Farklılıklara Tahammül
Hz. Peygamber Medine şehir devletinde beraber yaşadığı farklı inanç ve kültür sahibi insanların endişelerini dikkate almıştır. Çünkü karşıt yaklaşımı benimseyenlerden birinin ötekini fiziksel olarak ortadan kaldırması mümkün olmadığına göre yapılması gereken de herkesin lehine olana tahammül etmektir. Bugün Suriye’de Arap, Kürt, Türkmen, Dürzî, Süryânî, Çerkes ve Ermenilerin yapması gereken şudur; Dini, mezhebi veya etnik olarak farklı olup bir arada yaşaması mecbur ve birbirlerine muhtaç olan toplulukların aralarında tanışma muarefe/diyalog zemini inşa etmeleri, problemleri kendi aralarında müzakere/pazarlık yaparak kendi aralarında bir toplumsal yazılı metin, sözleşme/muahedeyi adalet, hukukun üstünlüğü, merhamet, şeffaflık zemininde gerçekleştirmeleri gerekir. Yoksa çoğunluğu sağlayan ve iktidarı/gücü eline geçiren Şii, Sünni, Alevi, Türk, Kürt, Arap fark etmeden diğerlerine dünyayı cehenneme çevirir. Suriye'nin önde gelen isimlerinden Şeyh Hatem, "Suriye'deki tüm mezheplere sen benim kardeşimsin ve sevdiğimsin, ben de senin gözünde böyle olmak istiyorum. Hadi gelin el ele verip her yerde çalışalım. Vatan hepimizin, kimsenin şahsi mülkü değil. Vatan bir mirastır. Atalarımızdan bize kaldı, biz de torunlarımıza bırakacağız. İslamiyet'te umutsuzluğa yer yok..." (https://www.msn.com/tr) diyerek toplumsal bütünlüğüne çağırıyor.
Hz. Peygamber başkalarının fikirlerine değer vermiş ve kendi anlayışını farklı inanç sahiplerine dayatmamıştır. Bu bağlamda başka inanca mensup olanlardan rehin karşılığında borç almış, müşriklere hediyeler vermiştir. (Buhârî, Rehin 2, 5, Büyû 14, 33, 88; Müslim, Musâkât 124, Nesâî, Büyû 58, 87) Dayatmadan kaçınmıştır. Mekke müşrikleriyle yapılan Hudeybiye antlaşması metninde “Muhammed’un Resulullah” Allah’ın elçisi Muhammed ifadesini müşrikler kabullenmemiş “Biz senin Allah’ın Peygamberi olduğunu kabullensek sana itiraz etmezdik” dediklerinde, Hz. Peygamber barış ve sükûnet ortamı sağlansın diye bu ifadenin yazılmasından sahabenin itirazlarına rağmen vazgeçip Muhammed b. Abdillah, “Abdullah oğlu Muhammed” yazdırmıştır. (Hamidullah, Muhammed, “Hudeybiye Antlaşması” DİA, XVIII, 297-298) Hz. Peygamber bunu yapmakla Allah’ın kendisini seçtiği ve atadığı peygamberlikten “taviz” vermiyordu. Sadece kendi gibi olmayana da hayat hakkı tanıyor, en büyük sosyal sermaye olan barış ortamının yakalanması için müşriklerle günümüzde siyasetin dilinde sıkça kullanılan (win-win) yaklaşımı “kazan kazan “stratejisini uyguluyordu. Bu strateji tamamen zıt görüşlerin, çatışmaların her iki tarafın da kazanç sağlayacağı bir şekle dönüşmesini sağlayan yaklaşım ve davranış biçimidir. Bu strateji sağlıksız iletişimin ve kötü sonuçlanacağı âşikar olan bir antlaşmanın veya tartışmanın seyrini tamamen değiştireceği için en çok da dış ilişkilerde kullanılır. Yoksa “mühür kimdeyse Süleyman odur” sözünde geçtiği üzere elindeki salahiyet sopası ve “yetki yağmasından” istifadeyle kendisi gibi inanmayan, giyinmeyen, konuşmayan ve düşünmeyenleri “HİÇ” sayarak “nefes bile aldırmamak” cehennemi dünyaya taşımaktır. Yeter ki diğeri mutlu olmasın! Bu şekilde ötekinin zaten cılız olan sesini bastırmak için (Kur’ân’ın yüksek ve anlamsız olduğundan eşek anırması dediği) (Lokman, 31/19) var gücüyle bağırmak sağırlar ülkesinde yaşamak gibidir.
