam ve dua ile.
YAZIYA YORUM KAT