Halbuki Hudeybiye Antlaşması yapıldıktan sonra bir yıl içinde Müslüman olanların sayısı Nübüvvetin ilk on yılında Müslüman olanlardan daha fazladır. Bu da barış ve sulh ortamının getirdiği zeminin yakalanmasıydı. Karşılıklı ilişkiler gelişince, endişeli olanların endişesi gitmiş yerine güven ve saygı/ihtiram ve kabullenme gelmişti. Kur’ân’ın nazikçe açmak anlamına gelen 48. Sûresi olan Fetih sûresi Hudeybiye antlaşmasından sonra nâzil olmuştur. Vahyin talebi gönüllerin fethi/fütûhu’l-kulûbtur yoksa fütûhû’l-bûldân/ülkelerin fethi değildir. İnsanın onuru, şerefi, haysiyeti, canı, fikri, özgürlüğü ve ırzı çiğnenmiyorsa gerisi teferruattır.
Günümüzde insanlar aynı dine, kitaba, Allah’a, peygamber’e inanıp da mezhepleri, anlayışları farklı diye birbirlerini öldürmekten vazgeçemezler mi? Aynı camileri paylaşamazlar mı? Bazı yorumlardan vazgeçip karşılıklı barış ve sükunet sağlanamaz mı? Çünkü Müslüman coğrafyada din, mezhep ve inanç üzerinden “toplumu kutuplaştırma” ve ayrıştırma onarılması zor yaralar açar, açıyor. Hâlbuki din bütün farklılıkları bir arada yaşatmanın formülünü verir. Toplumdaki karşılığını insana bırakır. Çaba harcayarak insanın değer üretmesini ister. Yoksa “Hz. Din” bizatihi yapmaz. Din insana yol ve yöntem gösterir. Gerisini insanın bilgi, beceri, kapasite ve kabiliyetine havale eder. Fakat dünyanın en güzel arabasını sürüş tekniklerinde becerisi olmayan ehliyetsiz birisine verseniz güzelim aracı hurdaya çevirir. Bizim halimiz de böyledir. Tek harfi değişmeyen bir kitaba sahip olma avantajını beceriksizliğimiz yüzünden dezavantaja dönüştürmüşüz.
Halimiz yaşadığım şu hatıraya benziyor. Yıllar önce müftülük yaptığım şehirde, müftülüğün şoförü “huysuzluğuna” rağmen hizmet arabasını, tıpkı balerin gibi nazik, kibar ve ustaca kullanırdı. Onun araba kullanışı, sürüş tekniklerine riâyeti arabaya binenleri kendine hayran bırakırdı. Kullandığı kaliteli parfüm, kıyafetindeki stil, renk ve desen uyumu da göz kamaştırırdı. Ama huysuzluğuna dayanmak için “Eyyûb sabrı” bile az gelirdi. Bazen Hz. Yakub’un başına gelenlerden dolayı “…sizin bu yaptıklarınız karşısında bana düşen güzelce sabretmektir” (Yusuf, 12/18) veyahut Mehmet Çakır’ın “sabrûn cemîl” kavramını “artık bağrıma taş basmalıyım” dediğini dediğim olurdu. Fakat ne yapsan nafile!
Konumuza dönersek; Allah insanların kendisine inanma veya inanmama imkânı tanırken, inanmayanın da hukukunun korunmasını ister. Farklı inanç, din, dil, ırk, renk, görüşe saldırı ve tehdit hem kendi ayağına kurşun sıkmak hem de yaratanın tercihine karşı çıkmaktır. Yanlış yolda olanlara söverek, döverek, öldürerek hidayete erdirmeye çalışmak mümkün değildir. Vahiy yanlış yapanları bilgilendirmemizi ister. Sövenlerin, dövenlerin, hakaret edenlerin, baskı ve tehdit yağdıranların inancına ve dinine kimse prim vermez. Mekke müşrikleri bunları yaparak kaybettiler. Mekke'nin ileri gelenlerinden Ebu Süfyân: “Bir zamanlar kapılarını kırarak evlerinden kovduklarımız şimdi hiç bir kapıyı kırmadan Mekke’ye giriyorlar” der. Bu gözlem; vurup kırarak hiçbir davanın başarılı olamayacağını anlatır. Fetih’te önemli olan gireceğin mekânı sertçe çarparak değil, nazikçe açmaktır.
Ebu Süfyân'ın karısı Hind: “Biz orada hata yaptık kapıları kırarak kazanacağımızı zannettik ama kaybettik. O ise kalpleri kazandı” diyerek kalpleri fethetmeden ülkeleri fethedenler keşke yapmasaydık diyecekler. "İslam Devleti’nde" emniyet ve güveni bulamayanlar ölüm ve açlık korkusuyla "zalim ve ahlaksız işgalcilerin" uçak takımlarına tutunurlar. Bebeğini tanımadığı askerlere dikenli teller üzerinden emanet eder. Zorbanın elinde din insanı zorda bırakır. Bu da merhameti temel yapı taşı yapması gereken devlet aygıtı, elindeki gücü/çekici alıp önüne gelen her bireye “menfaatı uğruna” çivi muamelesi yapmasıdır.
Kimse kimseyi tehdit unsuru olarak görmemelidir. Farklılıklar birbirlerini ortadan kaldıran hayat hakkı tanımayan düşman değil, topluma katkı ve değer sağlayan bireyler olarak görülmelidirler. Mücadele bizden ve bizim gibi olmayanlarla değil, zulme, dayatmaya ve baskıya karşı verilmelidir. İnanmama tercihini kullanan ateistine hayat hakkı tanımayan toplum gelecek inşa edemez. Bırakalım birey inanacaksa “arayarak ve araştırarak” inansın veya inanmasın. Kimse baskı, dayatma ve zorbalıktan dolayı “maskeli Müslüman” olmasın. Suriye geçici hükümet başkanı Ahmed eş-Sara “Biz, toplumu münafıklaştırmak istemiyoruz. İnsanlar, bizi gördüklerinde namaz kılıyor, görmediğimizde ise kılmıyorsa bu bir sorundur” derken baskıcı ve dayatmacı anlayışın yanlışına dikkat çeker.
Müslüman coğrafya da belli bir mezheb veya "ırkın üstünlüğünü" merkeze alıp diğerlerini Yahudilerde olduğu gibi kendilerini imtiyazlı hale getiriyor. Diğer mezheb veya ırkları "yok saymaktan" kaçınmıyorlar. Bazı ülkelerdeki anayasal metinler bazen bir kişinin ulaşılmaz statüsünün korunması, bir ailenin, sınıfın, zümrenin tahakkümünü de sağlamlaştırabiliyor.
Ne yazık ki Müslüman Coğrafyada manzara şudur; azınlıkta olanlar hâkimiyeti elinde tutan zümrenin ağzına bakmak zorunda bırakılmakta, hâkim olan zümrenin ırkı, dili, dini mezhebi ve eğitim anlayışı üstün hatta "kutsal" kabul edilip bütün topluma dayatılmaktadır. Yetmezmiş gibi inançlarına “hizmet etmek” için kendisi gibi olmayanların ölümünü mubah görmekten de kaçınmıyorlar. Böylece çoğulculuk değil "tek tipçilik" homojen toplumu hem huzursuz etmekte hem de kırılmaya uğratmaktadır. “Biz bize yeteriz” retoriği Müslüman coğrafyayı sardı. Mesela; 1979 Nobel Fizik Ödülü sahibi Pakistanlı Abdüsselam, “bilim alanındaki izolasyon, entelektüel ölümdür” demişti. Yaşadığı ülkede zor günler geçirdi. Ayrılmak zorunda kaldı. Abdusselam için bu çok zor bir seçimdi: Ya fizikte kalmak ya da Pakistan’da kalmak…” O fizikle beraber yaşamak istedi ve istemeyerek çok sevdiği ülkesini terk etti. Pakistan'da daha önce de Fazlur Rahman'ın öldürülmesi için Mevdudi tarafından başına (10 000) on bin rupi konmuştu. O da ölüm korkusundan ülkesinden kaçıp Amerika'ya sığınmıştı. Müslüman coğrafya niye kalkınamıyor sorusuna verilecek cevap; toplumu "tek sesliliğe" mahkûm etmektir. Her şey tek olsun isteniyor. Hâlbuki kâinatta her şey teklik değil çoğulluk üzerine bina edilmiştir. Problem çözmeye çalışır veya yola çıkarken bile Anadolu irfanında geçtiği üzere “bin bilsen bile bir uzmana danışma”, sözünde geçtiği üzere binlerce yılın tecrübe ve birikiminden yararlanılmalıdır.
Müslüman Coğrafyadaki monarşik veya oligarşik “keyfi yönetimler” toplumu yıkımla karşı karşıya getiriyorlar. Eski Almanya bunun örneğidir. Alman devlet adamı Konrad Adenauer, Hitler'in yaptığı tahribatın kamusal akıldan soyutlanmış otoriter kişinin yönetiminden kaynaklandığını bundan dolayı ortak akıl ve şûradan vazgeçmemek gerektiğini şöyle anlatır: “Umarım bir daha İsa bile gelse tüm yetkiyi tek kişiye verecek kadar aptal olmayız.”
Kur'ân'ın yönetimde şûra'yı ortak akıl ve çok sesliliği emretmesi tek kişinin fikriyle toplumu idare etmek değil çok fikirle idare etmeyi istemesidir. Tek kişilik yönetim sadece Allah'a aittir. Bunun için ne saltanat ne derebeylik ne oligarşi ne hanedanlık ne de teokrasi insan fıtratına uygun yönetim şekilleri değildir. Bunların hiçbiri bütün toplumun isteklerini kucaklamıyor.
Aslında referans alınması gereken, varlıklar arasındaki imtiyazlı ve merkeze alınması gereken tek şey son dönemin meşhur deyimiyle "Hz. İnsandır." İnsanın sadece "insan" olması itibariyle canının, malının, inancının, dilinin, kültürünün, ırzının korunması, şiddet ve hakaret içermediği sürece her türlü fikirlerini özgürce ifade edebilmesine sahip olmasının “anayasal teminat” altına alınması gerekir. Anayasada belli kurallarla sınırlanmayan güç, küçük yönetici azınlığın elinde zulme ve yıkıcı aparata dönüşür.
Yazar Taha Akyol, Deniz Baykal’dan naklen yazdı. Atatürk’le görüşmek için yola çıkan Âşık Veysel kıyafeti yüzünden Bulvar’a sokulmayıp geri çevrilmiş. Tek parti döneminde, Kızılay’a, Atatürk Bulvarı’na köylüleri poturlu, şalvarlı diye sokmazlardı. Halbuki insanı “öncelemeyen” ne bir sistem, ne bir parti, ne bir devlet, ne de bir din varlığını devam ettiremez.
Devlet ve toplum arasında iletişim görevi görmesi gereken şu komikliğe düşmemek gerekir: "Muaviye'nin meclisinde herkes konuşuyordu ama Ahnef b. Kays susuyordu. Muaviye, "Neden susuyorsun?" dediğinde Ahnef, "Yalan konuşsam Allah'tan, doğru konuşsam sizlerden korkarım. O yüzden susuyorum" diyerek “susma özgürlüğünü” kullandı. Fakat o gün bugündür İslam Coğrafyası bu mirası hep kullandı.
Sosyolog Erol Güngör şu tarihi tespitte bulunur; “İslam aydınlarının kendilerini yıpratan, enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekişmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları, günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor. Herhalde bu davaya en büyük kötülüğü yapanlar, onu günlük siyaset kavgalarında taraflardan biri haline sokmaya kalkanlardır…” DEVAM EDECEK
YAZIYA YORUM KAT